1. YAZARLAR

  2. Birol Akgün

  3. Yemin krizinin anatomisi
Birol Akgün

Birol Akgün

Yazarın Tüm Yazıları >

Yemin krizinin anatomisi

12 Temmuz 2011 Salı 00:30A+A-

12 Haziran seçimlerinin üzerinden neredeyse bir ay geçmesine rağmen yeni oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yeni seçilen üyelerinden bazıları düne kadar yemin etmiş değillerdi.

Anamuhalefet partisi CHP'den 134 kişi ve bağımsızların tamamı (35 vekil), milletvekili seçilen bazı tutuklu arkadaşlarının mahkemece serbest bırakılmamasını protesto etmek için "yemin etmeme" eylemi başlattılar. Türkiye'nin 60 yıllık çok partili demokrasi tarihinde ilk kez yaşanan böyle bir olayın amacı, milletvekili seçilen tutuklu siyasiler üzerinden, Türkiye'deki vesayetçi siyasetin dönüşümünde önemli bir işlev üstlenen bazı kritik süreçleri durdurmak ve sandıkta kaybedilen demokratik yarışın, yargı üzerinde siyasi baskı oluşturularak bürokrasi üzerinden dengelenmesi idi. Burada CHP gibi tarihsel olarak bürokratik siyasetin taşıyıcısı ve destekleyicisi olan bir parti için "yeminsizlik" eylemi kendi siyasi geleneği içinde tutarlı ve anlamlı olsa da, esasen CHP ile aynı eksene düşen ve bürokratik siyasetin pençesinden çok çekmiş olan BDP/bağımsız vekillerin duruşunu anlamak ise doğrusu kolay değil. Reformcu bir gündemle seçimleri kazanan ve Kürt sorununu demokratik siyaset zemininde çözme iradesini ortaya koyan bir hükümeti Kemalizm'e teslim olmakla suçlama kolaycılığının ardına saklanmak, atılan adımın başarısı durumunda siyaset sahnesinde stratejik olarak kimin elinin güçleneceğini görememek demektir. Yemin krizi sürecinde siyaseten kimin kârlı, kimin zararlı çıktığını analiz etmek Türkiye'de siyasetin yakın geleceğini öngörmek adına oldukça öğretici olacaktır.

Yeminsizlik eylemini anlamlandırmak

Yemin krizine giden yolun arka planında bölgemizde ve Türkiye'de siyasetin normalleşmesini anlamak istemeyen güçlerin, anakronik bir zihinsel tutumla seçimlerin ve hatta futbol maçlarının bile basit taktikler veya psikolojik harp teknikleri kullanılarak yukarıdan idare edilebileceğine yönelik alışkanlıklar ve patolojik siyaset anlayışı yatmaktadır. Oysa Türkiye'de bugün görece genç, kentli ve iyi eğitilmiş geniş bir orta sınıf oluşmuştur. Demokrasiyi, özgürlükleri ve daha iyi bir yaşamı talep eden orta sınıf, statüko karşısında değişimi talep eden ve Türkiye'yi dönüştüren en temel dinamiktir. Bu kesimler ekonomiden siyasete değin hayatın her alanında şeffaflık, rekabet ve adaletin destekleyicisidirler. Zira yükselen orta sınıf Antik Yunan'daki Aristo'dan, modern dönem siyaset bilimcilerden Lipset'e kadar demokrasinin taşıyıcısı ve toplumsal/siyasal istikrarın sigortası olarak görülmüştür. Dolayısıyla demokratik siyasetin sürdürülebilirliği açısından kritik eşik sayılan 10 bin dolarlık milli geliri aşan Türkiye'de, siyasetin geleneksel kalıplarının kırılması da kaçınılmazdır. Kamusal vicdanın kabul etmeyeceği, rasyonel siyasetin kaldıramayacağı yol ve yöntemler çoktan miadını doldurmuştur. Türkiye'de demokratik, siyasal ve ekonomik anlamda artık paradigma değişmiştir. Yeni paradigma rasyonel ve etik temelli bir siyaset anlayışıdır.

Milletvekili seçilmek ve hatta mazbatasını alarak Meclis'e kaydolmak, ardından üç aylık maaşı peşin almak; buna rağmen, Meclis'e gelerek yemin etmemek toplumsal vicdanda kabul görecek bir davranış tarzı değildir. CHP ve BDP'nin ilk yemin günü Meclis'i protesto etmeleri, davalarını halka anlatmak ve kamu vicdanına etkin çağrı yapmak anlamında belki "bir sivil itaatsizlik" örneği olarak anlamlı ve şık olabilirdi. Ancak ertesi günü Meclis'e gelmeleri ve yemin etmeleri çok daha anlamlı olurdu ve halk tarafından da destek görebilirdi. Kaldı ki, tutuklu bulunan kişilerin aday gösterilmelerinin ne kadar doğru ve isabetli bir siyasal mücadele yolu olduğu da ayrıca tartışılmalıdır. Elbette ki beraat-i zimmet asıldır ve mahkeme karar verene kadar herkes suçsuzdur. Buna rağmen, millet iradesinin temsilini mutlaka belli isimlere havale etmek yerine, aynı mücadeleyi sürdürebilecek başka parti üyelerini bulmak daha şık olmaz mıydı? Bu sorular ve tartışmalar önümüzdeki günlerde de devam edecektir.

Geçmişe dönük olarak düşünüldüğünde, CHP'nin ve BDP'nin tutuklu kişileri aday gösterirken bugünkü krizi hesap etmemeleri mümkün değildir. 2007 seçimlerinde seçilen ve mahkemece serbest bırakılan Sabahat Tuncel örneği tekil bir örnekti ve YSK veya Yargıtay tarafından verilen içtihada ve genellenebilir bir yargı kararına dönüşmemişti. Dolayısıyla CHP için Balbay ve Haberal'ın adaylıkları olsa olsa AK Parti'yi tutukluluk süreleri konusunda adım atmaya zorlayarak, aynı veya benzer davalardan tutuklu bulunan diğer sanıkların da serbest bırakılmasını sağlamaya yönelik bir siyasi manevra olarak görülebilir. Üstelik ağustos ayındaki YAŞ toplantıları yaklaşırken böyle bir krizin çıkarılması da söz konusu davanın sanıkları dikkate alındığında CHP için çok da anlamsız sayılmaz. BDP içinse Kürt sorununun AK Parti eliyle çözülmesi zaten arzu edilir bir şey değildi. Güneydoğu'daki bazı illeri temsilsiz bırakmak veya Diyarbakır'da DTK gibi farklı oluşumlara gitme eğilimi ağır basmış olabilir. Ancak otuz yıllık Kürt hareketinin tüm safhalarını hafızasında taşıyan Öcalan gibi bazı aktörler için alternatif parlamento fikri, gerçekçi görülmediği için onların da Meclis'e gelerek yemin etmeleri artık kaçınılmazdır.

Burada belirtmek gerekir ki, yemin krizinden en kârlı çıkan parti AK Parti'dir. Özellikle Başbakan Erdoğan üslup bakımından eleştirilse de, CHP ve BDP'nin takındığı tavrın sürdürülemez olduğunu önceden görmüş ve onların restine rest ile karşılık vererek, kamuoyundaki popülaritesini artırmıştır. Ancak BDP dünya kamuoyunun dikkatini Kürt sorununa çekerek; CHP lideri Kılıçdaroğlu ise parti içindeki çatlak sesleri kesmek anlamında krizden kısmi faydalar elde etmişlerdir. Bu arada MHP ise 12 Haziran seçimleri öncesinde yaşanan kaset skandallarını geride bırakmış ve ilk gün yemin ederek hükümetin elini güçlendirmiştir. Özellikle kendisine destek çıkan bazı muhafazakâr grupların beklentilerini de bu şekilde karşılamıştır. Zira MHP Meclis'te olmasaydı kriz çok daha zor aşılabilirdi. Yemin krizi şunu da ortaya çıkartmaktadır ki, önümüzdeki dönemde eğer sivil bir anayasa yapılacaksa burada "yeni CHP'den" ve BDP'den çok fazla katkı beklememek gerekiyor. Sivil anayasanın geleceğinde belirleyici olan aktör ise MHP olacaktır.

ZAMAN 

YAZIYA YORUM KAT