1. YAZARLAR

  2. Kerim Balcı

  3. Kaos mu daha tehlikeli, Sünni-Şii çatışması mı?
Kerim Balcı

Kerim Balcı

Yazarın Tüm Yazıları >

Kaos mu daha tehlikeli, Sünni-Şii çatışması mı?

17 Ağustos 2012 Cuma 00:14A+A-

Cumhurbaşkanı'mız, İslam İşbirliği Teşkilatı'nın Mekke'deki zirvesinde Sünni-Şii çatışmasının İslam dünyasının öz kaynaklarını tüketeceği ve bu dünyayı Ortaçağ'a geri götüreceğini söylemiş. "Ortaçağ'a geri dönme" ifadesi Avrupa-merkezcil bir dünya telakkisinin ürünüdür.

Zira İslam Ortaçağı ile Avrupa Ortaçağı birbiriyle örtüşmez. Avrupa'nın Ortaçağ dediği döneme mukabil gelen İslam tarihi 13-14. asırlarda yaşanan kaotik isyanlar ve birbirlerini kovalayan Haçlı ve Moğol istilaları dışında bir altın çağdır; Avrupa'nın terminolojisi kullanılacaksa eğer, muhteşem bir aydınlanma dönemidir.

Elbette Cumhurbaşkanı'mızın Ortaçağ'a geri dönme ifadesini kullanması tecahül-ü arif çerçevesinde ele alınabilir. Ancak madem yaşanmakta olanlara tarihi referanslarla uyarılar ve hatta açıklamalar getireceğiz, Sünni-Şii çatışmasının Yeniçağ'a dönüş olarak ele alınması daha uygun düşer. Böylesi bir tarihi referans, yaşanmakta olan veya daha büyük ölçeklerde yaşanabilecek çatışmanın irdelenmesi açısından da işe yarayacaktır.

Entelektüel ve sanatsal üretkenlik ve dünya görüşü dinginliği açısından altın bir çağ olan İslam Ortaçağı büyük oranda "içtihat kapısının kapandığı yüzyıl" olarak kabul edilen 13. yüzyılda kapanmış ve İstanbul'un fethine kadar geçen dönem İslam dünyasının fetret devri olmuştur. Haçlı seferleri, Anadolu'yu kasıp kavuran ve Şiilikten çok Şamanizm'le bağlantılı olan Babai İsyanları, onların hazırladığı zeminde bütün İslam dünyasını ayaklar altına alan Moğol İstilası ve Anadolu Selçuklularının beylikler halinde ayakta kalmaya çalıştıkları dönem bu fetret devrinin içindedir. Denilebilir ki Osmanlı'nın fetret devri İslam dünyasının fetret devrini kapatmış, kırk yıl sonra İstanbul'un fethiyle birlikte de Avrupa'nın Ortaçağı da son bulmuştur.

İslam Ortaçağı Sünni ve Şii unsurların bir arada bulunduğu, kültürel ve hatta askeri mücadelelerin de yaşandığı ancak bu mücadelenin daha ziyade kalkınmayı tetikleyen bir mücadele olduğu bir devir idi. Fatımi Şiileri Mısır'da İslam tarihinin en büyük üniversitesi olan El-Ezher'i kurmuş, Sünnilik ona karşı Nizamiye Medreselerini ve daha sonra Memlükler'in zirve döneminde Kudüs medreselerini kurmuştu. Cuma günleri hangi halifenin ismine hutbe verileceği üzerinden savaşlar devam edip gitmiş, ancak kaos ortamı yaşanmamıştı. Kudüs'ü Fatımiler'in elinden alan Selçuklular da, daha sonra şehri geri alan Fatımiler de şehri talan etmemişler, masum halklar anlamsız yere kılıçtan geçirilmemişlerdi.

İslam dünyasında insan hayatını değersizleştiren ve işte Avrupalı anlamıyla gerçek Ortaçağı başlatan hadise Haçlı Seferleri'dir. Bu dönemde de Batılı çapulculara karşı İslam dünyasının savunuculuğunu Sünni Selçuklular yüklenmiş olduklarından Şiiler arasında çok seslendirilmeyen bir "Sünnilerin gölgesindelik" hissiyatı yayılmıştı. Babai İsyanlarını Şiiler desteklemediler. Moğol İstilası'ndan da Şiiler ve Sünniler eşit derecede zarar gördüler. Akkoyunlular Sünni idi. Kendilerini İslam âleminin başat gücü kabul ediyorlardı. Şah İsmail Akkoyunlu Uzun Hasan'ın torunlarını mağlubiyete uğrattığında onlardan bu başat güçlük arzusunu ve Osmanlı aleyhtarlığını da devraldı. Fakat artık İstanbul İslam toprağı olmuş, Yeniçağ başlamıştı. Takip eden 250 yıl boyunca Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında devam edecek olan Sünni-Şii çekişmesi aslında başat güç olma mücadelesinin uzantısından ibaretti. Ne Osmanlıların baştan kararlaştırılmış bir Sünnilik projesi vardı ne de Safeviler özünde Şii idiler. Safevileri Şiileştiren Akkoyunluların Sünniliğiydi. Denilebilir ki Osmanlıları Sünniliğin kalesine dönüştüren de Safevilerin Şiilik propagandaları olmuştur. Osmanlı-Safevi çekişmesinde mezhep hep arkadan gelen unsur oldu. Aslında dünyayı iki sultana dar gören iki devlet mücadele ediyor, mezhep farklılığı da bu mücadelenin bir unsuru olarak kullanılıyordu. Bu mücadele kaotik bir ortam da oluşturmadı. Her iki devlet de varlıklarını uzun müddet müreffeh bir şekilde devam ettirdiler.

Bu tarihi referansları günümüze taşıyacak olursak yaşanmakta olan Türkiye ile İran arasında İslam dünyasının başat gücü olma mücadelesidir. Asıl olan bu mücadeledir ve kaosa sebep vermediği müddetçe bu mücadeleden her iki taraf da güçlenmiş olarak çıkabilir. Arada mezhep, enerji, nükleer silahlanma, su savaşları, Kürt meselesi, Güney Azerbaycan gibi mevzular bu büyük çatışmanın unsurları olarak kullanılabilirler. Suriye'de İran Türkiye ile savaşmaktadır. Bu mücadele İslam dünyasını Cumhurbaşkanı'mızın ifadesiyle Ortaçağ'a götürmez. Ama Lübnan'da yaşanmakta olanlar götürür. Zira Lübnan'da yaşanmakta olan kaostur. Suriye eninde sonunda durulur. Dünyamız da birden fazla başat güçle başa çıkabileceğini defalarca ispat etmiştir. Ne var ki kaosun davetçisi olduğu bir fetret döneminden kimse bir şey kazanmaz. Tunceli'de milletvekilini "o çok özlediği dağlara" kaldıranlarla Lübnan'da adam kaçıran yüzü maskeli adamlar arasında bir Babailik bağı var gibi görünüyor. Korkulması gereken budur.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum