1. YAZARLAR

  2. Ahmet Yıldız

  3. Avrupa’da burka pandemisi seküler kutsallığın otoriter yüzü
Ahmet Yıldız

Ahmet Yıldız

Yazarın Tüm Yazıları >

Avrupa’da burka pandemisi seküler kutsallığın otoriter yüzü

19 Temmuz 2010 Pazartesi 07:13A+A-

Burka pandemisine kaynaklık eden paranoya, modern sekülarizmin özgüvensiz ve mütehakkim karakterini ifşa etmektedir. Sayıları 100’lerle ifade edilen toplumsal bir pratiği bile tehdit algılamasına dönüştürebilen ruh hali, Batılı değerleri kendinden tanımlı bir evrensellikle özdeş kılmayı içermektedir.

Modernitenin ürettiği sosyopolitik kültür, C. Schmidt’in ortaya koyduğu gibi, daha önce var olan “dini mutlak çerçevenin” kodlarının bütünüyle seküler değerler üzerinde inşası üzerine kurulmuştur. Teolojik dilin sekülerleşmesiyle ortaya çıkan modern “zihin yapısı”, daha önceki  mutlakçı çerçeveyi, küreselleşmenin getirdiği dönüşümün etkileriyle biraz yalpalasa da, devam ettirmektedir. İzafiyetçi anlayışın bile “mutlak izafiyet” çizgisinde, bu mutlakçı anlayışı yeniden ürettiği söylenebilir. Bu mutlakçı sekülerliğin Avrupa özelindeki en karakteristik yansımalarından biri, Charles Taylor’ın da belirttiği gibi, Allah’a olan inancın verili olmaktan çıkarak sadece bir “imkan” olarak var olabilmesidir. “İmkan olarak var olabilme” ise pratikte, sekülarizmin empoze ettiği parametreleri kabul etmeye irca edilmiştir. “Sekülarizmle (laiklik değil!) barışık” bir dindarlığın inşa edilmesi, modern sekülarizmin önündeki, hem epistemolojik, hem ahlaki, hem de pratik düzeylerdeki en büyük meydan okumadır. “Allah”ın hükmetmek bir tarafa, “nefes alamadığı” bir kamusallık anlayışı, “seküler insanı” “Allah”ın yerine ikame etmiş, mülk-melekut ayırımını ortadan kaldırarak varlığın her türlü görünümünün referansını beşerileştirmiştir. Bu beşerileştirme sürecine din ve din müntesipleri de dahil edilmiş, dinin kamusallığının sınırları mutlak seküler otoritenin parametrelerine göre belirlenmiştir.

Avrupa’nın çoğulculuğu

Avrupa özelinde bu durum, dinin Hıristiyanlıkla özdeşleştirildiği bir arka planı yansıtmaktadır. Hıristiyanlık ise, yüzyıllara uzanan bir iktidar mücadelesinin hezimete uğramış tarafıdır.

Seküler akıl ve otoriteye baş kaldıracak takati, karşı koyacak meşruiyeti, kafa tutacak argümantasyonu kalmamıştır.

Böyle bir ortamda çok kültürcülük ya da kültürel çoğulculuk, dinin beşerileştirilmesi sayesinde bütünüyle yatay düzeyde, din itikadi ve ahlaki anlamda tanımlayıcı değerini kaybettiği için, teşekkül etmiştir. Avrupa’daki hakim kültürel çoğulculuk anlayışının iki belirleyici sınırı bulunmaktadır: 1) Kültürel çoğulculuktan dinin ve dini cemaatin yararlanması, bunların yerleşik iktidar biçimi açısından bir tehdit oluşturmayacak kadar önemsiz olmasını zorunlu kılar. 2) Bu din, Hıristiyanlık olduğunda tolere edilebilir olmakla birlikte, İslam gibi, hakim seküler kültürel kodları sorgulayan bir din ise, kültürel çoğulculuk sona ermekte, saf iktidar dili devreye sokulmaktadır.

Öyleyse, bugün Avrupa’da yaşanan sözde ulusal kimlik krizi ya da kültürel çoğulculuk yanılsaması, aslında modern sekülerliğin, İslam karşısında test edilme sürecinin tezahürleridir.

Paranoyadan İslamofobi’ye

Modern sekülerliğin İslam’la yüzleşmesinin “dışlayıcılık” temelinde gelişmesi, hem İslam hem de Müslümanlar üzerinden gerçekleşmektedir. Avrupa’nın İslam’la bir din ve bir hayat görüşü olarak yüzleşmesi süreç içinde paranoyak bir görünüm kazanmış, sonuçta İslamofobi olarak adlandırılan ve İslam’a dönük korku ve nefreti yansıtan bir olguyu doğurmuştur.

İslam bir din olarak, hakim modern seküler değerlerle çatıştığında, kendi doğrularından vaz geçmediği için, demonize edilmekte, dışlayıcı ve pejoratif bir iktidar dilinin nesnesi haline getirilmektedir. Bu yüzden minare gibi, mezar taşları gibi, domuz eti yasağı gibi, İslami gösterenler yoğun saldırıların konusu olmaktadır. Bunun sonucunda anlama çabasının yerini, “filtrelenmiş” bir anlamlandırma çabası almakta ve İslam dini seküler cadı avının bir kurbanı haline getirilmektedir.

Modern sekülerliğin İslam’la yüzleşmesinin ikinci kanalı Avrupa’daki Müslümanlar üzerinden gerçekleşmektedir. Öyle ki, kimileri, İslamofobiyi münhasıran Avrupalı Müslümanların, “şarklı, geri, gerici,” tutum ve hayat pratiklerine bağlamaktadır. Sekülerleşen Müslümanlar yaşadıkları ulusal toplumun mensubu olarak kabul edilebilmekte ama dindar Müslümanlar, vatandaş bile olsalar, bizim tek parti dönemi vatandaşlık pratiğinde görüldüğü gibi, yalnızca “kanun-ı esasi vatandaşları” muamelesine tabi tutulmaktadır. Avrupa’nın Müslüman vatandaşları, yaşadıkları toplum ve devlete “hizmet sunumunda” vatandaş olarak görülmekte ancak “hizmet alımında” ötekileştirilmektedirler.

Avrupa’da yaşamakta olan Müslümanların önemli bir kısmı yabancı statüsünde görülmekte, onların geniş topluma entegrasyonu yerine asimilasyonu hedeflenmektedir. Aslında Türkiye Cumhuriyetinin İslam’la serüveninde ortaya çıkan ve halen devam eden çatışma alanları, bugün Avrupa’da yeniden karşımıza çıkmaktadır. “Dilde, kültürde/kanda ve ülküde birlik” Tek Partili Cumhuriyetin mottosuydu.

Cumhuriyetin değerleri, kazanımları mutlak iyiyi/doğruyu temsil etmekteydi ve İslam gibi geriliğin sembollerinin bu değerler karşısında varlık sebebi ortadan kalkmaktaydı. Bugün olduğu gibi, o dönemde de, İslam ve Müslümanlarla yüzleşmenin en önemli kanalı, kadın bedeninin görünürlüğü  üzerinden gerçekleşmişti. Çarşaf karanlığın sembolü olarak görülürken, tesettüre karşı büyük bir mücadele başlatılmış ama çok tartışılmasına rağmen, taktik gerekçelerle, bu mücadele hukuki değil idari araçlarla sürdürülmüştür.

Çarşaf giyenler devlete ait alanlara hiçbir şekilde sokulmazken, sokakta fiilen çarşaf giyimine müdahale edilmiştir. 12 Eylül sonrasında yasal araçların kullanıma sokulması, seküler otoritenin güç kaybı, meşruiyet yitimi ve bunun sonucunda ürettiği paranoyak tehdit algılamasıyla ilişkilidir.

Sekülerizme suçüstü

İlginç şekilde bugün Avru pa’da İslam’a ve Müslümanlara karşı, geçmişte Yahudilere karşı takınılan tutum yansıtılmaktadır. Dağılmak üzere olan, hükümet kuramayan, ulusal birliği kraliyetin varlığına takılıp kalmış Belçika’da parlamento, Müslüman kadının peçesine, kamusal alanda,  hem de güvenlik ya da profesyonel gerekler gibi bir sınırlamaya bile ihtiyaç duymadan, yasak getirmeyi öncelikli meselesi olarak görebilmektedir. Bir virüs gibi yayılan burka/peçe karşıtlığı, rüşvet ve ekonomik krizin getirdiği mali yükün yol açtığı toplumsal bunalımı perdelemenin bir aracı olarak, Fransa’da az görülen bir parlamento çoğunluğu tarafından benimsenmektedir. “Cumhuriyetin kazanımları” söylemi bizim pek aşina olduğumuz bir söylemdir ve Fransa’da bu söylemle getirilen kısmi tesettür yasağı, burka yasağı ile günlük hayatın kılcallarına nüfuz etmeye çalışmaktadır. Yasak İspanya ve İtalya’da da etkisini göstermiş durumda. “Burka pandemisi” olarak adlandırabileceğimiz bu durum, modern sekülerliğin suçüstü durumudur. Seküler zorbalığın kendi öğretisini iktidar diliyle dayatmasının ahlak dışı bir yansımasıdır.

Rahibenin de çarşafı var 

Burka pandemisine kaynaklık eden paranoya, modern sekülarizmin özgüvensiz ve mütehakkim karakterini ifşa etmektedir. Sayıları 100’lerle ifade edilen toplumsal bir pratiği bile tehdit algılamasına dönüştürebilen ruh hali, kültürel çoğulculuğun Batı kültürünün seküler parametreleri içinde bir çoğulculuğa işaret ettiğini, reel bir çoğulculuktan uzak bulunduğunu açığa çıkarırken, Batılı değerleri kendinden tanımlı bir evrensellikle özdeş kılmayı içermektedir. Böyle bir özdeşlik, “kadınlık onurunu koruma” paravanasının arkasına saklanarak mülk ile melekut arasındaki ilişkiyi kırmak istemekte, kadın bedeninin görünürlük biçimine ilişkin ilahi referansı yok saymakta ya da önemsememektedir.

Seküler modernlik hazza odaklılığı, insan nefsini ve hevasını “ilah” ittihaz etme temayülü ve ahiret inancının yokluğu üzerinden hareket ettiği için, kadının kamusal görünürlüğünü gündelik hayatta merkezi bir konuma itmekte ve deyim yerindeyse bir “haz maksimizasyonuna” dayandırmaktadır. Bu hazcılık hiç şüphesiz behimi bir nitelik taşımaktadır. Örtünmenin kadınlık onuruna aykırılığı sübjektif bir iddiadır; hiçbir şekilde genellenebilir bir duruma işaret etmez. Burada bireysel tercih hürriyetinin reddedilmesi ise, azgın bir tekebbür halini yansıtmaktadır.

Avrupa’daki burka pandemisinin işaret ettiği çifte standart, rahibelerin giyiminde kendini net bir şekilde göstermektedir. Rahibelerin çarşafı neden yasak konusu değildir de, Müslüman kadınların çarşafı ve bireysel tercihe bağlı olarak bunun mütemmim cüzü olan nikabı/peçesi/burkası yasak konusu olmaktadır? Yasağın gerekçesinin güvenlik ya da profesyonel gerekler olmaması da dikkat çekicidir. İslami görünürlüğün kadın giyimi üzerinden, aslında gelenekle hemhal olmuş yansımalarından biri olan peçeye dönük bu çevrelemenin, İslamofobik saikler dışında ikna edici bir açıklaması görünmüyor. Avrupa toplumlarının içinde bulunduğu problemlerin kaynağında Müslümanların olduğu iddiasının ele gelir, güçlü dayanakları bulunmuyor.

Nietzsche buna ne derdi?

 İslami görünürlüğü öteleme uğruna Hıristiyan ve Yahudilerin kamusal görünürlüğüne de, Fransa’da olduğu gibi, yasakların genellenmesi, seküler kutsallığın otoriter tabiatını yansıtıyor. İtalya’da, İtalya derin devletinin Kızıl Tugayları taşeron olarak kullandığı Aldo Moro cinayetinin işlendiği 1978 yılından beri, yüzü kapatacak şekilde giyinmek yasak. Peki ama, bu yasağın varlığına rağmen, burka yasağının İtalya’da mazhar olduğu rağbet nasıl açıklanabilir? Avrupa’nın hemen tamamına yayılma eğilimi gösteren bu anti-burka koalisyonu, Batılı değerlerin evrensel değerler olduğu yanılsamasını içermiyor mu? Kadının hür olma durumu ile tesettür ve bunun değişik formları arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Bu ilişki biçiminde aile kurumunun ve bunun dayandığı sadakat anlayışının değersizleştirilmesi de bulunuyor. Aile birlikteliği içinde zinanın suç sayılmaktan çıkarılması, homoseksüelliğin aile kurumunun bir formu olarak tescil edilmesi, aslında seküler modernliğin “kolektif normal”inin bulunmadığını ortaya koyuyor. Seks dergileri, çıplak fotoğraflar, dar kotlar ve plastik cerrahinin nesneleştirdiği ve erkeklerin seks objesi haline dönüştürdüğü kimin bedenidir?

Güvenlik kaygıları açısından göz teşhisi ve parmak izi teknolojisi, yüzden teşhisi yerini almadı mı? Burkasız kadınlara dönük partner şiddetinin burkalı kadınlardan daha az olduğunu kim söyledi? Bu “bütün değerlerin değersizleştiği” durumu, acaba Nietzsche nasıl okurdu? Mesele burka ya da örtünme değil, bunun Müslüman kadının üzerinde temsil ettiği şeydir. Tamamen din ve vicdan hürriyite kapsamında düşünülmesi gereken bu temsiliyet, yasak konusu yapılabiliyorsa, bu liberal demokrasinin otoriter sekülarizme kurban edilmesinden başka bir şey değildir. Otoriter sekülarizm, hem din, hem de vicdan hürriyetine dönük  “açık ve yakın” bir tehdittir. Hiçbir burka, bunu peçelemeye yetmez!

[email protected]

STAR

YAZIYA YORUM KAT