1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. 12 Eylül'deki yoruculuk
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

12 Eylül'deki yoruculuk

17 Eylül 2008 Çarşamba 04:53A+A-

Eylül yazın bitişini işaretler. Artık her yeni gün rüzgârın, yağmurun, soğuğun habercisidir. Yaz, eylül ayı boyunca ağır ağır çekilir, ekimde son çırpınışları, insana "hâlâ yaz dedirten" yanılsamaları ile tükenir.

"Her mevsim güzeldir" tesellisi kimi gönüllere sefil bir ferahlık verebilir fakat kışın üzerimizdeki o olumsuz gerçekliğini değiştirmez. Bu zaman dönümlerinin en önemli yanlarından birisi ışığın, somut anlamda aydınlığın hayatımızı terk etmesidir. Eylül bu manada geleceğin habercisi olarak belki karanlık kış günlerinin kendisinden daha ürperticidir. Çünkü ayaklarımızı geri geri götüren her düşünce, onun gerçeklik kazanmış halinden daha fazla bizi ele geçirir ve acı verir. Tüm bu çağrışımlar, ilgili zamanın bağlamında yer alan siyasi olayları da etkilerler. Onlar hakkında düşünürken, o arka plandaki renklerin, seslerin, tabiatın da muhakememizi biçimlendirmekte alttan alta rol oynadığını fark ederiz. Eylül ayının kimi siyasi olayları da bu yüzden, bir bakıma ışığın kaybedilişine dair bir duyguyu seslendirir beraberinde.

Aylar, aynı zamanda toplumsal hafızadaki çağrışımlarıyla birlikte hayat bulurlar. Eylüle gelindiğinde, araya giren zaman bizi gitgide uzaklaştırsa da 12 Eylül 1980'i hatırlamamak imkânsızdır. Artık yeni genç kuşağın doğum tarihlerinin bile kendisinden sonraya düşmeye başladığı 12 Eylül, yine de travması, alacakaranlık olayları, kişisel ve toplumsal tanıklıkları ile hayatımıza nüfuz etmeye devam etmektedir.

Hayat birçok unsurdan beslenir, bunlardan kimilerinin illiyet bağları hemen yüzeydedir, bir bakışta görülür, kimi derinlerdedir, görmek için daha nüfuz edici bilgiye ve muhakemeye ihtiyaç vardır. 12 Eylül toplumsal hayat katmanlarımızda da üzerinden zaman geçtikçe daha derinlere kaymaktadır. Bu yüzden şimdiki genç kuşaklara 12 Eylül hakkında konuşmak, bir an, aradan geçmiş 28 sene düşünüldüğünde, insanda tuhaf bir duygu uyandırmaktadır. Modern zamanların, süreç algısını öldüren, tıpkı televizyon anlatımının montaj sisteminde olduğu gibi akışın yerini değiştiren, yeniden kompoze eden, onu sanki birbirinden bağımsız bölümler olarak takdim eden "şeyler hakkındaki aklı" 12 Eylül'ü de 28 yılın ötesinde başka bir tarihe itmektedir. Her günün arasına yıl kadar bir zaman mesafesini yerleştiren gazete ve televizyon teknolojisi, garip bir şekilde 12 Eylül'ü de adeta milattan önceki bir zamana atmaktadır. Oysa her şeye rağmen arada sadece bir kuşak vardır ve 12 Eylül hâlâ bize konuşmaktadır.

12 Eylül'ün ne kadar farklı dillerle senaryolaştırıldığını biliyoruz. Kimilerince, bir yiğitlik hikâyesidir o, bir direniş, hayatların fütursuzca öne sürüldüğü bir kutsal vazgeçiş, şimdiki kuşakları büyüleyen, bir daha asla tekrar edilemeyecek olan mitolojik bir kahramanlık anlatısıdır. Kimilerince, "kullanılan gençlerin" birbirlerinin kanını döktüğü, "dış güçlerin" inisiyatifine ve insafına kalmış bir ülkenin talihsiz dramıdır 12 Eylül. Yahut o sonradan sonraya üretilen, yaşı tutan herkesin bu dünyada anlamlı bir tutamak bulmak adına kendine hisse çıkardığı 68'lilik söylentisinin "ışığında", düzene baş kaldıranların ezilmeye çalışıldığı, büyük güçlerin operasyonudur. Sonrasında da "gençler depolitize edilmişler", "büyük anlatıların ahlaki ödev duygusundan uzaklaştırılmışlar", heyecan verici toplumsal ideallerini kaybeden bu toplum böylelikle "sekr halinde" küresel güçlerin sofrasına konulmuştur. Bir kere daha görüyoruz ki, kelimeler, kelimeler, kelimeler...

12 Eylül eğer bir trajediyse, insanlık değerleri dediğimiz ilkelerle çelişen bir dönemi hatırlatıyorsa, onun üzerine konuşmak, laf etmek iştahında tuhaf bir çelişki yok mu? Bazen filmlerdeki kimi anlatımlar bu açıdan daha gerçekçi olabiliyor. Hani, şimdi bir sahil kasabasına gelmiş ve sıradan bir hayat sürme kararını vermiş o gizemli kahramanın başından bir hal geçtiğini öğreniriz fakat kahraman bir türlü onu anlatmaz ya. Kendisine sorulan ısrarlı soruları sükûtla geçiştirir ve sadece yüzünde ancak yakın çekimde görülebilen hafif bir seğirme olur. Çünkü o her neyse, bir bakıma üzerine sözlerin kolaylıkla söylenemeyeceği bir şeydir ve hem anlatıcı hem dinleyici, hem de insanlık diye bir şey varsa onun adına utanç vericidir. Sözlerin anlaşılabilmesi için onun bir zamanı vardır. Didaktik bir üslubun, akademik bir dilin, çözümleyici bir aklın sözleri belki "gerçeğin" perdesini birazcık kaldırırken, aynı zamanda "şimdiki dinleyiciye" yanlış bir fikir vermekte, yaşananı söze dönüştürürken olayın kimi "damar hallerini" ıskalamaktadır belki de. Yine filmlerden biliriz, kahraman bir gece (hep gece olur, çünkü karanlık şimdiki anı geniş bir zamana taşır) dinleyicisiyle aynı iklimi soluduğunu hissettiğinde, bu yüzden sözlerin lügat karşılıklarının ötesinde kendi anlamlarını çağıracaklarını anladığı bir vakitte, ağır ağır konuşmaya başlar. Bu iştahla değil acıyla, karşıdakini etkilemek için değil bir insani bağ kurmak adına, artık anlatanın ve dinleyenin önemini yitirdiği bir paylaşımla yapılan konuşmadır. Bu konuşma sadece olup biteni yeniden ve yeniden anlamaya ve anlatmaya çalışır, bundan ders mi çıkartılacaktır, yeni mitolojiler mi kurulacaktır, yoksa geriye siyasal söz dağarı bakımından biraz tuhaf düşen bir burukluk ve yutkunma güçlüğü mü kalacaktır, her şey kendi tabiatında gelişir. Kasıt yoktur, belagat yoktur, kahramanlık ve korkaklık yoktur, sadece herkes yorganını başına çektiğinde kendisine nefesi kadar, nabzı kadar, kalbinin sesi kadar yakın bir insanlık sıcaklığı vardır.

İnsanız, bir kasabada değiliz, vakit akşam değil, etrafımızda büyüyen bir sessizlik yok, zamanı çağıran müzik yok, sonsuzluğa seslenen dalgalar da eşlik etmiyor bize. 12 Eylül'ü öncesi ve sonrasıyla yaşayanlar, kafeslerden geçenler, siyasi kimlikleri ne olursa olsun orada tek kimlikte "insanlıkları ellerinden alınmışların" kimliğinde bu uzun ve karanlık koşuda yer alanlar kelimelerle, sadece kelimelerle, müziğin, gecenin, sessizliğin, özel vakitlerin yerlerine de kelimeleri koyarak nereye kadar anlatabilirler hikâyelerini? "Anlatılamayan hakkında susulmalı" denilir, o suskunluk nasıl anlatılır? 12 Eylül siyah beyaz bir resim. Akşamların daha erken geldiği bir vakit. Suç ve ceza üzerine Dostoyevski'nin anıt romanındakinden daha ağır ve derin yorumları gerektiren bir kesit. Adaletin ipek zarafetindeki hassas terazisinin yerini keskin ve hoyrat bir kılıcın aldığı bir dönem. Parmaklıklar, mektuplar, paylaşımlar, kavgalar, dayanışmalar ile dünyayı yeniden keşfederken insan yanımıza en derin şekilde tosladığımız bir zemin. "Her yolculuk insanın kendisine yaptığı yolculuktur." sözünü haklı çıkartan bir yolculuk. Masumiyetimize ve suçluluğumuza ilişkin kendi vicdanımızın mahkemesi.

12 Eylül, o zamanın çocuklarının şimdi babalar ve anneler olarak kendi çocuklarına tuhaf, sanki ilgisizmiş gibi taşıdıkları bir miras. Toplumsal travmaların ne çok boyutları var ve onlar hakkında konuşmak her zaman "atlanılan şeylerin" kaygısı yüzünden ne kadar yorucu oluyor.

Zaman gazetesi

YAZIYA YORUM KAT