1. YAZARLAR

  2. Ahmet Taşgetiren

  3. 20 Eylül'den sonrası
Ahmet Taşgetiren

Ahmet Taşgetiren

Yazarın Tüm Yazıları >

20 Eylül'den sonrası

16 Eylül 2010 Perşembe 00:52A+A-

Referandum öncesinde 9 teröristin öldürülmesi, çok sorunlu bir hadise oldu.

Çatışma olmamıştı ve teröristler, saklandıkları mağarada öldürülmüştü. Bu gerekli miydi? Bu operasyonu yapanlar, hadisenin referandumla, bu arada BDP'nin yürüttüğü boykotla ilişkilendirileceğini hesaba katmışlar mıydı, katmamışlar mıydı, hadisenin o meşhur "Çatışma ortamının sürmesi ile askeri vesayet arasında alaka var" değerlendirmesi ile bir bağlantısı var mıydı?

Bu konuda hükümet ne düşünüyor, Genelkurmay ne düşünüyor? Bunlar, zihinlerin cevaplamaya çalıştığı ve ağırlıklı olarak, "asker hesabına" negatif cevaplar bulunan sorular.

Terör örgütü adına alınmış bir "ateşkes" kararı var ve 20 Eylül'de sona eriyor.

Bölgedeki "barışçı sesler" ateşkesin bozulmaması yönünde çağrılar yapıyor.

Ama bunun nasıl olacağına dair formüller sıkıntılı.

"Terör örgütü ateş kessin, operasyonlar da dursun" tarzındaki bir formül, terör örgütünü tabii bir partner gibi görenler nezdinde çok benimsense de, devlet ve terör örgütü farklılığını dikkate alanlar nezdinde pek kabul edilebilir bulunmuyor.

Şu net: Memleketin içinde eli silahlı kişiler oldukça, devlet ona müdahale eder ve karşılaştığı yerde etkisiz hale getirir. Eli silahlı adamın meşruiyetini hiçbir gerekçe sağlayamaz. O zaman, ülke içinde dağda terörist olduğu sürece, devletin silahlı gücü ona karşı operasyonu sürdürecektir. Dağdakinin, kimilerine göre "haklı!" mücadele veriyor olması, devlet tarafından da haklı görülmesini gerektirmez.

Peki başka formül?

Tabii, devlet ister ki, dışarıda herhangi bir yerde de, kendi ülkesine karşı bir silahlı yapı olmasın. Devlet, ister herhangi başka bir devlete bağlı olsun, ister o devletlerden bağımsız bir yapılanma olsun, onunla da mücadele eder. Diplomasisini çalıştırır, zaman zaman uluslararası hukuktan yararlanarak askeri operasyon yapar ve zaman zaman da "rutin dışı" operasyonlar gerçekleştirir. Bu her devletin varlık şartlarındandır. Hiçbir devlet, kendisine-ülkesine yönelik tehdit karşısında eli bağlı durmaz. Türkiye'nin de, diyelim, Kuzey Irak'taki-Kandil'deki tehdidi bertaraf etmeyi düşünmesi yadırganmamalıdır.

Ama sonuçta, bu tehdit odağı, başka devletlerden lojistik destek veya insan unsuru sağlasa bile, kendi insanlarından oluşuyor. Orada bulunanların, Türkiye'de anne-baba-kardeş-hısım akraba olarak bir karşılığı var. Uzunca bir zamandır devam eden çatışmalar, sırf bu mesele dolayısıyla, milyonlarca insanı etkileyen kanama halinde bir yaraya dönüşmüş durumda ve yaranın sarılması, sadece dağdakini bertaraf etmekle mümkün olacak noktadan çoktan uzaklaşmış durumda.

Onun için Türkiye, bütün kurumlarıyla, daha az kan akıtarak, ülkenin ve insanların daha az bedel ödemesine imkân verecek bir çözüm bulma arayışında.

Devlet, "açılım" vs. diyerek yol bulmaya çalışıyor.

Bu arada da terör örgütü (İmralı'daki uzantısı ile) kendisini taraf haline getirmeye uğraşıyor. İçerideki legal siyasi yapılanma (BDP) ve illegal yer altı yapılanması (KCK), boykot vs. diyerek, sokak eylemleri yürüterek, terör örgütü adına lobi yapıyor.

Ama bütün bunlar, "Devlet de örgüt de silahları bıraksın" yaklaşımı kadar abesle iştigal.

Ve ama diyelim, halk oylaması öncesi gerçekleşen ve üzerinde yığınla soru bırakan 9 ölümlü operasyon gibi vakıaları da ortadan kaldırmak gerekiyor. Çünkü bu tür işler, terörle haklı mücadeleyi bile gölgeleyen sonuçlar üretiyor.

O zaman ne olmalı ya da ne yapılmalı?

AK Parti Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt'un ayağı yere basan bir önerisi var. Diyor ki Abdurrahman Kurt:

"-PKK silahlı militanlarını sınır ötesine çeksin, asker de çekilmelerine müsaade etsin. Operasyonel alanda karşılaşma ihtimali sıfıra düşürülsün."

Benzeri bir öneri, daha önce Diyarbakır Baro eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu'dan da geldi.

Kurt ayrıca, "Bu ülkede kontrollü ve kontrolsüz güçler bulunduğunu" belirtiyor ve içeride silahlı militanlar olduğu sürece, "provokasyona açık" bir durum oluşacağını ifade ederek, "Bu provokasyon alanlarını kaldırmak için silahlı insanların operasyonel bölgelerin dışında olması gerekir" diyor. Bunlar bana göre de doğru değerlendirmeler.

Terör örgütü ve uzantılarının bu noktada ciddi bir "samimiyet sınavı" verdiği muhakkak.

"Samimiyet sınavı" diyorum çünkü bölgede de gittikçe, bu noktada bir sorgulamanın devreye girdiği gözleniyor. 20 Eylül'e doğru, asıl terör örgütünün çok temel bir değerlendirme zarureti ile karşı karşıya bulunduğunun altı çizilmeli.

....

Yapılan bir kamuoyu yoklaması, Doğu-Güneydoğu'da, "açılım"ın yüzde 12, "Erdoğan'ın kişiliği"nin yüzde 63 etkili olduğu sonucunu çıkarmış. Sonuç tartışılabilir. Erdoğan'ın kişiliği denen şeyi besleyen unsurlardan birisinin "açılım" olduğu görüşü de doğrudur.

Ama, "Erdoğan'ın kişiliği" denen şeyin, bölgede önemli bir karşılığı bulunduğunu, 2005 yılındaki tartışmalarda, Yeni Şafak'ta ifade eden birisi olarak, şimdi yeniden söz söyleme hakkım var. Erdoğan'ın kişiliği için o zaman üç not düşmüştüm: Sistemin ezdiği insan... Dindar insan. Ve fakir fukara yanlısı insan. Bu üç özellik, Tayyip Erdoğan'la bölge insanı arasında duygudaşlık oluşturuyor. Bence bu duygudaşlık hâlâ önemli. Ve bu duygudaşlık, bölge insanının Türkiye bütünlüğü içinde var oluşunun da ana zemini. Bunu herkes iyi anlamalı.

BUGÜN

YAZIYA YORUM KAT