1. YAZARLAR

  2. Mustafa Atav

  3. Adın Ne, Mülayim; Sert Olsan Ne yazar?
Mustafa Atav

Mustafa Atav

Yazarın Tüm Yazıları >

Adın Ne, Mülayim; Sert Olsan Ne yazar?

11 Kasım 2009 Çarşamba 00:30A+A-

“Süleyman Demirel işte budur. Türkiye’nin demokrasi serüvenine muazzam tahribat yapmış bir tarihi şahsiyet. Yaklaşık yarım yüzyıldır siyaset sahnesinde. Şapkasını kaç kez alıp, sonra başbakanlığa geri döndüğünün sayısını unuttuk. Cumhurbaşkanlığı da yaptı. Cumhurbaşkanlığı sırasında ‘son askeri müdahale’ye, 28 Şubat Postmodern Darbesi’ne riyaset etti.”

Bu sözler Cengiz Çandar’a ait. Demokratik(!) zaviyeden bakıldığında bu sözlerin altına kim imza atmaz?

Cengiz Çandar’a bu cümleleri kurduran sebep Süleyman Demirel’in, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir Tv programında sarf ettiği sözleri suçlu psikolojisi ile üstüne alınarak, gazeteci Murat Yetkin ve Güneri Civaoğlu ile yaptığı söyleşilerde sıraladığı mazeretler…

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın darbe söylemlerine itibar edip etmediğine ilişkin sorulan soru karşısında dedikleri de şunlar: ‘Bu hissin içinde olmadım. Bundan önce de olduğu gibi de kalkıp bırakıp gitmem. Gereğini yaparım’ ve “Bu ülke demokrasiye yönelik müdahale ve tehditlerle karşı karşıya kaldı. Ve bazıları vicdanı hiç sızlamadan bu ülkeye bunlara teslim etti. Fötr şapkalarını alıp kaçanları bu ülkede çok gördük.”

Bu cevabın karşısında, aslında Süleyman Demirel’in (fötr) şapkasını çıkarması gerekiyordu. Demokratik(!) teamüllere göre TC. Başbakanları nezdinde pek alışkın olunan bir refleks değil de ondan.

Peki, ne demiş, ne yapmış Süleyman Demirel?

2 Mart 1971‘den sonra parlamentoyu açık tutmak için muhtıranın gereğini neyse onu yapmış(!)… Ülkenin selameti açısından olsa gerek, yaklaşık iki yıl sonra Başbakan olmuş(!) Başbakanlığı döneminde de vatan kurtaran aslan misali, bütün baskı ve tehditlere rağmen muhtırayı verenlerden Org. Faruk Gürler’i, “Sen misin muhtıra veren, al sana Cumhurbaşkanlığı!” dercesine Cumhurbaşkanı seçtirmemiş(!)

Sonra, acziyetiyle tescilli bütün iktidar ve bireylerinin başına geldiği gibi 12 Eylül sabahı tankları kapısının önünde görünce de naçar bir şekilde Çanakkale Zincirbozan’ın yolunu tutmuş. Bu ara başka ne yapmış, mübarek kıldığı parlamentoda “Darağacında üç fidan” kitabına konu olmuş Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam hükmüne kahramanca, yiğitçe ve ülkenin ali menfaatleri adına destek vermiş. Anlaşılacağı üzre kendisi bedel ödememiş; risk mi, onun lügatinde böyle bir kelime var mı bilinmez ama başkalarını riske sokmaktan ve onlara bedel ödetmekten de hiç mi hiç çekinmemiş! Zincirbozan, hapishane bir bedel midir? Takdirlerinize; ki oraya girip çıkanların hepsi ne hikmetse sonraki süreçte bu ülkenin iktidar nimetinden paylaşmışlar.

Cengiz Çandar devamla, Demirel’in yaşadığı veya yaşattığı süreç için soruyor ve aynı zamanda cevabını da veriyor

”Başka türlü yapabilir miydi? Başka türlü davranabilir miydi?

Bilmiyoruz. Gerçekleşmemiş bir tarih üzerinde konuşulmaz. Anlamsız olur. Ancak, eğer Süleyman Demirel, ‘şapkasını alıp gitmek’ yerine ‘direnseydi’ Türkiye’nin ve demokrasinin kaderi mutlaka bugünkünden farklı olurdu. Tarih başka türlü yazılmış olurdu.

Demokrasiyi ilkesel olarak savunan bir liderin Türkiye’ye katkısı bambaşka olurdu. Süleyman Demirel, o kişi değildi, hiç olmadı.”

Cengiz Çandar iyi niyetle söylersek, aslında onlarca yıldır baskı altında kalmış, mağdur edilmiş, yok sayılmış insanların düşüncelerine ve beklentilerine demokratik ağızla da olsa tercüman olmaya çalışmış. Beklenen belli, bir şekilde iktidar koltuğuna oturmuş insanların söz verdiği kitleler adına bedel ödemeye talip olmaları. Tarih ve tüm zamanlar şahit ki, bedel ödenmeyince çıkılmıyor karanlıklardan aydınlığa…

Demirel ise bedel ödemeye güya ülke menfaatleri açısından hiç mi hiç talip olmamış. Geçmişe dair sorgulamalarda biteviye söyleyip durduklarından çıkardıklarımız özetle şu: ”Ben ülkenin selameti için ne gerekiyorsa onu yaptım. Aksi şekilde davransaydım çok canlar yanacak, ülke kaosa girecekti. Ülke evlatlarını niye birbirine kırdırayım? Ordumuzu niye küçük düşüreyim? O günkü koşul ve şartlar yani konjoktürel olgular öyle davranmamı gerektiriyordu. Eğer söylediğim gibi yapmasaydım Türkiye şimdikinden çok daha gerilerde olurdu.” Vs.vs. Bu kadar olmasa da,.. Erbakan’ın da 28 Şubata ilişkin benzer sözleri söylediğini bu ara hatırlatalım…

Demirel söyleşi arasında, Tayyip Erdoğan’ın son gelişmelerde takındığı tavra ilişkin de şunu soruyor: O olsaydı ne yapardı? Ve ilave ediyor: ”Adın ne, mülayim; sert olsan ne yazar?”

Herkes bilir ve kabul eder ki Süleyman Demirel’in dili ve siyasi üslubu bazen insanları güldürür. Bu son söylediği de şahsen beni güldüren bir ifade… Kendi zayıflığını, acizliğini başkalarında görme eğiliminin neredeyse karşılığı olan bu sözü Demirel boşu boşuna söylemez. Devlet içindeki henüz ümidini kesmediği ve sürekli kışkırttığı zinde kuvvetlere atıf yapıyor bilelim.

Bir başka gazeteci Murat Yetkin’de, söyleşinin akabinde kaleme aldığı yazısında, Tayyip Erdoğan’ın kendi şartları içinde tepkisiz kalmayan; E-Muhtıra örneğinde görüldüğü gibi gelişen şartlarda olması gerektiği gibi vaziyet alan bir Başbakan olduğunu söylerken, bir yandan da Org. İlker Başbuğ’un görevden alınması beklentisi konusunda geçmişte Demirel’in gösterdiği gözü kara gitmeme eğilimine hayat verdiğini ima etmekten geri durmamış.

Yine Murat Yetkin. Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadar sürdürdüğü tavrı şu üç başlıkta özetlemiş:

1- Erdoğan, askerin her türlü hareketi yapma ihtimaline karşı, Başbuğ’un görevden alınması araştırması dâhil direniş hazırlıklarını yapıyor…

2- Ancak o da tıpkı Demirel gibi, iş devletle halkın karşı karşıya gelmesine varsın istemiyor…

3- Bu amaçla Başbuğ’dan işi herkes için kolaylaştırmasını, gerilimin düşürülmesini istiyor…”

Murat Yetkin’in aslında birer tavsiye olarak nitelendirilebilecek şıklarının bizde bıraktığı intiba şu:

Birinci şık, TC Anayasasına göre herhalde mümkün gözükmüyor ki bunu zaten Başbakan Erdoğan söylemiş:” Bu tür şeyler karşısında darda ve zorda kalıyoruz. Biliyorsunuz Genelkurmay Başkanı Başbakan atamasıyla gelmez. Bakanlar Kurulu’nun teklifi ve Cumhurbaşkanı’nın onamasıyla gelir.

Peki, bunun tam aksi olması halinde durum ne olur? Askeri yargıya itiraz eder. Atılacak adımları da ülkenin birliği, bütünlüğü için hassasiyetle sürdürmek lazım.” Burada sırası gelmişken merhum Özal’ın geçmişte gerçekleştirdiği Necdetler operasyonunun ve Torumtay’ı istifaya zorlamasının akabinde başına gelenleri sık sık hatırlatanlar olduğunu da biz hatırlatalım(!)… Geçmişte de görüldüğü gibi hukuki teamül her zaman işletilebilir değil; ki şimdi bile hukukun nasıl işlediği, işletildiği ortada. Baksanıza koca koca hukuk adamları, kendi tapınaklarına var olan işleyişi şikayete gidiyorlar. Oradan gelecek cevabı da varın hep beraber düşünelim(!)…

İkinci şık Türkiye’ye özgü devlet adamlığı kimliğiyle örtüşen bir kabul ki bu tavrı Süleyman Demirel’de ve Necmettin Erbakan’da kendi koşullarında en iyi(!) örneklikle göstermişler. Şu bir gerçek ki henüz darbe geleneğinin izleri tamamen yok olmuş değil ve etrafta aba altından sopa gösterenler de çok. İkide bir eski Başbakanlardan merhum Menderes’in başına gelenlerin dile getirilmesi ve idam cezasının yeniden yürürlüğe konulması taleplerini yabana atmamak gerek… Kötü bir geçmiş var ve izler henüz silinmemiş. Kemalist, laik, Atatürkçü cenah gözü kara bir şekilde tam siper mücadele ediyorlar. Bu durum karşısında şimdiki Başbakanın malum kesimin bağına destursuz girmesini beklemek her halükarda fazla iyimserlik olacaktır.

Üçüncü şıktan anlaşılacak şey de şu: ”Sayın Başbuğ! Gel sen bu işe bizi bulaştırma, kendi içindeki darbecileri usulünce tasfiye et. Ülkenin âli menfaatlerine beraberce zarar vermeyelim. Global/küresel kriz kapımızda bile değil içeri girmiş, epeydir misafir olmaktan çıkmış neredeyse kalıcı! Var sen bu işi yüzüne gözüne bulaştırmadan ve demokratik teamüllere uygun bir şekilde çözümleyiver…”

Yaşarsak göreceğiz, bakalım süreç nasıl işletilecek? Diğerleri gibi şapkasını alıp gitmeyeceğini ve gereğini yapacağını söyleyen bir Başbakan şimdiki şartların gereği konusunda yakın gelecekte ne yapacak? Takdir edelim ki Başbakan’ın son söylediği ve bundan önceki E-Muhtırada sergiledikleri tavır öncekilerin aklına bile gelemeyecek türdendi.

Şimdi buradan bakarak, gelişen olaylara istinaden beklentilerimizi ilave edersek, Sayın Pamak’ın da ifade ettiği gibi görece özgürlüklerin zeminini oluşturacak her harekete katkı sağlamak Müslüman aklı ve vicdanının işi olmalı; ama sonrasında özgürlükler bağlamında ele geçirdikleriyle iktifa etmek ve bu işler böyle de oluyormuş diyerek verili siyaseti içselleştirmemek koşuluyla.

Burada Ali Bulaç’ın kavramlara semantik müdahalede bulunulması tavsiyesinden hareketle yazdığı bir yazıya atıf yapmak durumundayım.

Şöyle ki: “Batı veya başka bir kültür havzası tarafından üretilmiş olan her kavramın tarihi bir arka planı ve felsefesi vardır. Bunları olduğu gibi ithal ettiğimizde bize aslında mal olamazlar, bu kavram ve bunlardan türeyen modelleri kendi asli kaynaklarımız ışığında ciddi bir kritiğe tabi tutmamız gerekir.”

Bu tavsiyeye istinaden Türkiye’de biteviye dile getirilen demokrasi kavramı üzerinde enikonu kafa yormak ve tabii ki demokratik olduğu söylenen sürecin nasıl seyrettiğini iyi gözlemlemek gerekmektedir. Doğrudur, hiçbir şey eskisi gibi değildir. Dokunulmayanlara artık dokunulabilmektedir, öyle olmasa bile ifade edilebilmektedir. Ne muhtıra, ne darbe ve ne de 28 Şubatlar artık rahmetle anılmamaktadırlar. E-Muhtıranın başına gelen akıbet ortada. Ergenekon örneğinden yola çıkarsak Devlet içi örgütlenmeler de tasfiye edilmeye başlandı gibi. Gibi demek durumundayız, çünkü henüz sürecin sonuna gelinebilmiş değildir.

Evet, anlaşılacağı üzre bir takım güzellikler, insana dair bir takım iyileştirmeler söz konusu ama mutlu son budur demek için henüz çok erkendir. Bu sebeple, gelişmelere istinaden Müslümanların asli görevlerini ihmal edip, var olan tartışmaların ve o tartışmaların kaynağı olan kavramların içinde kendilerini kaybetmeleri istenilen ve tavsiye edilen bir şey olmasa gerek.

Bütün bunlardan sonra başa dönersek, ne demişti Süleyman Demirel: Adın ne, mülayim; sert olsan ne yazar?!

Bu söze karşı herhalde başka birilerinin de diyeceği bir şeyler olmalı? Süleyman Demirel, hep darbelerle, şapka alıp gitmelerle, 28 Şubat tezgâhının ustası olmakla ve daha bir dolu kapı arkası pazarlıkların baş aktörü olmakla anılacak.

Ya şimdinin iktidarı ve başındakiler?

Görelim bakalım mevlam neyler, neylerse güzel eyler…

YAZIYA YORUM KAT