1. YAZARLAR

  2. E. Fuat Keyman

  3. Ah bir darbe olsa demenin nazikçesi: SİVİL DARBE
E. Fuat Keyman

E. Fuat Keyman

Yazarın Tüm Yazıları >

Ah bir darbe olsa demenin nazikçesi: SİVİL DARBE

19 Ocak 2010 Salı 12:34A+A-

Türkiye’nin demokrasiye geçişini simgeleyen Demokrat Parti’ye (DP), 1960’da darbe yapılmasıydı, bugün nasıl bir Türkiye ile karşı karşıya olurduk? CHP’nin içinden çıkan, topluma dönük modernleşmeyi, liberal pazar ekonomisini savunan DP, 1950 ve 1954 seçimlerini kazanmıştı ve güçlü bir çoğunluk hükümetiyle Türkiye’yi yönetiyordu. Türkiye’nin çok-partili parlamenter “demokrasiye geçişi” çok önemli bir dönüşümdü ve DP iktidarı bu dönüşümü simgeliyordu. Ama zamanla, DP iktidar vizyon eksikliği sorunlarıyla karşılaştı ve dönüştürücü rolünü, kimliğini ve toplumsal desteğini kaybetmeye başladı. 1957 seçimlerini de, oylarında azalma olmasına rağmen kazandı.

Ancak DP, 1957 seçimlerinden sonra, misyonunu tamamlayan, dönüştürücü aktör olmaktan çıkmış, esas kendisinin dönüşümü gerekli olan bir aktör konumuna gelmişti.

Seçimle ve arkasına büyük bir toplum desteği alarak başa geçen DP, yine seçimle ve kendisine verilen toplumsal desteğin çekilmesiyle iktidarını kaybetme dönemine girmişti. Bu konuma gelen DP hırçınlaştı ve anti-demokratik uygulamalara yöneldi. 1960 darbesi, bu anlamda, seçimle iktidarını kaybedecek olan bir siyasi aktöre karşı yapıldı. DP’nin, bugünün deyimiyle, “sivil darbe” yapacak bir durumu yoktu; seçimle kazanmış olduğu iktidarını seçimle kaybedecekti. Ama DP iktidarını askeri müdahale ile kaybetti, toplum değil asker belirleyici rol oynadı.

DP’ye de aynısını yaptılar

Şüphesiz ki, 1923-1945 döneminde de askerin güçlü bir rolü vardı, ama o dönem tek-parti dönemiydi; çok-partili parlamenter demokrasinin olmadığı bir dönemdi; “demokratikleşme olmaksızın modernleşme” dönemiydi. Ama, 1950-1960, Türkiye’nin demokrasiye geçiş dönemiydi “demokrasi ile birlikte modernleşme süreci”nin başlangıcıydı. Toplumun siyasi rejimin belirlenmesinde esas olduğu bir dönemi ifade ediyordu. Bu nedenle de, iktidar değişiminde toplumsal destek yerine askerin belirleyici rol oyması, esas olarak, 1950-bugün döneminde yaşadığımız, “ahlaki olarak kabul edilemez ve Türkiye siyasi tarihinde göz ardı edilemez bir siyasi gerçeklik” yarattı.

Şüphesiz ki, “eğer DP’ye karşı askeri darbe yapılmasaydı, nasıl bir Türkiye olurdu?” sorusuna bilimsel ve akademik bir yanıt veremeyiz ancak şu yorumu yapabiliriz: 1960 darbesi, demokrasiye geçiş sürecini yaşayan Türkiye’de, iktidar değişimlerinde toplum desteğinin belirleyici rol oynamasına vurulan bir darbe olarak siyaset ve siyasi alan içinde askeri bürokrasinin müdahaleci, belirleyici, şekillendirici bir “siyasi ve kurumsal aktör” olarak rol oynama sürecini başlattı. Bu nedenle de, iktidar değişimlerinde toplum desteğinin belirleyici rolünün engellenmesi 1960 darbesiyle başladı ve bu da demokrasiye geçiş sürecini yaşayan Türkiye’nin, demokrasisini güçlendirmesinin ve hem kurumsal, hem toplumsal yaşam alanlarında yerleşikleştirmesinin önündeki en önemli engellerden birini yarattı: Dengesiz asker-sivil ilişkileri ve demokrasinin vesayet sistemi altına alınması.

Dönüştüren partiler

Türkiye 1960-1980 döneminde biri askeri ültimatom, olmak üzere üç askeri darbe yaşadı, demokrasiye geçiş süreci üç kere engellendi, çok partili parlamenter rejim üç kere yıkıldı ve rejim üç kere restorasyon dönemi yaşadı. Seçimle iktidarını kaybetme olasılığı çok yüksek olan DP iktidarına karşı yapılan askeri darbe, 1960-1980 askeri darbeler dönemini başlattı; iktidar-toplum ilişkilerinde ciddi kaymalar yarattı; en önemlisi de, demokrasinin siyasi partiler, devlet kurumları ve toplumsal aktörler tarafından içselleştirilmesi önünde çok önemli bir engel oldu. Bugün de, DP’nin son yıllarını tekrardan hatırlamamızı ve 1960 darbesini doğru değerlendirmezi gerektiren bir tartışma yaşıyoruz. Türkiye, 2002’den bugüne AK Parti tarafından güçlü bir çoğunluk hükümeti ile yönetiliyor. 1950, 1954, 1957 DP’si gibi, AK Parti de seçimleri arka arkaya kazanma kapasitesi olan bir parti. DP’nin Türkiye’nin demokrasiye geçişini simgelemesi gibi, AK Parti de Türkiye’nin “küreselleşme ile Avrupalılaşmanın eş-zamanlı yaşaması sürecini ve bu bağlamda yaşanan büyük dönüşümü”nü simgeliyor.

Bu anlamda, hem DP, hem de AK Parti, dönüşüm süreci partileri. Aynı zamanda, nasıl 1957 seçimlerini kazanmasına rağmen DP, seçim sonrası yıpranma sürecine girmişse, AK Parti’de, bugün bir yıpranma sürecinde; 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde kazanmasına rağmen oy kaybına uğruyor ve bugün yapılan kamuoyu yoklamaları, 27 Temmuz 2007 genel seçimlerinde

kazanılan yüzde 47 oy oranında önemli düşmeler olduğunu ortaya çıkartıyor. DP’nin iktidarı kazanmasında belirleyici olan toplumsal destek nasıl 1957 seçimlerinde düşmeye başlamışsa ve DP’ye “kendini dönüştür” ikazını vermişse, bugün de AK Parti’ye yavaş yavaş kaybettiği toplumsal destek, kendini dönüştür ikazını yapıyor.

Darbeye değil seçime güven

AK Parti’ye toplumsal desteğin yaptığı ikaz, aynı zamanda, muhalefet partilerine “eğer doğru politikalar ve stratejilere sahip olursanız ve bunda inandırıcılık kazanırsanız, 2011 seçimlerinde başarılı olursunuz” diyen de bir ikaz. Bununla birlikte, azalan  toplum desteğinin AK Parti’ye yaptığı ikazın, işsizlik, yoksulluk, demokratikleşme, birlikte yaşama alanlarında giderek güçlendiği bir anda, 1960 darbesine giden Türkiye tablosuna benzer bir durumun, (gereksiz, ahlaki olarak kabul edilemez, siyasi olarak da Türkiye’ye zararı çok, tartışmayı yapanlara hiçbir getirisi olmayan) bir tartışmanın başlatıldığını da görüyoruz.

AK Parti tek parti diktasına gidiyor; sivil darbe yapıyor ve bu durumun durdurulması gerekiyor diyen bu tartışma, siyasete siyaset-dışı kurumların müdahale etmesini dolaylı ya da dolaysız istiyor. Dolayısıyla, seçimle ve toplumsal destek ile AK Parti iktidarını değiştirmek için çaba göstermek yerine, askeri ve yargı kurumlarına yol gösterici ve bu kurumların hareket etmesini ima eden ikazlarda bulunan, AK Parti yorumları ve çözümlemeleri, sivil darbe ya da tek-parti diktası kavramları altında yapılıyor. Hem de, AK Parti’ye verilen toplumsal desteğin düştüğü ve genel seçimlerin en geç 2011 yılında yapılacağı, dolayısıyla, Türkiye’nin seçim sürecine girdiği bir dönemin başında böyle yorumlarla siyaset-dışı kurumlara çağrılarda bulunuluyor.   

Bugün AK Parti iktidarına karşı nesnel ve adil bir yaklaşımın şu saptamayı yapması gerektiğini düşünüyorum; AK Parti iktidarın aktif ve çok önemli alanlarda (Dış politika, Kürt sorunu, terör sorunu) “açılım” yapan siyaset anlayışını göz ardı etmemeliyiz ve nesnel olarak, bu konularda atılan adımları desteklemeliyiz. Ama bu bizim AK Parti’nin “muhafazakar-demokrasi” kimliğinde, muhafazakarlaşma ile demokratikleşme arasındaki gerekli dengeyi sağlayamadığı gerçeğini görmememiz ve bu temelde, AK Parti iktidarını eleştirmememiz anlamına gelmiyor, gelmemeli.

Gerçekçi eleştiriler

Gerçekten de, son yıllarda, Türkiye modernleşmesi muhafazakarlaşma eğilimini artıyor; özellikle kadın, Alevi kimlik, yaşam tarzı ve cinsel özgürlükler alanlarında muhafazakar bir modernliğe doğru gidiyor. Giderek artan işsizlik ve yoksulluk sorunlarımız var ve bu sorunlar Türkiye’de toplumsal gerilim ve patlama risklini arttırıyor; kimlikler arası birlikte yaşama normlarımız zayıflıyor. Emek dünyası ve sivil toplum ile ilişkilerde gerilimler, kopukluklar ve güvensizlikler yaşanıyor. İş dünyasında benzer olarak yaşanan güvensizlikler var. Tüm bu alanlarda, AK Parti’nin eleştirilmesi gerekiyor. Bu sorunlar nedeniyle, AK Parti’ye olan toplumsal destek azalıyor.

Tüm bu alanlarda, AK Parti iktidarına alternatif, muhafazakârlaşma-demokratikleşme sarkacında, oku demokratikleştirmeye doğru çekecek; “kimlik-emek-işsizlik/yoksulluk-çevre sorunlarına eş-zamanlı demokratik çözümler” bulacak, bu çözümleri “sivil toplum, aktif ve eşit vatandaşlık ve katılımcı demokrasi” temelinde toplumla birlikte yaşama geçirmeye çalışacak ve seçim kazanarak Türkiye’yi yönetme iddiasında olacak bir siyasi partiye gereksinimiz var. Ama maalesef, başta CHP, mevcut muhalefet partileri bu eğilimde ve iddiada değiller.

Kim daha demokrat?

Dahası, sivil darbe ve tek parti diktası yorumları yapanlar, esas yapmaları gereken muhalefet partilerini eleştirme ya da etkileme yerine, 1957-1960 dönemini çağrıştıran bir biçimde, seçimsiz iktidar değişikliği gerekliliği ortamını hazırlamaya çalışıyorlar.

Siyasete güvenmeyen, hatta “anti-siyaset” içeren bu yorumlar, iktidar değişikliğinde toplumsal desteğin belirleyici rol oynamasına karşı tutumdalar; AK Parti muhafazakârlığına karşı, demokratik çoğulculuğu ve eşit vatandaşlığı desteklemiyorlar; aksine başka bir tip muhafazakârlığı ve milliyetçiliği destekleyen söylemler içindeler;  böyle olunca da, siyasete güvenmeyen sivil darbe söylemleri, Türkiye’nin istikrarlı, güvenli ve birlikte yaşama kültürü güçlü bir toplum olması için değil, aksine “farklı muhafazakârlıklar ve milliyetçilikler sarmalı”na girmesine katkıda bulunuyorlar.

 Bu nedenle de, bugün AK Parti eleştirilmelidir; ama bu eleştiri Türkiye’de demokrasiyi, demokratikleşmeyi güçlendirici nitelikte ve niyette olmalıdır. Bu eleştiri, aynı zamanda, muhalefet partilerine, özellikle de CHP’ye, AK Parti’yi seçim sandığında yenebilecek, Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulacak ve Türkiye’yi daha iyi ve daha adaletli yönetme iddiasında olacak bir siyasal aktör olma çağrısında da bulunmalıdır. Eğer muhalefet partileri seçim kazanma ve Türkiye’yi yönetme iddiasını taşımıyorlarsa, ya da iddiaları inandırıcı değilse, o zaman da, AK Parti eleştirisi, siyasal alanda, toplumsal desteğin iktidar belirleme rolüne inanan güçlü alternatiflerin çıkması için tartışma açmalı ya da bu yönde çalışılmalıdır. Ama asla, DP’nin son dönemini bugün çağrıştıracak tartışmalar yapmadan, anti-siyaset konum takınmadan ve demokrasiye ve siyasete güvenerek...

STAR

YAZIYA YORUM KAT