1. YAZARLAR

  2. Adnan Küçük

  3. Direnme hakkında frekans karışıklığı
Adnan Küçük

Adnan Küçük

Yazarın Tüm Yazıları >

Direnme hakkında frekans karışıklığı

13 Şubat 2011 Pazar 00:50A+A-

Tunus ve Mısır'daki diktatörlere yönelik gerçekleştirilen halk hareketleri üzerine, bazı çevreler, Türkiye'de de direnme hakkını kullanmanın meşru hale geldiğinden söz etmeye başladı.

AYM'nin yeniden yapılandırılmasını, Yargıtay ve Danıştay'da daire ve üye sayılarının artırılmasını öngören kanun tasarılarının gündeme gelmesiyle, CHP'li bazı milletvekilleri baskıya direnme hakkı şartlarının oluştuğunu, bu yasalara karşı halkın sokaklarda direneceğini ifade etmeye başladı. Mısır ve Tunus'ta yaşananlara öykünerek ortaya konulan bu söylem, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu tarafından da desteklendi.

Şimdi bu söylenenler doğru mudur; gerçekten milyonların direnme hakkı bağlamında meydanlarda toplandığı Mısır, baskıcı uygulamaları ile halkına kan kusturan Zeynel Abidin bin Ali'yi ülkesini terk etmek mecburiyetinde bırakan Tunus ve toplumsal patlamaya hazır diğer ülkelerdeki şartlar Türkiye'de de mevcut mudur? Mesela ülkemizde yaşanan 27 Mayıs harekâtı ya da herhangi bir başka askerî darbe, direnme hakkı kapsamına girer mi? Bütün bu soruların cevabına ulaşabilmek için önce direnme hakkı konusunda bilgi vermekte fayda var. Direnme hakkının iki türünden söz edilir. Bunlardan birincisinde bireyler ya da halk, bu hakkı anayasal düzene karşı kullanır. İkincisinde anayasayı belli kurumlara karşı korumak için bu hak kullanılır. Bu hakkın ikinci versiyonuna Alman Anayasası'nın 20. maddesinde açıkça yer verilmiştir. Birincisinde vatandaşlar, despotik, gayri insanî, insanları, haklar ve refah noktasından perişan eden yönetime ve ona hukukî meşruiyet sağlayan anayasal düzene karşı direnme hakkını kullanarak, cari düzene son vermeye çalışır. Bu düzende halk perişan, yoksulluk ve adaletsizlik diz boyudur. Bir tarafta sistemden nemalanan kaymak tabaka, diğer tarafta ezilen, perişaniyeti arş-ı alaya çıkan, haksızlık ve zulme maruz kalan, bastırılan, sefalet dehlizlerinde yuvarlanan geniş aşağı tabaka kesimleri vardır. Baskı o dereceye gelir ki, artık dayanılmaz hale gelinir. Hele ki günümüzdeki iletişim, haberleşme, etkileşim, bilgi dolaşımı, insanî değerlerin üst düzeye çıktığı bir dünyada, demokrasinin, insan haklarının, insanî yaşayışın olduğunu gören bu insanlar, artık tutulamaz, dizginlenemez hale gelmektedir. İkincisinde belli bazı kurumlar, anayasal düzeni yok sayarak keyfiliklere yönelmekte, demokratik hukukî düzenin olağan işlerliği ortadan kalkmaktadır. Yani anayasal düzen demokratik hukuk devletini öngördüğü, insanî temelli bir anayasal düzen mevcut olduğu halde, mevcut bazı kurumlar bu düzeni ortadan kaldırıcı uygulamalara yönelmekte, deyim yerinde ise anayasayı takmamaktadır.

Bu hak, belli bir kuruma, devlete, silahlı kuvvetler de dâhil olmak üzere hiçbir devlet organına ait değildir. Sadece ve sadece vatandaşlara aittir. Bu hak, herhangi bir devlet kurumu tarafından temsil olunamaz. İnanç, yaşama ve düşünce hürriyetlerinin bir başkası tarafından temsili ne kadar mümkün ise bu hakkın bir başka resmî kurum tarafından temsili de o kadar mümkündür. Şu olabilir: Halk belli bazı kurumlara ya da bizzat anayasal düzene karşı bu hakkını kullanmak üzere harekete geçer; bu hakkı bizzat kullanmaya başlar; asıl muharrik güç halk olur, bazı kurumlar da inisiyatif almaksızın bu halk hareketini destekler pozisyona girebilir. Burada bu hakkın meşru olarak kullanımından söz edilebilmesi için olmazsa olmaz nitelikte gerekli olan husus şudur: "Sevk ve idarenin kesinkes bu resmî kurum tarafından yapılmaması, aksine bu kurumun tamamen halkın başlattığı harekete tabi konumda olmasıdır." Bunun dışında, "ben halk adına bu işi yapıyorum, halk istedi ben de anayasal düzene son verdim, üyelerini halkın seçtiği bir kurumu halk adına ortadan kaldırıyorum" demek, meşru bir direnme hakkı kullanmak değil, bilakis halka ait bu hakkın belli kurumlar tarafından gasp edilmesidir. 27 Mayıs 1960 askerî cunta hareketi bunun en tipik örneğidir.

Direnme hakkı, meşru yolun sonuna gelindiği, hukukî zeminde yapılacak hiçbir şeyin mevcut olmadığı bir ortamda başvurulacak bir yoldur. Demokratik yollarla siyasî iktidarı değiştirme yolu açık ise, anayasal düzen dışına çıktığı iddia edilen kurumların hukukî zeminde dizginlenmesi mümkün ise, meşru direnme hakkını kullanmanın şartlarının mevcut olduğundan söz etmek, hukukî zeminde mümkün değildir. Bu şartlarda yapılacak hukuk dışı eylemler, direnme hakkı değil, isyandır; suç teşkil eden eylemlerde bulunmaktır; bu yönde bir çağrıda bulunmak, hukuk dışı isyanları, anarşi ve terörü körüklemektir.

Gelelim Türkiye ile Mısır, Tunus, vd. ülkelerle kurulmaya çalışılan benzerliğe. Bazı CHP'liler tarafından, halkın direnme hakkını kullanmasını meşru hale getirdiğini ileri sürdükleri TBMM tarafından yapılmaya çalışılan kanunî düzenlemeler, iddia edildiği gibi faşizmi kurmayı amaçlayan, yargıyı bitiren düzenlemeler değildir. Bilakis yapılmak istenen kanuni düzenlemeler, bütün medeni ülkelerde mevcut olan, halkı, "Gene tehir etme üç ay öteye, Bu dava dedemden kaldı hakim beğ, Otuz yıl da babam düştü ardına; Siz sağolun, o da öldü hakim beğ" dörtlüğündeki sözleri söyletecek kadar isyan ettiren yargıdaki tıkanıklığı gidermeyi amaçlayan, Avrupa Konseyi, AB ve Venedik Komisyonu ile buralara üye ülkeler tarafından desteklenen reformist düzenlemelerdir. Şayet bu düzenlemelerle faşizm gelecekse başta Almanya, İtalya, İspanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde cari olan rejim faşizmdir. Bunları aklıselim birisinin söyleyebilmesi mümkün görünmemektedir.

'Peki, bütün bu çarpıtmaların arka zemininde hangi anlayış yer almaktadır?' sorusu hemen akla gelmektedir. Öyle zannediyorum ki, yukarıda sözü edilen ülkelerde olduğu şekilde Türkiye'de de direnme hakkını meşru kılacak şartların tahakkuk ettiğini söyleyenler, esasen geçmişten günümüze mevcut olan bazı marazi alışkanlıklarını dışa vurmaktadırlar. 27 Mayıs 1960 günü, halkın meşru yollarla iktidara getirdiği Demokrat Parti'ye silahlı kuvvetler tarafından son verilmesini, "kurumun, halk adına direnme hakkını kullanması" olarak meşrulaştırmaya çalışan, kısaca meşru direnme hakkının silahlı güçler tarafından gasp edilmesini meşru gören bir zihniyetin dışa vurumudur bu. Halka yönelik, onları tatmin edici politikaları üretemeyen, siyasî yollarla iktidara gelmek için ciddi manada çabalar sarf etmeyen bu zihniyet temsilcileri, demokrasi içerisinde başarı elde etme ümitlerini kaybetmenin verdiği acziyetin üzerini, acaba bu tür manipülasyonlarla örtebilir miyizin hesabını yapmaktadırlar.

Demokratik kurum ve kuralların kısmi bazı aksamalara rağmen işlediği, ekonomik refahın ideal manada olmasa da, bu ülkelerle kıyaslanamayacak kadar topluma yayıldığı, insanların meşru anayasal zeminde beğenmedikleri iktidarı değiştirme imkânlarının mevcut olduğu Türkiye'yi bilen kişilerin, meşru direnme hakkı zemininde bu tür düşünceleri savunmaları mümkün değildir. Türkiye'deki şartlarla Mısır ve Tunus'taki direnme hakkını meşru kılan şartların aynı olduğunu söylemenin, armutlarla el bombalarını karıştırmaktan farkı yoktur. Bu ülkelerle Türkiye arasında bir benzerlik kurmak, direnme hakkı bağlamında frekansları karıştırmaktır. Ben, 12 Haziran 2011 günü yapılacak seçimler öncesinde muhalefetin bu tür safsatalara sarılmasının demokratik hukuk devleti ve bu partiler açısından hiç de hayra alamet olmadığı kanaatindeyim.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT