1. YAZARLAR

  2. Ümit Cizre

  3. Ortadoğu devrimleri İslamcılığın evrimi mi?
Ümit Cizre

Ümit Cizre

Yazarın Tüm Yazıları >

Ortadoğu devrimleri İslamcılığın evrimi mi?

27 Mart 2011 Pazar 08:01A+A-

Dünyanın sayılı İslamaloglarından Gilles Keppel geçtiğimiz hafta Kudüs’teki Hebrew Üniversitesi’nde Ortadoğu’daki son gelişmeleri ‘anlamak’ amacıyla düzenlenen konferansta Tunus ve Mısır’da devlet başkanlarını deviren, Bahreyn ve Libya’da devirmeye çalışan, diğer komşu ülkelerde özgürlüklerin genişletilmesi talepleriyle statükoları sarsan sunaminin İslami bir dil, taban, liderlik ve içerikten yoksun olmasının olağanüstü bir öneme sahip olduğunu ve bu durumun radikal İslam’ın can çekişmesi anlamına geldiğini söylüyordu. Radikal İslam’ın kitleleri militanlaştırma anlamında 1990’lı yıllarda krize girdiğini ve 11 Eylül’ün bu krizin bir sonucu olarak yapıldığını ifade eden Keppel’e göre rejim deviren bu yeni hareketler, radikal İslam’ın sonunu ilan etmekte ve girişimci orta sınıfların omuzlarında yükselen Türkiye tipi, siyasal sisteme katılımı “önce araç sonra adım adım amaç yapan” AK Parti’yi model almaktaydılar.

Ortadoğu sunamisini, kitlelerin modernist ve evrensel hak talepleriyle meydanlarda haykırmaları yükseldikçe “şeriatçı, sert, şiddet kullanan” İslamcı damarın çöküşü ve AK Parti modelinin yükselişe geçişi olarak algıladığını açıkça beyan eden Keppel, ortaya çıkan bu yeni durumu heyecansız, monoton bir sesle ve basit önermelerle resmetmeye çalışırken, tüm olup biteni -aslında İslamogların çözmekte zorlandıkları her meselede kategorizasyona başvurdukları gibi- radikal ve ılımlı siyasal İslam damarlarına geri dönerek açıklamayı sürdürüyordu. Meseleye İslamcı hareketlerin değil İslamcı hareketlere bakış açısının dönüşememesi ve çökmesi olarak bakmanın daha doğru olduğu ortada iken, Ortadoğu’daki siyasal dönüşümü ‘İslamcılığı’ merkez alarak açıklamak aslında belki de akademisyenlerin anlama-açıklama faaliyetinde düştükleri çaresizliğin bir ifadesi idi. Bu yaklaşımın unutuverdiği husus, bu coğrafyada modernitenin yeniden düşünülmesini, tartışılmasını ve yeni haklar, kimlikler, yaşam alanları ve demokrasi talepleri çerçevesinde yeni almaşıklarla ortaya çıkmasını sağlayan ivmeyi İslamcı hareketlenmenin yaratmış olması idi.

Oryantalizm perspektifi olarak da adlandırabileceğimiz bu yaklaşım konferansta çokça dile getirildi. Binbir kademeden, ilişki, vakıf, fraksiyon, kadro ve öğretiden oluşan Müslüman Kardeşler’in bu sosyal başkaldırıda tek bir merkez, lider, ideoloji, manifesto ve ilişki ağı üreterek ön saflarda yer almasının beklenmesinden kaynaklanan bir şaşkınlığın yaşandığı çok açıktı. Çünkü İslamcı hareketlerin diktatörlüklere alternatif olarak sunacakları siyasal projenin, devirmeye çalıştıkları dikta rejimlerine tıpatıp benzeyeceğini öngören, onlar gibi radikal bir söyleme, güçlü bir merkezi devlet ve ordu yapılanmasına, despot bir liderliğe sahip olacağı beklentisi gerçekleşmemişti.

Hâlbuki İslamcı hareketler farklı bir kavrayışla -doğuş ve gelişme koşulları itibariyle- değerlendirildiğinde, zaten ilk ‘kızgınlığı’nı, örneğin ilk kuşak İhvan’ın benimsediği paternalist ve kuvvetli bir ihtilalci programı ve devleti yukarıdan aşağıya sarıp kuşatan bir İslamcılık sevdasını çoktan terk ettiği, evrensel hak, özgürlük, adalet ve eşitlik söylemine geçiş yaptığı görülecekti. Dolayısıyla, aslında tarihsel perspektiften bakıldığında, Mısır ve Tunus’ta toplumun alttan yukarıya başlattığı bir ‘devrim’den değil, arka planda gibi görünen İslamcılığın ‘evrimininden’ söz etmek gerekir.

kincisi, Keppel ve benzeri düşünceyi paylaşan İslamoglar, Ortadoğu’da patlak veren ve rejimleri çökerten hak ve özgürlükler fırtınasını İslamcılığın çöküşü vasıtasıyla açıklamaya çalışmakla rollerini ve önemlerini asıl anlamamız gereken toplumsal aktörleri görünmez kılmaktalar: egemen sınıfın çöken hegemonyasını özellikle Mısır’da kuvvetli olduğunu bildiğimiz işçi hareketlerinin, sendikalaşma serüveninin, grevlerin, kadın hareketlerinin, baroların, akademisyenlerin, gazetecilerin, aydınların, gençlerin ve diğer hak-temelli örgütlerin hikâyeleri üzerinden düşünmek gerekir. Sarsıntıyı sadece halkın rejime duyduğu ‘öfke’ faktörü ile açıklamak yetersiz ve kolaycı bir yol. Aslolan yoksulluğu, eşitsizliği, baskıyı ve örneğin Mısır’ın düştüğü ‘üçüncü küme’ ülke sıfatını hak etmeyenlerin bu isyanı olumlu bir içeriğe dönüştürmesini sağlayan ortak ve ‘sivil’ bir toplum geleneği ve aklıdır. Oryantal bakış açısı İslamcı hareketlere herhangi bir kalkınmacı hülya atfetmediğinden, toplantıda, geleceğin Ortadoğusu’na dair siyasal öngörülerde bulunulurken iktisadi gelişme potansiyeline vurgu yapıldı.

Bölgede ‘AK Partivari’ siyasetlerin yönetime gelerek bir ekonomik gelişme patlamasının yaşanacağını Keppel bizzat müjdelerken, Ortadoğu’daki isyan dalgasının AK Parti’nin bir ‘model’ olarak promosyonunu hızlandırdığını bir kez daha teyit etmiş oldu. Öyle anlaşılıyor ki bizim öz-AK Parti’miz, hem İslamcılığın her türüne içselleştirilmiş bir soğukluk ve husumet ile bakan Batı kamuoyuna hem de Doğu’daki dostlarına sevimli ve kabul edilebilir bir alternatif olarak görünüyor. Çünkü bu kesimlere oryantalist önyargılarının dışına çıkmadıkları halde çıkıyorlarmış gibi davranma fırsatı sunuyor.

Siyaseti, toplumu, üniversiteleri, yargısı, aileleri, ordusu Kemalist ve anti-Kemalist, ulusalcı-Batıcı-laik ve antilaik-gerici- İslamcı eksenlerinde bölünmüş, laiklik ve vatandaşlık konseptlerini hala tanımlayamamış, çatışmalarını şiddete dayanmayan bir yöntemle çözmeyi başaramamış, kadının siyasette ve toplumda hak ettiği yeri almasının önünü tıkamış, vesayetçi kültür ve kurumlarından henüz kurtulamamış bir demokrasinin ürünü ve yöneticisi olan AK Parti’nin göreceli olarak daha ‘iyi’ bir ‘İslamtrak’ parti çözümü olarak Ortadoğu’ya sunulması durumu ile karşı karşıyayız. Ancak bu tavır son derece sorunlu olup ayrı bir yazıda açılması gereken olgusal ve algısal yanlışlar içermekte.

Ordu faktörünü doğru analiz etmek

1952’de Nasırcı subayların başlattığı darbe aşağıdan yukarıya değil yukarıdan aşağıya bir askeri darbe idi. Kafalardaki soru, dönüp dolaşıp şu an varolan hareketin bazı kırmızı çizgileri aştığında yine yukarıdan aşağıya bir askeri müdahale ile karşılaşma olasılığının olup olmadığına geldiğinde konferansta cevap genel olarak olumsuzdu. Askeri bir diktatörlükten çok bir polis diktatörlüğü niteliği taşıyan Tunus’tan farklı olarak Mısır’da ordunun rolü 1952’den bu yana sabitlenmiş durumda: rejimin en üstteki yöneticilerinin, kabinenin yarısının ve valilerin yüzde 80’inin eski askerlerden oluştuğunu ve bunun bir “askeri diktatörlük” olduğu gerçeğinden yola çıkarak müdahale olasılığının canlı olduğunu ima etmek yanlış olur. Çünkü, iki eksik unsur eklendiğinde tespit değişebilir: Mısır Silahlı Kuvvetleri çok esaslı bir “ticari girişimci-yatırımcı” ordudur. Bizim ordunun hilafına vesayetçi bir ideolojisi ve konumu yoktur. Rejimin niteliği ‘diktatörlük’ olduğundan Mübarek’in kişiselleşmiş iktidar temerküzüne eklemlenerek ve uyum sağlayarak ticari ve kurumsal çıkarlarını savunageldi. Hassa ordusu gibi davrandı. Yeni sınıf ve katmanların katılımı ile oluşacak (eskiyi de içereceği kesin olsa da) bir hâkim sınıflar koalisyonu yönetime geçtiğinde de onların iktidarına uyum sağlayabilecektir. Türk ordusu örneğine uyan yanları azdır çünkü siyasal özerkliği zayıftır.

Başbakan yardımcısı farklı bakıyor

Ortadoğu’daki başkaldırıyı, hâkim oryantalist bakış açısının Arap halkına atfettiği tüm değersiz sıfatları yanlışlayan bir durum olarak değerlendiren İsrailli konuşmacıların en önemlisi aynı konferansta söz alan Başbakan Yardımcısı ve İstihbarat ve Atom Enerjisi Bakanı (Bakanlığın ismini kayda değer bulanlarımız olacağı için açık yazdım) Dan Meridor ise Arap dünyasındaki son gelişmelerin oluşma ve patlama momentlerini açıklama konusunda çok zorluk çektiklerini ifade etti. Özgürlük, adalet, eşitlik gibi herkesin özdeşleştiği sloganlarla yürüyen Arap halkının ‘şiddete’, ‘askere’ ve “İslamcı bir dile” dayanmayan sesinin tüm stereotipik anlayışları kırdığını ifade ederek İsrail devletinin de bu gelişmeden şaşkınlık duyduğunu itiraf etti. Meridor’un sunduğu açıklayıcı çerçeve -ki Keppel’in başvurduğu İslamcılığın rolü ve dili yaklaşımından bir adım ileride- çağımızda halkın gücünün ülkelerin gücünü ve sınırlarını aştığını vurgulayan bir çerçeve idi.

Bu ülkelerde gerçek bir demokrasinin yerleşip yerleşmeyeceğini, geçiş döneminin ne biçimde ve ne kadar uzun süreceği ve en önemlisi Arap-İsrail ve İsrail-Filistin ilişkilerini nasıl etkileyeceği konularında keskin olmayan ‘mütevazi’ öneriler yapılmasını önerdi. Geleceği görememenin İsrail’in varlık politikası açısından ne denli ağır bir sorun olduğunu ifade anlamında “bilmediğimizi bilmek bizim için çok zor” dedi.

İsrail’in iç siyasetinde ve toplumsal yaşamında uyguladığı güvenlik-öncelikli politikalar ve askeri harcamalar ülkenin sosyal ve ekonomik gelişme potansiyelini geriye çeken bir unsur. Sokaktaki dilenci sayısını ABD’deki evsizleri düşünerek önemli bir gösterge saymasak bile Arap dünyasındaki demokratikleşme dinamiğinin Arap-İsrail ve İsrail-Filistin ilişkilerine yansıması durumunda daha barışçıl bir evreye girilmesi İsrail’in kendi iç politikası, kendi insanlarının mutluluğu, huzuru ve insanca yaşamı açısından çok önemli.

Bu ülkenin içinde barındırdığı dinsel, mezhepsel, etnik, dilsel ve ideolojik çoğulculuğun doğasından kaynaklanan gerilimler, husumetler ve çatışmalar işbaşındaki hükümetin hem aşırı muhafazakâr siyaseti hem sert güvenlik politikalarının ‘çarpan’ etkisiyle büyümekte. İsrail’in yumuşak güç kullanarak beceriyle angaje olması gereken kendi azınlıkları, yoksulları ve muhalifleri var. Bu açıdan bakıldığında Dan Meridor, dinleyiciyi angaje eden, üzerinde düşünülmüş, klişelerin dışına çıkan entelektüel yaklaşımıyla bu sorunların geleceği açısından bana umut verdi.

STAR

YAZIYA YORUM KAT