1. YAZARLAR

  2. MEHMET PAMAK

  3. 1431’i Kur’an’a Hicret Yılı Yapalım, Üretilmiş İpleri Bırakıp, Hablullah
MEHMET PAMAK

MEHMET PAMAK

Yazarın Tüm Yazıları >

1431’i Kur’an’a Hicret Yılı Yapalım, Üretilmiş İpleri Bırakıp, Hablullah

22 Aralık 2009 Salı 21:00A+A-

Hicret’in 1431. yılı münasebetiyle, Radyo Denge’nin Ankara Kocatepe Kültür Merkezinde düzenlediği Hicret Gecesi’nde yaptığım konuşmanın metnini, oraya gelememiş kardeşlerime de ulaştırmak ve yeni Hicri yılda, Hicret’in anlamı, önemi ve üzerimizdeki sorumluluklar hakkında düşünmeye ve gereğini yerine getirmek üzere hep birlikte harekete geçmemize vesile olması umuduyla paylaşmak istiyorum.

Bu vesileyle, gecemize katılıp, değerli parçalarıyla bir bilinç ve duygu patlamasının yaşanmasına, bereketli ve verimli bir gecenin idrak edilmesine vesile olan “Grup Yürüyüş” ve “Grup Kardeşlik Türküsü” bünyesinde yer alan kardeşlerimize bir daha teşekkür ediyor ve Rabbimizin kendilerine ecirlerini vermesi, en güzel şekilde ödüllendirmesi için dua ediyoruz. Büyük katılımın yaşandığı, son derece diri bir katılımın gözlendiği bu gecedeki fonksiyonlarıyla bir daha anlaşılmıştır ki, bu tür özgün müzik gruplarının kitleleri etkileyip harekete geçirmede, müzik formuyla bilinç kazandırmada önemli etkileri vardır. O halde, bunu fark eden bütün mü’minler, bu grupların çalışmalarını çok yönlü desteklemeli, ayakta kalmaları, yaşamaları ve kendilerini geliştirmeleri için katkıda bulunmak üzere harekete geçmelidirler.

Hicret Gecesinde Yapılan Konuşma:

Hicret’in 1431. yılı hepimize, tüm Müslüman Halklara ve tüm Dünya Mustaz’aflarına hayırlı olsun, hayırlar getirsin inşallah. Kur’an’a doğru hicretimize, vahiyle fıtratın bütünleşmesine ve yeniden dirilişimize, böylece Kur’an’ı terk ederek (mehcur bırakarak, Kur’an’dan hicret ederek) içine düştüğümüz zilletten kurtulup yeniden izzetli günlere kavuşmamıza vesile olsun inşallah.

Hicretin 1431. Yıldönümünde Ümmetin ve İnsanlığın Hâli

Dünyaya ve Türkiye’ye baktığımızda; genelde tüm insanlığın, özelde Müslüman halkların, “insanı insanın kurdu” haline dönüştürmüş seküler, paganist modern paradigmanın kuşatması altında nasıl köleleştirildiğini görüyoruz.

Kapitalist emperyalizmin ve çıkarcılığı, hazcılığı, dünyevileşmeyi, lüksü, israfı, azgınlığı, tuğyanı ifade eden tüketim kültürünün, (ölçüsüz, değersiz, ahlaksız kazanım hırsının ve tüketim çılgınlığının) esiri haline getirilmiş insanlığın nasıl sömürüldüğünü, nasıl anlam ve değer kaybına uğratıldığını, insana ait her şeyin nasıl metalaştırılıp fiyatlandırılarak piyasaya sürüldüğünü, ancak nasıl değersizleştirildiğini hüzünle tespit ediyoruz.

Sonuçta fesadın, zulmün, adaletsizliğin, sömürünün nasıl küreselleştirildiğini, insani erdemlerin, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını, aşağılandığını, fıtratların nasıl bozulduğunu, zihinlerin nasıl işgal edildiğini, ruhların nasıl kirletildiğini ve sonuçta insanın nasıl tüketildiğini, insanlık onurunun, insani erdemlerin ve ahlaki değerlerin nasıl çürütüldüğünü, kitlelerin nasıl edilgen sürüler haline getirilip yozlaştırıldığını acıyla gözlemliyoruz.

İslam coğrafyasının nerdeyse her yanındaki, ya kapitalist korsan devletlerin, silah ve petrol kartellerinin çıkarları istikametinde gerçekleştirdikleri doğrudan askeri işgallerle, ya da işbirlikçi despot oligarşilerin, monarşilerin yönetiminde ideolojik, kültürel, ekonomik işgaller ve sömürgeci politikalarla, katliamlarla, Müslüman halkların nasıl kan, gözyaşı ve sefalete mahkûm edildiklerini yüreğimiz kanayarak izliyoruz.

Milyonlarca masum insanın nasıl canice, vahşice soykırımlarla katledildiğini, sefalete mahkûm edilen fakir halkların zengin kaynaklarının nasıl talan edildiğini, on yıllardır mülteci kamplarında geçen, orada doğup orada son bulan, ıstırap, acı ve sefalet dolu Müslüman hayatların acısını yüreğimizde hissediyoruz.

İşte bu büyük seküler, laik kuşatma, zalim, ahlaksız, hayvandan aşağı küresel uygulamalarla, kapitalist sömürü ve köleleştirme projeleriyle bunalan insanlık, vicdanın sesine, fıtri erdemlere kulak vererek itiraz ediyor. Yeşiller ve küresel karşıtları gibi isimler altında, bizzat Batı içinden milyonlarca mazlum insan meydanları doldurup, bu büyük kuşatma ve sömürüye karşı “yeni bir dünya mümkün” sloganıyla yeni bir dünya arayışı içinde olduklarını haykırıyorlar. Ancak vahiyden kopuk oldukları için, zihinleri modern paradigmanın kodlarıyla şartlandırıldığı için, yeni bir dünya alternatifini bir türlü üretemiyorlar / üretemezler.

Biz Müslümanların elinde ise, işte bütün bu dünya insanlığını kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden ve sömürüden kurtarıp adalete ulaştıracak mesajı taşıyan, Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımız Kur’an var. Bu sebeple sorumluluğumuz büyük. İşte Hicret’in 1431. yıl dönümü olan bugünlerde, ilk neslin bu büyük sorumluluğun gereğini nasıl yerine getirdiğini, insanlığı zulümatın / karanlıkların kuşatmasından kurtarıp Kur’an’ın aydınlığına nasıl çıkardığını düşünmeye, o kutlu neslin muhteşem örnekliğiyle ortaya konan “yoldaki işaretleri” bir daha hatırlayıp, kendimizi ve halimizi sorgulayıp, aynı izzetli yolu takip etmeye azmederek, sorumluluklarımızı kuşanmaya çalışmalıyız.

HAYAT, İMAN VE CİHAD

HİCRET, İMÂNİ ve İBÂDİ BİR SORUMLULUKTUR

Hicret Nedir? Muhacir Kimdir?

İnsanlık tarihi boyunca, istikametini kaybeden, tevhid inancından sapan, fıtratın yolundan uzaklaşan ve bu sebeple “esfele safiline” (aşağıların aşağısına) “hatta hayvanlardan aşağı” konumlara sürüklenen insanlığa; insani onurunu tekrar kazandırmak, yeniden fıtratın yoluna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere indirilen vahyin mesajı ile Peygamberler gönderilmiştir.

Peygamberler, çeşitli zindanların karanlıklarına gömülmüş insanlığı, vahyin aydınlığına, iç dünyada, kalplerde yaşanacak inkılapla şirkten tevhide hicrete, tağuttan içtinap edip (uzaklaşıp-kaçınarak) sadece Allah’a kulluk yapmaya çağırmışlardır. “Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.” (Nahl 36)

Hicret yolunda ilk aşama, işte bu zihni ve imani hicrettir. Kalbi arınma ve imandır. Yüreklerde yaşanan inkılapla şirkten tevhide hicrettir. Aslında bu anlamdaki hicret iman demektir. Tevhidi bilincin oluşumu demektir. Peygamberlerin Kur’an’daki ifadesiyle manevi anlamdaki bu ilk hicret Allah’a hicrettir: “Ben de Rabbim’e muhacirim / toplumsal yaşamın bütün kirliliklerini terk edip Allah’a hicret ediciyim…” (Ankebut,29/26.)

Hicretin ikinci aşaması, ameli hicrettir. Bu, cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidi salih amellere hicrettir. Şirkten tevhide hicretle iman edenler, iman ettikleri değerleri hayata taşımak suretiyle cahiliye amellerini terkle sâlih amellere hicret etmeye ve böylece Kur’an ahlakıyla ahlâklanarak vahye şahidlik yapmaya, daveti hal ve kâl ile insanlara taşımaya çağırmışlardır. Bu anlamda hicret, iman-amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslami tevhidi hayata hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmaktır.

İşte bu ilk iki aşama, aslında Müslüman şahsiyetin inşası anlamına da gelmektedir. İman eden birey mü’min, imani ve ameli bir ayrışmayla cahiliyeden kopmakta, aklı, imanı, tasavvuru ve hayatı vahiyle inşa olan Müslüman şahsiyet haline gelmektedir. İşte böylece iman eden ve iman ettiği değerleri hayata taşıyan Müslüman şahsiyet, söylem ve eylemleriyle, iman ve amelleriyle cahiliye toplumuna bireysel planda örneklik oluşturmak ve vahye şahidlik yapmak sorumluluğunu da yerine getirmiş olmaktadır.

Hicrette üçüncü aşama, yapısal hicrettir. Vahyin yönlendirmesiyle Peygamberler, sadece cahili inanç ve değerlerden hicrete değil, cahili yapıdan İslami yapıya hicret etmeye de çağırmışlardır. Cahiliye toplumundan, inanç ve amel bakımından ayrışmaya ilaveten velayet ilişkileri bakımından da koparak, iman kardeşliğiyle bütünleşmiş mü’minlerin kaynaşma ve dayanışmasıyla alternatif tevhidi cemaati oluşturmaya ve cahiliye toplumuna cemaat planında da şahidlik yaparak, örneklik teşkil ederek onu dönüştürmeye davet etmişlerdir.

İşte bu yapısal plandaki hicret, cahiliye toplumuna alternatif İslam toplumunu oluşturmak ve bu anlamda cahiliye toplumundan İslam toplumuna hicret etmektir. Büyük, güçlü ve egemen cahiliye toplumunu, sistemini ve cahiliye otoritesi tağutları terk ederek Allah Resulünün oluşturduğu İslami otoriteye ve küçücük, güçsüz İslami topluma doğru hicret etmektir. Bu aynı zamanda, Dar-un Nedve’den Dar-ul Erkam’a hicret etmekti. Cahiliyeden kopan mü’minlerin oluşturduğu bu küçük ama alternatif yapıda, artık kan ve soy bağının yerini güçlü akıde ve iman bağı alıyordu.

İşte bu manevi hicret; Mekke’deki ilk neslin örnekliğinde görüldüğü üzere, imani, ameli ve yapısal planda şirkten, şirk amellerinden ve şirk toplumundan zihni ve ahlaki bir ayrışma, uzaklaşma anlamına geldiği gibi, şirk sisteminden beraatı, ona itaatsizliği ve uzlaşmazlığı da gerektirmektedir. Bunu kavrayabilmek, yoldaki işaretleri fark edip yolumuzu bulabilmek ve bu yolda ayaklarımızı sabit kılabilmek için, bugün içinde yaşadığımız cahiliye sistemi ve toplumunda takip etmemiz gereken yolun işaretlerini bize sunan Mekkî sureler ile Allah Resulü (s)nün ve eğittiği ilk Kur’an neslinin yolumuzu aydınlatan ilkeli, onurlu pratiğini hayatımıza yön vermek amacıyla dikkatlice ve hakkıyla okumalıyız.

Bu anlamda hicret; imtihan sebebiyle dünyaya muhacir ve misafir olarak gelen fıtratın, yine kendisi gibi Allah’tan gelen vahiyle yeryüzünde buluşup bütünleşmesidir. Evet bu anlamda hicret şirkten, cahiliyeden ayrılışken, vahiyle buluşmaktır. Dünyada kirlenen aklın, yozlaşan fıtratın, başta şirk olmak üzere bütün akıdevi ve ahlaki pisliklerden temizlenme, arınma ve ayrışma amacıyla vahiyle bütünleşmesidir.

Hicrette dördüncü aşama ise, mekânsal hicrettir. Bu hicret, bir dava önderinin davasına yeni hamleler yaptırmak, yeni açılımlar ve imkânlar kazandırmak için attığı stratejik bir adımdır. İmkânların tükendiği alandan, yeni imkânların, enerjilerin, projelerin üretildiği, mücadeleye yeni soluk kazandırılan ve yeni güç katılan alana hicret etmektir.

Evet mekansal hicret, bir yandan Müslüman’ca yaşama imkanı elde etmek, davete yeni zeminler aramak, yeni imkânlar kazandırmak, yeni alanlar açmak için yola çıkmak, diğer yandan bu yeni imkânlarla güçlenip, plan ve projeler yapıp geri dönmek, gasp edilen haklarımızı geri almak ve insanlık onurunu yeniden yüceltmek amacıyla hazırlanmaktır. Sonuçta karanlıkları kovarak aydınlığı ikame etmektir. Şirki, zulmü ve ifsadı, izale ve ıslah ederek tevhid ve adaleti ikame etmek üzere ıslah amaçlı plan, proje yapmak, imkanlar hazırlamak, enerji ve güç biriktirmektir. Allah rızası için hak ve adalet uğrunda en sevdiklerimizi terk edebilmeyi, sevdiğimiz her şeyi feda edebilmeyi göze alabilmektir. Bu anlamda samimi bir adanmışlıktır. Hicret, büyük ve onurlu bir sorumluluk, fedakarlıklarla yoğrulan yorucu ve yıpratıcı bir süreçtir.

Bir Bakıma Mü’min, Sürekli Muhacir Olmayı Başarabilendir

Evet, bir bakıma insan sürekli muhacir sayılır. Sadece Allah’a kulluk amacıyla dünyaya gelmesi de, imtihan süresini / ömrünü tamamladıktan sonra ahirete dönmesi de bir anlamda hicreti hatırlatmaktadır. Peygamber'in (s), "bu dünyada bir garip yolcu gibi ol" uyarısı, aslında insanın bu sürekli muhaceretinin ifadesi gibidir. Bu yolcunun takip etmesi gereken yol fıtratın yoludur, vahyin belirlediği, Resullerin şahidliğini yaptığı tevhid yoludur. Bu yol, geçici olarak gelinen bu imtihan dünyasında kulluk, arınma, tekâmül ve tekrar Allah’a dönüş yoludur. “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Râciun”.  (Doğrusu biz Allah’a aidiz ve sonunda yine O’na döneceğiz). İşte muhacir bu bilinci sürekli diri tutan ve gündeminin birinci maddesi yapmakta ısrar edendir.

Bu anlamda hicret, Allah’ın tertemiz yaratışıyla dünyaya gelen fıtratın, yeryüzünde yine Allah’tan gelen vahiyle bululup, bütünleşmesi ve bilahare bu vahiy istikametinde sorumlu yürüyüşünü tamamlayıp Rabbine dönmesidir. Bu sebeple Rabbimiz bu çok önemli buluşma ve bütünleşmeye dikkat çekerek, “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği iki şeyin arasını kesmeyin” (fıtrat ve vahiy arasındaki bağın koparılmaması, bu ikisinin birleştirilmesi ve böylece tevhidi imanla bağın sürekli kılınması) uyarısını yapmakta, bu ikisinin arasını keserek dünyada buluşup bütünleşmelerini engelleyenlerin arzda fesad çıkaracaklarını ve sonlarının hüsran olacağını bildirmektedir. (Bakara 27) Önemli olan, insanın dünyadaki muhaceretinde kat edeceği bu hicret yolunda yürürken, yoldaki işaretlere ve işaretçilere dikkat etmesi, akıdevi ve ameli kazalara sebep olmaması, her şartta ve her zamanda tevhidi istikameti korumakta titiz, ilkeli ve tavizsiz olmasıdır.

İşte bu anlamdaki hicret bilincinin varlığı, kulluk amacını unutup dünyayı belirleyici kılan dünyevileşmenin önündeki en büyük engeldir. Çünkü, muhacir, bu imtihan dünyasında misafir olduğunun, geçici olarak ve imtihan için bulunduğunun farkında ve bilincinde olunca, şeytani iğvaların, dünyanın haz ve süslerinin onu yolundan şaşırtması çok daha zordur. Çünkü bu bilinci taşıyan mü’min inanmaktadır ki; imtihan sebebiyle dünyaya doğuyor ve az bir geçimlikten ibaret olan kısacık ömrünü, dünyanın süsüne kapılmadan, ahret ve hesap bilincini kaybetmeden, Allah’ın yaratış gayesine ve koyduğu hudutlara riayetle ve tevhidi istikameti koruyarak tamamlamak suretiyle, ahiret yurduna, arınarak ve vahye şahidlikle tekâmül ederek hicret etmesi gerekiyor.

Hicret; Tağuttan Kaçınıp Yalnız Allah’a Kulluk Yapmak, Şirkten, İfsaddan, Zulümden Uzaklaşıp, Tevhidi, Adaleti İkame Etmek ve Islah Çabasını Sürekli Kılmaktır

Hicret "kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması" demektir; Rasulullah, "muhacir, Allah'ın kendisine yasakladığı şeyleri terk eden kişidir" buyurmaktadır. Allah Resulü (s), “Hicret nedir?” sorusuna, “Kötülüğü terk etmendir.” (Ahmed b. Hanbel) cevabını verirken “Muhacir kimdir?” sorusuna ise; “Hata ve günahları terk edendir.” (İbn Mace) şeklinde cevap veriyor. Bu ifadeler, hicretin zaman, mekan ve toplumlar üstü bir iman, cihad ve ibadet olduğunu ortaya koymaktadır.

Allah, Bakara 257. ayette “Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar...” buyurmaktadır.

İşte ilk hicret bu istikamette yaşandı. Tağutlara itaat ve ibadet etmekten kaçınıp, yalnız Allah’a kulluk yapmak, zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa çıkmak anlamında hicret. Cahiliyenin ilahlarından ve şirk dininden, Vahid-ul Kahhar olan Allah’a ve O’nun tevhid dinine doğru hicret. İşte bu kurtarıcı hicret, insan üretimi cahiliyenin renginden arınıp Allah’ın rengiyle boyanmaktır. Üretilmiş ipleri terk edip Allah’ın ipine sarılmaktır.

Nerede, ne zaman ve ne şartlarda olursa olsun küfür ve şirki terk eden, uzaklaşan kimse muhacirdir. Fıskı, küfrü, şirki olduğu gibi modern tüketim kültürünü, kapitalist yaşam tarzını, seküler hayatı terk etmek de müminler için zor olsa bile kesinlikle bir zarurettir, farzdır ve hayatı kuşatıcı hicretin kaçınılmaz bir gereğidir. Ahlaki ve ameli olarak nefsimizde, ailemizde ve çevremizdeki her bir ıslah (düzeltme) çabası bizim takva yolunda, hicret yolunda atılmış bir adımımız olarak algılanmalı ve bu ıslah bilinci hayatımızı kuşatmalıdır.

Ali Şeriati’nin ifadesiyle "Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri İslami davranış ve alışkanlıkları terk etmektir.”“Hicret bir kaçış değildir. Aksine kafirlere ve zalimlere terk edilen haklarımızı geri almak, mücadelenin şartlarını yerine getirmek için hazırlanmaktır. Yani geri dönüş ve hesap sorma eylemidir hicret…”  Hicret ne bir pes ediş, ne de bir küfürden kaçış idi. Fakat hicret, imkanların tükendiği yerden yeni imkânların üretileceği, yeni açılımların gerçekleştirileceği, yeni projelerin uygulamaya konacağı yere intikal etmek idi.

İslam Tarihini anlatan kitaplara baktığımızda Mekke küfür devletindeki baskı, işkence, boykot, ve çok boyutlu zulümlerden bunalan Müslümanların zulümden kaçmak için hicreti gerçekleştirdikleri savı ön plana çıkarılmıştır. Eğer böyle olsaydı, ilk Habeşistan hicretine katılanlar, korumaya en muhtaç en zayıf ve arkasız mü’minler arasından seçilirdi. Halbuki ilk Habeşistan hicretine katılanlar, cahiliye içinde güçlü arkası ve kabilesi olan, ama temsil kabiliyeti ve daveti taşıma potansiyeli yüksek olanlar bu hicrete katılmışlardır. Tabii ki, özellikle bütün mü’minlere hicretin farz kılındığı Medine hicreti bakımından, baskı ve işkencelerden kurtulmak, daha hür ve güvenli bölgeye hicret etmek niyetlerini göz ardı etmesek de, Hicrette asıl amaç, İslami Mücadeleyi Mekke dışına taşıyıp, Allah'ın hükümlerinin geçerli olduğu yepyeni bir düzene oturtarak, Müslümanları edilgen (pasif) konumdan çıkarıp, etken (aktif) unsur kılma yolunda adım atmaktır. Sadece riskten kaçış olsaydı, gidilen yerlerde yeni riskleri davet eden tevhidi duruş ve direnişler gerçekleştirilmezdi. (Hz. Cafer’in Necaşi huzurundaki tavizsiz tebliğini düşünelim).

Hicret; Toplumsal Tevhidi Dönüşüme Zemin Hazırlamak İçin Yüreklerde ve Hayatta Vahyi İnkılabı Gerçekleştirmektir

Bilmeliyiz ki, öncelikle ve bir an önce, bu uzun yolculuğumuzda ihtiyaç duyacağımız yakıtımız, güç ve motivasyon kaynağımız olacak içimizdeki/özümüzdeki değişimi/hicreti gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Unutmayalım ki, ‘Bir topluluk kalplerindeki, özlerindeki durumu, değerleri değiştirmedikçe, Allah onlar üzerine verdiklerini ve onların durumunu değiştirmez…’ (Rad 11, Enfal 53)

İçlerinde, özlerinde bir hicreti yaşamayanlar, gerçekleştiremeyenler, coğrafi olarak yer değiştirebilirler ama asla hicret edemezler. Çünkü maddi plandaki hicret özde yaşanan manevi bir hicretin dıştaki tezahüründen başka bir şey değildir. Yani maddi plandaki hicret, manevi, imani hicretin bir sonucudur. Yüreklerdeki işgale son verilmedikçe, şirk başta olmak üzere yüreklerdeki tüm kirlilikleri sona erdirip karanlıkları aydınlatacak olan inkılâp öncelikle yüreklerde yaşanmadıkça, toplumsal alandaki ve coğrafi bölgelerdeki işgal ve kirlilikler sona erdirilemez. Anlaşılmaktadır ki, maddi coğrafyadaki mekânsal hicret zaruretinin doğabilmesi için, öncelikle yüreklerdeki manevi coğrafyada harekete geçmek, şirkten arınarak tevhide doğru manevi bir hicreti gerçekleştirmek gerekmektedir. Öncelikle yüreklerin şirkten tevhide, cahiliye karanlığından vahyin aydınlığına doğru inkılâp ettirilmeleri ve bu hicrete süreklilik kazandırılması gerekmektedir.

İşte insanlık serüveni boyunca; Allah’tan gelen mesaj Resulleri tarafından toplumlara götürülmüş, zalim ve cahil cahiliye toplumları Allah’tan gelen bu mesajı yalanlamış, inat edip davete icabet etmeyi reddetmiş, sonuçta vazife yerine getirilmiş ve artık yapacak bir şey kalmadığında ise o bölgeyi terk etme (hicret) zamanı gelmiş ve peygamberler gece yürüyüşüyle şehirlerini terk etmişlerdir. Çünkü, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesaj, karanlıklardan beslenen müstekbirleri, tağutları rahatsız eder. Bunun üzerine, tevhidi mesajı taşıyan mü’minlere yapılan baskılar, işkenceler, cinayetler sonucunda kaçınılmaz olarak yeni imkânlara ulaşma çabası, adalet ve özgürlük arayışı mekânsal hicretle sonuçlanır.

Resulullah (s) de, bütün Peygamberlerin yaşadığı aynı serüveni yaşadı. İlk inen surelerde, cahiliye inancından ve cahiliye toplumundan ayrışıp uzaklaşarak, önce tevhidi imana doğru, sonra da “kalk uyar” emriyle gerçekleştirdiği tevhidi davete icabet edenlerle İslami toplumu oluşturarak alternatif yapıya doğru hicreti yaşadı. Sonuçta Mekke’de, Resulün şahidliğinde ilk Kur’an neslinin öncülüğünde, hem cahiliye inancından hem de cahiliye toplumundan tam ve kesin bir ayrışma yaşandı.

Rasulullah'ın (s), dünyevi iktidar ve zenginliklerle ilgili her türlü “cazip” teklifi reddedişi, şirke karşı tavizsiz ve uzlaşmaya yanaşmayan ilkeli tavrı, onun hepimize, kıyamete kadar gelecek tüm mü’minlere hitap eden çağlar üstü en büyük sünnetidir. Resulullah (s) ve ashabı en ağır zulüm ve işkencelere, ekonomik, sosyal kuşatma ve boykotlara rağmen, hatta iman eden bir avuç mü’minin yok olması tehlikesine rağmen, tavizsiz bir direnişle istikameti koruyup, ilkeli bir tutumla tevhidi daveti yaygınlaştırma mücadelesinden vazgeçmediler. Ateş çemberinden geçmelerine rağmen manevi, imani ve ahlaki hicrette tavizsiz ve ilkeli duruşlarını ısrarla sürdürdüler. Bu hicreti kalıcılaştırdılar. Kur’an’la cihadı en güzel bir biçimde gerçekleştirdiler. Ancak artık yapacak fazla bir şeyin kalmadığı, İslamı yaşamanın ve tebliğ etmenin imkânları tamamen tükendiği noktada, Rabbimiz onlara mekânsal hicretin yolunu açtı.Meta nasrullah” diyecek hale gelene kadar darlandılar, büyük bedeller ödediler ve Allah’ın vaat ettiği yardıma müstahak oldular, ondan sonra Allah’ın izniyle “zorlukların rahmindeki kolaylık tohumları” yeşermeye ve önlerinde yeni ufukların, umutların, imkânların yolları açılmaya başladı. 

Hicret; Ruczdan Arınmaya Süreklilik Kazandırmak, Kur’an’la Büyük Cihadı Gerçekleştirmektir

İman bilincini ve sorumluluğunu kuşanan mümin şahsiyet, toplumdan uzaklaşma ve topluma karşı sorumluluklarını terk edecek kadar şiddetli bir yalnızlık isteği duysa da, bunu “kalk ve uyar!” emri gereği aşmak durumundadır. Ancak bu yalnızlık ya da marjinallik duygusunu toplumun cahili değerlerini taklit ederek gidermeye de kalkışmamalı, tam tersine toplumu cahiliyeden uzaklaştıracak vahyi daveti her şartta sürdürmelidir. “Verucze fehcur” (Müddessir 5) emri gereğince, cahiliye toplumunun cahili inanç, değer ve davranışlarını terk etmeli, “vehcurhum hecran cemile” (Müzzemmil 10) emri gereğince de onlardan en güzel bir şekilde uzaklaşmalı; hicret etmelidir.

Allah rızasını kazanmak üzere, akıl ve irademizi kullanıp önce iman için Allah’a yönelmeli, sonra da iman eder etmez hemen işe koyulup, nefsimizi kötülüklerden arındırmayı, toplumun kirliliklerine bulaşmamayı, günahlardan kaçınmayı, manevi pisliklerden uzaklaşmayı, hicret etmeyi başarmalıyız. Manevi hicretin genel ilkesi; “toplum içinde var olmaya devam etmek, ancak cahiliye toplumunun cahili değerlerine savrulmadan, hakka uygun yaşamaktan asla taviz vermeden, cahiliye toplumuna örnek olmak üzere vahye şahidlik yapmayı ve ıslah sorumluğunu yerine getirmeyi ısrarla sürdürmektir”.

Aslında nefsin fücura yönelişinden kaynaklanan manevi kirlilikleri arındırmanın yolu dahi, “verrucze fehcur” emri gereğince şirk dahil bütün akıdevi ve ahlaki kirliliklerden arınmayı sürekli kılmanın imkânı dahi, toplumsal hayat içindeki kirliliklere karşı mücadele etmekten ve bu mücadeleyi hiç durdurmamaktan geçmektedir. Topluma taşıyacağımız hakikate dair değerleri önce kendimiz yaşamalı, iç dünyamızda ve amellerimizde şirkten tevhide doğru manevi hicreti gerçekleştirmeliyiz. Cahiliye toplumuna, cahili inançlara ve münkere karşı tevhidi daveti, Kur’an’la cihadı ve ıslahı esas alan mücadelenin sürekliliğinden kopanlar, mü’minlerle birlikte olmaktan uzaklaşıp bireyselleşerek nefsiyle baş başa kalanlar, uyarma sorumluluğunu terk edip yalnızlığa çekilenler tersine bir hicretle cahiliye toplumuna ve değerlerine savrulma riski altında kalırlar.

İşte bu büyük önemi dolayısıyla Rabbimiz, cahiliye kirinden arınıp “elbisesi temiz” olanların, “kalk uyar” emri gereğince yaptıkları dışa, topluma, insanlığa dönük mücadeleyi büyük cihad olarak isimlendirmektedir. ( Furkan,25/52.)  Evet Kur’an’la büyük cihad; nefsimizde olan kötülük eğilimlerine ve şirke dayalı cahiliye toplumunun Allah’a karşı nankörlük anlamına gelebilecek bütün manevi kirliliklerine karşı durmak, İbrahim (as) daki güzel örnek olarak bize sunulan bütün Peygamberlerin yolunu takip ederek, “sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan da beriyiz, sizi reddediyoruz” (Mümtehine 4) haykırışıyla onlardan ve cahili inanç ve amellerinden hicret etmek ve cahiliye toplumunu vahiyle ıslah etmeye, şirki izale etmeye çalışmaktır.

Cahiliye toplumunun şeytani yaşantısından ilahi rızaya uygun tevhidi bir hayata hicret eden mümin, köşesine çekilip bencilce bireysel bir tezkiye ile yetinemez, toplumsal davet ve şahidlik sorumluluklarını unutup, şirke ve münkere karşı bireysel, edilgen bir tutum geliştiremez. Her mü’minin, gücü, birikimi, potansiyeli yettiği ölçüde şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı büyük bir cihad içine girmesi kaçınamayacağı kulluk vazifesidir.

Hicret, İman, İbadet, Cihad, Şehadet Bilinciyle Mekke’sini İnşa Edemeyenin Medine’si Olamaz

Hicret sünneti olmasaydı, tevhidi mesaj çağları aşıp bugünlere gelemezdi, tüm dünya insanlığına ulaşamazdı. Hicret sünneti sayesinde, Müslümanlar sıkıştırıldıkları yerden "huruç" ettiler. Medine kılacak yeni Yesrib'ler arayıp buldular. Oralardan yola çıkıp, kayıp Mekke'lerini yeniden kazandılar. Yeni manevi hicretler, imani, ameli ve yapısal hicretler, yeni Medinelerin kadrosunu inşa ederek yeni Medinelerin kapısını açacak, yeni Medinelerde oluşacak birikimler ve imkanlar ise inşallah yeni Mekkelerin fethini sağlayacak ve sonuçta ortaya çıkan tevhid ümmeti yeni medeniyetleri inşa edecektir.

Mekke; imani, ameli, yapısal hicretle cahiliye inancı, amelleri ve toplumsal yapısından ayrışarak, şirk sisteminden beraatını ilan edip, şirk sistemine itaatsizliği ve uzlaşmazlığı esas alan İslami şahsiyetin, İslami cemaatin oluştuğu ve olgunlaştığı yerdir. Medine’yi ve medeniyeti inşa edecek İslami kadronun, mücadelenin zorlu şartları içinde, cahiliyenin baskı, işkence ve amansız zulümleri ortamında yetiştirildiği yerdir. Bu sebeple böylesine kuşatıcı bir hicret bilinciyle, iman, ibadet, cihat, şehadet bütüncüllüğü içinde Mekke’sini inşa edemeyenin Medine’si olamaz. Medine ve medeniyet bir sonuçtur. Öncelikli ve esas olan, Medine’yi inşa edecek kadroyu Mekke’nin zorlu şartlarında imanının imtihanını vererek yetiştirmek, yine Medine’nin bir sonucu olan medeniyeti oluşturacak olan Kur’an toplumunu, ümmet nüvesini de öncelikle Mekke’nin çetin şartlarında inşa etmektir.

Bilmeliyiz ki, hayat; hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadettir. İman maddi ve manevi hicreti de kapsamaktadır. Aslında bu anlamıyla, hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadet kavramlarının iç içe geçtiğini, örtüştüğünü ve hayatımızı kuşatan bir anlam bütünlüğü oluşturduğunu tespit ediyoruz. İşte Mekke, bu bilinç ve kavramsal bütünlük içinde, Allah yolunda Kur’an’la büyük cihad gerçekleştirilerek ve en zorlu şartlarda imanın imtihanı verilerek inşa edilmiş ve Medine’ye hicret hak edilmiştir. Evet hicret, böyle manevi ve maddi boyutları olan, imandan amele, cihaddan şehadete bütün imani ve ibadi unsurları kapsayan uzun soluklu, zorlu bir yürüyüş, Mekke’de başlayan, ancak Medine’de de yeni boyutlar kazanarak devam eden ve hayatı kuşatan imani ve ibadi bir süreçtir.

Hicret Edenler Allah Tarafından Övülürken, Etmeyenler cehennem Ateşiyle Uyarılmışlardır

Nefse cazip gelecek pek çok teklif reddedilerek ve büyük zulümlere direnerek ısrarla ve sebatla sürdürülen tavizsiz tebliğ ve davet karşısında acze düşen şirk sistemi önde gelenleri, tıpkı bu günde yaşandığı gibi, İslami düzenle, küfür düzenini uzlaştırıp belli ölçülerde sentez ederek, sistemlerinin devamını sağlayacak bir uzlaşma zeminine çekme tekliflerini gündeme getirdiler, ancak yüreklerde meydana gelmiş manevi hicretin kökleşmesi sebebiyle bunda da sonuç alamadılar ve baskılarını, artık dayanılmaz boyutlara taşıyarak, mekansal hicretin gerçekleşmesini sağladılar.

Allah’a doğru gerçekleştirilen bu kutlu yolculuğu yüklenen tüm muhacirler için Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Kim, Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde yerleşecek çok yer ve bolluk bulur. Kim, evinden Allah'a ve Rasulü'ne muhacir olarak çıkarsa, sonra da ölüm kendisine erişirse, muhakkak onun sevabı Allah'a düşer. Allah, bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa Suresi, 4/100)

Kim Allah’a ve Resulune hicret ederse, yani kim tevhidi davete icabet edip, Allah’a ve Resulune itaat eder ve adanmış mü’min vasfıyla bu yolda fedakarlık yaparsa, bedel ödemeyi, dünyevi imkanları, dünyanın süslerini Allah ve Resulünün yolunda terk ve feda ederek takvayı hakkıyla kuşanırsa ve bu kutlu yolda ölürse, Allah ona ecrini vereceğini vaat etmektedir. İşte Rabbimizin bu teşvikiyle önce imani, ameli, yapısal hicretle şirkten tevhide hicret edildi, sonra da yine O’nun izniyle, mekan değiştirme açısından ilk hicret Habeşistan'a yapıldı. Habeşistan’a ikinci hicretten sonra ise, güç yetiremeyen ve hicretten geri kalanların dışında tüm Müslümanlar Medine'ye hicret ettiler.

Hicret, Müslüman’ın gerçek vatanını aramasıdır, adalet ve özgürlük arayışıdır. Müslüman’ın vatanı, imanının gereklerini özgürce yaşayabildiği yerdir. Mü’minler, herhangi bir toprak parçasının, ancak sahip olunan değerlerin yaşandığı yer olduğu ölçüde anlam kazanacağı bilinciyle, nelerle karşılaşacaklarını bilmeden hem zihinsel, hem de bedenen Allah ve Rasulüne hicret ediyorlardı. İşte bu fedakarlığı öven ve onları cennetle müjdeleyen onlarca ayet inmiş, Müslümanların yüreklerine su serpmişti: "Rableri onlara karşılık verdi: 'Ben sizden erkek kadın, hiç bir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... Elbette onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Yaptıklarına), Allah katından karşılık olarak. Karşılıkların en güzeli Allah katındadır." (Al-i İmran 3/195).

Onca zulmün ve sıkıntının üzerine evini barkını terk edecek kadar güçlü olamayanlar ve çeşitli bahanelerle hicret etmeyip, Mekke'de kalanlara Allah şu uyarıda bulundu: "Melekler kendi kendilerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki; 'Neyde idiniz?' Onlar 'Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustazaflar) idik' derler. (Melekler de:) 'Onda hicret etmeniz için Allah'ın arzı geniş değil miydi?' derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o." (Nisa 4/97)

Hicret edenler hayatın, iman konusunda bir sınanma mahalli olduğunun bilinciyle fedakarlıklardan haz duyarken, bu bilinci kazanamayanlar ya da yitirenler, nefislerinin arzularına uyarak hicretten geri durdular. "İnsanlar yalnız inandık demekle, hiç sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?" (29/2). Bu ayetteki gerçeği göz ardı edenler İslami mücadelede istikrar ve kararlılık gösteremediler. Allah ise onların öne sürdükleri hiç bir bahaneyi kabul etmeyecekti. "İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah katında dereceleri daima büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır." (Tevbe 9/20).

Müslümanların, Medine'ye hicretiyle birlikte görülmemiş bir kardeşlik olayı gerçekleşti. Medineli ensar, Allah'ın vasiyet bakımından akrabaların muhacirlerden daha yakın olduğunu hatırlatmasına sebep olacak kadar (33/6), bütün mal varlıklarını, yurtlarını terk edip gelen bu Müslümanlar için infak ediyorlardı. Kendilerinin ihtiyaç duyduğu şeyleri bile hicret edenler için infak edenlere Allah elbette ki mükâfatını esirgemeyecekti.

Ensar Akabe sözleşmesinin gereğini fazlası ile yerine getirmişlerdi. Muhacirler, ev, bark, mal, mülk ve ailelerini Mekke’de bırakıp terk ederek Allah yolunda hicret edip fedakârlık yaparken, Ensar da, bütün bunları Medine’de Allah rızası için kardeşlerine infak ederek terk ediyorlardı. Yani Ensar dünyalıkları Allah için terk anlamındaki hicreti Medine’de yaşıyorlardı. Rabbimiz, böylesine fedakârca kucaklaşmayı, paylaşmayı, dayanışmayı ve yardımlaşmayı ihtiva eden böylesine samimi, böylesine hasbî bir iman kardeşliğini bizlere de nasip etsin.

Tarihsel Süreçte Tersine Hicret Yaşanmış ve Kur’an Mehcur Bırakılmıştır

Asr-ı saadeti ve râşid halifeler dönemini müteakip yaşanan saltanat döneminde, pek çok savrulmaya yol açan bu uzun tarihsel süreçte, hicretin, genellikle Kur'ani değerlerden cahili değerlere ve sistemlere doğru, Allah’tan tağutlara, nurdan zulumata evrilme şeklinde gerçekleştiğini üzülerek müşâhede etmekteyiz. Mü’minlere, şirkten tevhide hicret ederek Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmaları emredilmişken, ümmetin çoğunluğu, Kur’an ve İslam adı altında tarihsel süreçte üretilen pek çok iplere tutunarak tefrikaya düşmüş ve istikametten saparak, geleneksel bid’at ve hurafelere doğru tersine bir hicret yaşamış, cahiliye kültürünü yeniden üreterek dinleştirmiştir. İslam dünyasının bugün her yönden geri kalışının, sömürgeleşmesinin ve zillete sürüklenişinin sebebini öncelikle bu ters istikametteki hicret olayında aramak gerekir.

İşte bu yozlaşma sürecinde, çoğunluk Müslümanların dilinden düşürmedikleri Kur'an'a rağmen, vahiy kalbe inmemiş, hayata yansımamış ve Müslümanların yaşayışları, cahili değerlere inananların yaşantı biçimine dönüşmüştür. Hz. Peygamber (s)in, Kur'an'dan beşeri sistemlere, cahili değerlere hicret edenleri, Kur’anı terk edip topuklarının üzerinde geri dönenleri Allah'a şöyle şikâyet edeceği bildirilmiştir; "Rabbim, gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş (mehcur) olarak bıraktı." (25/30).

“El-mehcur” sözcüğü, terk edilmiş, kendisinden ayrılınmış, uzaklaşılmış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber'in (s) dilinde bu söz, o günkü kavmi için olduğu kadar, daha sonraki süreçlerde Müslüman olduğunu iddia ettikleri ve Müslüman bir aileden geldikleri ve Kur’an’a mirascı kılındıkları halde "Kur'an'ı terk edip, ondan ve ona imandan insanları engelleyen” herkesi kapsamaktadır.

Son dönemde ise, tevhidi bir yöneliş içine girmiş kesimlerde bile, bilahare yaşanan baskılar, sıkıntılar, dünyevileşme, bireyselleşme, iktidar, ikbal ve rant eksenli hesaplar, kimi dünyevi beklentiler, çözümsüzlükler ve acelecilik gibi nedenlerle, cahiliye toplumunun geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerini yeniden keşfedip, onlara doğru savrulmalar olmakta, Kur’an’ı mehcur bırakma anlamındaki tersine hicret bir daha yaşanmaktadır.

Kur'an'ı “mehcur bırakma”nın en bariz sonucu, Müslüman toplumların ahret eksenli düşünceyi, tefekkürü, akletmeyi, Allah'ın kevni ayetleri üzerinde kafa yormayı tamamen terk etmiş bulunmalarıdır.

Şiisiyle, Sünnisiyle Büyük Çoğunluk, Kur’anı Mehcur Bırakıp Bid’at ve Huarelere Sarılmış Bulunuyor

Yine Hicri yılın bu ilk haftalarında gerçekleşen ve bize onurlu bir örneklik sunan bir hicret de Hz. Hüseyin’in hicretidir. Onun hicreti, saltanat sapmasına ve Kur’an’a ihanet eğilimine karşı, Kur’ani ilkeleri yeniden hâkim kılma amacını güdüyordu. O’nun hicreti, Kur’an’dan uzaklaşan zalim yöneticilere karşı güç toplamak ve vahyin ölçülerini yeniden ikame etmek üzere kıyamı hedeflemişti.

Hz. Hüseyin’in şehadete yürüyüşünde, Kur’ani ilkeleri savunma amaçlı hicret yolunda karşılaştığı, Irak’tan Mekke’ye gitmekte olan şair Ferezdak’tan Irak halkının durumunu sorduğunda şu cevabı aldığı ifade edilir: “Onları kalpleri seninle, kılıçları ise senin üzerine çevrilmiş olduğu halde bıraktım…” Hz. Hüseyin’in ise, bu kadar ağır şartlara, uğradığı ihanete ve yalnız bırakılmaya rağmen şunları söylediği aktarılır: “Kılıçlar yarınlarda Kur’an’ımızı delik deşik edecekse, ben gövdemi bugünden siper yaparım” diyerek Hak yolda direnişin ve Allah’a hicretin en onurlu örnekliğini tarihe geçirmiştir.

O, Kur’anı savunurken, hicret yolunda, vahye şahidliğin zirvesindeyken, Kur’an için can feda ederek şehid oldu. Onu şehid edenler ise, tersine bir hicreti yaşayarak, dünyevi hırsların peşine kapılıp Kur’anı mehcur (terk edilmiş) bırakanlardı. İşte bugün bizler de doğru istikamette bir hicretle Kur’an safında yer almalı, Kur’an’a hicret edip vahyin şahidliğini üstlenerek, Resulullah (s) ve torunu Hz. Hüseyin’le yollarımızı bütünleştirmeliyiz. İslami kimlik ve ilkelerimizin tavizsiz savunuculuğunu yaparak, her türlü zulme, ifsada, adaletsizliğe ve emperyalizme Allah rızası için birlikte karşı durmalıyız.

Ancak maalesef bugün, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslam coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslam coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslam saldırıya uğrarken, Şiisiyle Sünnisiyle Hz. Hüseyin için ağlayanlar, ağıt yakanlar, onu sevdiklerini söyleyenler, kedilerini dövenler zelil bir biçimde birbirlerini öldürmekten çekinmiyorlar. Şii ve Sünni büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel birikimi ıslah etmeyi ve hurafelerden Kur’an’a doğru hicreti bir türlü kabullenmiyorlar.

Halbuki, hepsi Hz. Hüseyin’i çok seviyorlardı. Ama nedense tarihsel süreçte onun vahiyle belirlenmiş akıdesinden koptukları için, İslam adına yeni edindikleri dinleri adına hareket etmekte ve Kur’an’ın mesajını korumak bir yana, bu uğurda canlarını feda etmek bir yana, mezhebi çıkarlar ve taassuplar adına ürettikleri bid’at ve hurafelerle bizzat kendileri Kur’anı delik deşik etmekten çekinmiyorlar.

Hilafetten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sari süreçte İslam ümmeti olma niteliğimiz kaybettik. Vahiyden ve Resulün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İste böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi biz de yaşadık. Kuranı tahrif edemedik ama anlamını ve din anlayışımızı tahrif ettik. Elimizde korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. Kuranı ve dini parçalayıp hizipleştik ve her birimiz elimizdeki parçayı din sayıp onunla övündük. Birbirimizi mahkum edip, karalayan, kendi tercih ve yorumlarımızı din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündük. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirimize karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdik. Sonuçta gelinen noktada, Şiisisyle Sünnisiyle bütün kesimlerin büyük ekseriyetinin “kalpleri, duyguları, ağıtları Hüseyin’le beraber, ama iman ve amelleri Yezid’in yolunda” bulunuyor.

Bu gün, Hz. Hüseyin’in uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslami kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmayla muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor.

Bu hali Hz. Hüseyin’in onurlu örnekliği çerçevesinde sorgulamalıyız. Şiisiyle Sünnisiyle İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde İslam düşmanları ile iş birliği yapanlar, emperyalist işgalcileri değil de birbirlerini katletmekle meşgul olanlar, Hz. Hüseyin’in en zor zamanda ve en yalnız bırakıldığı, ölümün kaçınılmaz olduğu anda bile tavize yanaşmayıp, zalim sultana karşı Kur’an’nın mesajını haykıran onurlu duruşunu düşünüp utanmalıdırlar.

Kur’an’dan Hicreti Bırakıp, Kur’an’a Hicreti Yeniden Yaygınlaştırmalı, Üretilmiş İpleri Terk Edip, İndirilmiş Hablullah’a Topluca Sarılmalıyız

Evet bir daha vurgulamak isterim ki, hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı. Kur’an terk edilmiş (mehcur) bırakılınca, Allah’tan ve Resulünün sünnetinden uzaklaşılınca, tersine hicret yaşanıp cahiliye tekrar üretilince bu hale düştük.

O halde, çeşitli mezhepler, ekoller adına üretilen Kur’an dışı akıdeden oluşan üretilmiş ipleri bırakıp, yeniden Kur’an’a doğru hicret etmedikçe ve Kur’an’ın belirlediği tevhidi akıdede bütünleşmedikçe, yani indirilmiş Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmadıkça, vahdet de, tevhidi ümmet de oluşamayacağı gibi, Allah’ın rızası da kazanılamaz, dünya ve ahrette iyilik de hak edilemez. Bu sebeple, Hicretin 1431. yıldönümünde, kendisini İslam’a nispet eden bütün kesimleri, ekolleri, mezhepleri; tıpkı Resulullah ve onun eğittiği ilk Kur’an nesli ile bu ilk nesilden olan Hz Hüseyin gibi yapmaya davet ediyoruz. Bunun için Kur’an’ın belirlediği akıdede bütünleşmeye, Kur’an dışı gayp haberleri ve batıni yorumlarla, zan alanında üretilen uyduruk bilgilerle oluşturulan akıdelerden uzaklaşmaya, içtihat ve zan alanındaki tevili mümkün farklılıklarımızı ise hoş görerek Kur’an’a (Allah’ın ipine) topluca sarılıp kardeşleşmeye, ümmetleşmeye çağırıyoruz.

Bunun için, yeniden tevhidi şuuru, Kur’ani hicret bilincini yakalamalı ve onu, Resulullah’ın ve ilk Kur’an neslinin örnekliğinde yeniden hayatımıza geçirmeli ve bu hale süreklilik, kalıcılık kazandırmalıyız. Bilmeliyiz ki, manevi ve mekansal hicret, iman edilen değerler uğrunda fedakârlığı ve adanmışlığı gerektirir. Vahyi hayata hâkim kılmada ısrarı ve sürekliliği gerektirir.  Hiçbir çaresizlik, hiçbir tehdit, hiçbir silah ve dünyanın hiçbir gücü ve süsü, mü’min insanı imanından, iman ettiği değerlerden ve onları mutlaka yaşama arzusundan vazgeçirememeli ve imani hicretinden döndürememelidir. Cahiliye toplumunun fıtratları bozup, akıdevi ve ahlaki çürümeye yol açan müesseseleri, zorunlu ideolojik eğitimi ve seküler bataklığı andıran medyası aracılığıyla sağlanan yaygın kirlenmeden arınarak, fıtratın yoluna ve tevhide doğru hicreti gerçekleştirmeli ve bu inkılaba süreklilik kazandırarak, vahyin şahidliğini yaparak, bu kurtarıcı mesajın yaygınlaşmasına vesile olmalıyız. Heva ve zanna dayalı olarak üretilen geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerden arınıp, tarihte üretilmiş tüm birikimi vahiyle tashih edip, tüm uydurma ilahları, tağutları reddedip, tüm şirke dair kirliliklerden arınarak Allah’a ve Resulüne, Kur’an’a ve tevhid dinine hicret etmeliyiz. Önce her birimiz, şirkten tevhide doğru hicretimizi kalıcı ve sürekli kılmalıyız. Sonra da, bu kısacık imtihan dünyasındaki bütün insanlar, cahiliye karanlıklarından tevhidin aydınlığına, insanlık onurunun ayaklar altında olduğu zelil hayatlardan, insanlık onurunu yücelten adalet ve izzet vasatına hicret etsinler diye çırpınmalıyız.

Bugün kendini İslama nispet eden büyük kitlelerin, aslında Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bıraktıkları, Kur’an’dan hicret ettikleri için, geleneksel ve modern cahili kirliliklerden arınıp tevhidi bilince doğru hicreti gerçekleştirememiş olduklarını bilerek, çoğu iyi niyetli ancak bilmeyen bu insanların kurtuluşu için, tevhidi mesaja ulaşmaları için merhametle ve fedakârca davet, eğitim ve ıslah amaçlı çabalar göstermeliyiz.

Belli ölçülerde bilinçlenen kimi çevrelerde ise, dünyanın süsleri, çıkarları ve hesaplarıyla yaşanan savrulmalar, cahiliyenin imkân dağıtan merkezlerine doğru yaşanan tersine hicret konusunda, “emr-i bi’il maruf, nehy-i an’il münker” sorumluluğumuzu Allah rızası için yerine getirmekte, tavizsiz, azimli ve ısrarlı olmalıyız.

Tevhidi hicretimizi hayatımızın bütün alanlarına yaygınlaştırmalı, bireysel ve toplumsal tüm hayatı vahiyle dönüştürmeli, yeniden inşa etmeliyiz. Hayatımızı kuşatan bu hicretle, Resulün bize vahyin ilk şahidliğini yaptığı gibi, biz de tüm insanlığa örnek olmak suretiyle, Allah’ın rızasını kazanmak için, vahyin ihlaslı şahitleri olmaya çalışmalıyız. Önce kendimizi, ailelerimizi, sonra içinde yaşadığımız toplumları vahyin ölçüleriyle inkılâba uğratıp onurlandıracak Kur’ani inşa için bir an önce harekete geçmeliyiz. Ölümün çok yakınımızda ve hesabın kaçınılmaz olduğu biliciyle çok yönlü fedakârlıklarla seferber olmalıyız.

Tıpkı Kur’an’ın Mekki surelerdeki yönlendirmesiyle Allah Resulü ve ilk neslin yaptığı gibi, şirk inancından, ideolojilerinden ve sisteminden tam anlamıyla bir beraatla uzaklaşarak, cahiliye sistemi ve inancıyla uzlaşmayı reddeden, şirke götüren sentezlere itibar etmeyen, şirk sistemine itaatsizliği ve dinde tavizsizliği esas alan onurlu ve ilkeli bir çizgide yürümeyi, çok boyutlu tevhidi hicreti ve ruczdan uzaklaşmayı, her türlü şirki kirlenmelerden hicret edip arınmayı mutlaka başarmalıyız.

Bizi çok boyutlu kuşatan, sürekli kirleten, öğüten cahiliye toplumundan, cahiliye eğitim ve kültüründen, cahiliye medyasının bombardımanından korunmalı, arınmalı Allah’a sığınmalı ve Kur’an’a (Hablullah’a) ihlasla tutunmalıyız. Kanalizasyon kanalı haline dönüştürülmüş TV’ların ifsad edici yayınlarından ve bu ifsadın huzur bırakmadığı evlerden, Allah'ın adının anıldığı, kitabının okunduğu, anlatıldığı, anlaşıldığı, Kur’an mektebi haline gelen evlerimize hicret etmeliyiz. Ailelerimizi, çocuklarımızı ateşten koruyucu tedbirleri almalıyız.

Resulullah (s)ın hicret yolculuğunda beraberindeki yol arkadaşı Hz. Ebubekir’e ifade ettiği, "Korkma! Allah bizimledir. Üçüncüleri Allah olan iki kişiye kim ne yapabilir?" (Tevbe 9/40) ayetiyle ortaya konan rahmete layık olmak için gayret etmeli, Allah’ın vaat ettiği rahmetine, yardımına müstahak olmalıyız. Rabbimizin emriyle başlamamız gereken bu hicret yolculuğunda; aynı hitabın sağladığı güvenlik halkasına girmek için, adanmış mü’min şahsiyetler olmaya çalışmalıyız. Allah rızası için maddi ve manevi tüm boyutlarıyla HİCRET bilincini kuşanarak, Allah yolunda en sevdiklerini feda etmekten çekinmeyen, ifsada karşı ıslah çabasına süreklilik kazandıran muvahhidler olmak, bu yolun en fedakâr öncülerinden olmak için çalışmalıyız.

Bize düşen sorumluluk, dünyanın hangi bölgesinde olursak olalım, sadece Allah’a kulluk yapmak ve Allah’a hicretimizde ayaklarımızı sabit tutmaktır. Arzın bulunduğumuz bütün mekânlarını mescid ve Kur’an mektepleri haline dönüştürmek, insanlığı hüsrandan kurtuluşa, ifsaddan ıslaha, zulümden adalete ve karanlıklardan nura (aydınlığa) çağırmaktır. Şiddetten ve zorbalıktan uzak durup, hikmeti, merhameti ve adaleti hakkıyla temsil ederek, tüm insanlara kurtarıcı mesajı sunmak ve herkesin cennete gitmesi için çırpınmaktır.

Asla terk etmememiz ve taviz vermememiz gereken sorumluluğumuz, Allah’ın kullarını, tagutları redde ve sadece Allah’a kulağa çağırmak, Kur’an’ın kurtarıcı, aydınlığa çıkarıcı mesajını önce hayatımızda yaşayıp, hal ve kâl ile bütün insanlara yaymaktır.  Kur’an’ın adil ve onurlandırıcı mesajıyla tüm insanlığı kurtaracak alternatifi ortaya çıkarmak, herkese adalet ve özgürlük getirecek adalet sistemini oluşturmaktır.

Öncelikle bulunduğumuz yerde Kur’an’ın adaletini ikame etmek, tevhid bayrağını kalplere ve hayatlara dikerek model oluşturmak, vahye hakkıyla şahidlik yapmak, sonra da Allah’ın tüm kullarına, bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilme imkânını sunmak, tüm dünya insanlığına insanca ve özgürce yaşayabilecekleri adalet vasatını hazırlamaktır.

Bu sorumluluğumuzun gereğini hicretin 1431. yılında bir daha hatırlamalı ve tüm insanlığı kurtaracak aydınlık modeli ve adil dünya arayışına cevap olacak en sahici alternatifi, Kur’an’ın rehberliğinde ve ilk Kur’an neslinin örnekliğinde inşa ederek, çağımızın Kur’an toplumunu oluşturarak tüm dünya insanlığına sunma çabamızı daha nitelikli ve daha sürekli kılmanın cehd ve gayreti içine girmeliyiz.

Hicret ruhunu yeniden yakalayarak, dünyada muhacir olarak bulunduğumuzun bilincini kuşanarak, fıtrat ile vahyi buluşturan bir Kur’an toplumunu inşa etmeden dünyada da, ahrette de huzurun, kurtuluşun mümkün olmadığını bilerek, bir an önce ölüm gelmeden üzerimize düşen sorumluluklar için seferber olmalıyız. Aksi takdirde, insanlığın “yeni bir dünya” arayışına cevap teşkil edecek modeli üretip hayatımızda örnekleyerek insanlığa sunma sorumluluğumuzu ihmal edersek, sorumluluktan ve fedakârlıktan kaçmak, tembellik ve ilkesizlik, ya da dünyevileşme, acelecilik, korku ve çıkar eksenli hesaplar gibi sebeplerle vahye şahidlik görevimizi hakkıyla yerine getirmezsek Allah huzurunda hesabını veremeyiz.

 

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum