“Ehven-i Şer” meselesine nasıl bakmalıyız -2
“Ehven-i Şer” tercihi, muvahhidler için değil, tevhitten habersiz kitlelerin “şer”den kaçışı anlamında “görece bir olumluluk”tur.
Bilindiği üzere, Haksöz dergisinin son sayısındaki, “Darbe-çete düzeninde halkın özgürlük arayışı ve sorumluluklarımız” başlıklı yazımızı okuyan Murat Kayacan kardeşimiz, bu yazıdan, benim “ehven-i şeri olumlu bulmak gibi bir değişim yaşamış olduğum” sonucunu çıkarmış ve bu değişimi kendisi de olumlu bir gelişme olarak nitelendirmişti. Bunun üzerine “Ehven-i Şer meselesine nasıl bakmalıyız” başlıklı bir açıklamayı bu sitede yayınlayarak, konunun ilmi ölçülerle tartışılmasını ve varsa delilleri ortaya konarak konunun açıklığa kavuşturulmasını talep etmiştim. Ancak maalesef bu tür fikri tartışmalara ciddi bir katılım sağlanamıyor. Buna rağmen katılımda bulunan az sayıda kardeşimize, hem bu tür bir konuda fikir beyan ederek katkıda bulunmaya çalıştıkları, hem de bunu çok güzel bir üslupla gerçekleştirdikleri için dua ediyorum. Allah kendilerinden razı olsun. Özellikle de Muhammed Fatih Ergün kardeşimizin değerli tespitleri konuyu aydınlatmak bakımından önemli katkı sağlamıştır.
Bu yorumlardan sonra, Murat Kayacan kardeşimin “Görece Olumluluk” başlıklı açıklama yazısı yine bu sitede yayınlandı. Sevdiğim ve kitaplarından da istifade ettiğim değerli bir akademisyen olan kardeşimizin bu yazısı üzerine, konunun üzerinde biraz daha durulması gerektiği kanaatine vardım. Bu sebeple, söyleyecek sözü ve birikimi olan başka kardeşlerimizin de tartışmaya katılmalarını, hem birbirini karalamadan, dışlamadan, mahkûm etmeden anlamaya çalışan, ancak farklı fikirlerini de cesaretle ve nitelikli bir biçimde ortaya koyabilen ve böylece mü’minlerin tartışma ahlakına katkıda bulunabilecek bir örneklik oluşturmalarını, hem de bu önemli konuda fikirlerimizin olgunlaşıp isabet kaydetmesine katkıda bulunmalarını rica ediyorum. Türkiye’de her yerden çok daha fazla ve sürekli gündemde olan bu mesele hakkında iyi niyetli birçok Müslüman kardeşimizin de ciddi kafa karışıklığı içinde olduğu vakıası karşısında, bu meseleyi ciddi ve ilmi bir tartışmayla tam anlamıyla açıklığa kavuşturmak zorunluluğumuz vardır. Çünkü sürekli kan kaybetmemize yol açan, birçok savrulmanın sebebi olan, insanlarımızı zamanla dönüştürüp, dünyevileştiren ve İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaştırıp liberalleştiren, sekülerleştiren bu alanda temel ilkeler ve aşılmaması gereken hudutlar daha da belirgin hale getirilmek durumundadır. Bu konunun bir daha tartışılmasına vesile olan Murat kardeşime de, hem buna vesile olduğu, hem de değerli katkılarda bulunduğu için teşekkür ediyorum.
Değerli kardeşim Murat Kayacan’a cevaben kaleme aldığım yazının “Sonuç ve teklif” bölümünde aşağıdaki satırlara ve sorulara yer vermiştim.
“Bütün bu açıklamalar göstermektedir ki, benim “ehven-i şer olabilir” demediğim çok açık olmakla beraber, Murat Kayacan kardeşimin “ehven-i şer olabilir” yaklaşımını benimsiyor olmasını ve benim de bu anlamda bir değişim geçirmiş olmam ihtimaline olumlu yaklaştığını beyan etmesini de ben sorun olarak görüyorum. Çünkü, bende bu anlamda bir değişim gözlemlediğinde, kardeşimden övgü değil eleştiri beklerdim. Mesela, şunu söylemesini beklerdim: “Bu yöntemin fazla denenmediği ve bilinçlenmenin de bugüne göre daha geride olduğu, yani bu yöntemin henüz bir kısım Müslümanlar tarafından bir umut olarak görüldüğü süreçlerde karşı duran bir Müslüman’ın, bugün bunca bilinçlenme ve olumsuz deneyim birikimine rağmen, vaat edilen görece özgürleşme konusunda bile bir adım ileriye gidilememişken, son gelişmelerle de artık iyice umut kesilmesi gereken ehven-i şer yöntemine nasıl ve hangi sebeple olur verirsiniz? Pragmatik sebeplerle bu yönteme takılanların, zenginlik ve makamlara ulaştıklarını, ancak “İslam’a ve Müslümanlara hizmet” iddiasıyla gittiklerini iddia ettikleri bu alanda, bu anlamda hiçbir hayra da vesile olmadan, zamanla nasıl dönüştükleri, kirlendikleri ve daha önceki İslami ve ahlaki değerlerini bile nasıl tükettikleri ortada iken nasıl olur da siz bugün bu yönteme olur dersiniz?” Evet, önce Kur’ani ölçüler çerçevesinde ilkesel eleştiriler yapmasını, buna ilaveten hiç değilse bu soruları da sormasını beklerdim.
Şimdi ben, Kur’an merkezli bir din anlayışına sahip olarak tanıdığım kardeşime soruyorum; “ehveni şer olabilir”den neyi kastediyorsunuz ve bir Müslüman olarak buna razı olmanızı hangi delillere dayandırıyorsunuz? Daha somut ifadeyle sistem içi laik bir partide bir muvahhidin yer alabileceğine, sistemin şirke dayalı ilkelerini benimseyerek, bunlara bağlılık andı içerek ve mutlak anlamda şari kabul edilen laik demokratik parlamentoda yasa koyucu olarak bulunmasına olur vermeyi hangi somut delillere dayandırıyorsunuz? Evet, ben de bir Müslüman olarak, laik-demokratik sistem içi bir yöntemi tercih etmeyi olumlu bulduğunu söyleyen bir başka Müslüman kardeşimden açıklama isteme hakkımı kullanarak bu sorularıma cevap bekliyorum. Amacım bu konunun bir daha, açık yüreklilikle ve komplekssiz bir biçimde ve sloganik değil, derinlikli ve nitelikli bir muhteva ile tartışılmasına vesile olmak. Bunun önemli bir ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Çünkü yakınımızda bulunan birçok kardeşimizde de bu konuda bir netlik yakalanamadığını, her an laik-demokratik yönteme doğru değişim potansiyeli ve riski taşıyan epey kardeşimiz olduğunu gözlüyorum.
Zulumatın koyusunu teşkil eden Kemalist despotizmin hâkimiyetinde olan bir ülkede yaşamak ile görece daha özgür zulumatın gri tonlarındaki daha özgürlükçü bir şirk sisteminde yaşamak arasında tercih yapmak zorunda bırakılsak ve bu ikisinden birinde mecburi ikamete zorlansak, tabii ki ikincisini tercih etmekte bir beis yoktur. Ama biz yaşadığımız ülkede bu sistemlerden birisinin hâkim hale gelmesi konusunda bir tercihle, zulumat kulvarlarından birisini tercih edip, onun ülkeye hakimiyetini gerçekleştirmek için örgütlenip, onu hakim kılmak için bir mücadele stratejisi oluşturup, o uğurda mücadele edemeyiz ve toplumu şirk içindeki alternatiflerden birisine çağıran bir davet çabası içine giremeyiz.
İşte biz, sistem içi partisel mücadeleye bu şekilde bir yaklaşım içinde olmuşuz. Sağlam ve sahih deliller ortaya konur ve sistem içi laik-demokratik partileşmenin de meşru (Şer’i) olduğu ve Müslümanlarca tercih edilebileceği, bu sahih delillere istinaden ortaya konur ve ikna olursak, bizler de varsa yanlışımızı düzeltme imkânı buluruz. Ancak bu ispat yapılamazsa, bir daha bu tartışma Müslümanların gündemine getirilmemelidir” demiştim.
Murat Kayacan’ın Açıklaması ve Delil Olarak Verdiği Örnekler Tartışma Konumuzla Doğrudan Örtüşmemektedir.
Murat kardeşim kaleme aldığı “Görece olumluluk” başlıklı yazısında, kendisine yönelttiğim sorulara hiç yaklaşmadan, “ehven-i şer” meselesini, üzerinde tartıştığımız konuyla tamamen alakasız bir alana çekerek farklı bir alanda fikir beyanında bulunmuştur. Halbuki ben, kendisinde var olan birikimiyle kolayca cevaplayabileceği bir konuda, tartışma konumuz olan somut “ehven-i şer”in, yani sistem içi laik demokratik partilerden görece daha özgürlükçü olanını, muvahhidlerin tercih edip o yolda bir örgütlenme ve mücadele içine girmelerinin, olumlu görülebileceğine dair eğer varsa delillerini ortaya koymasını istemiştim.
Mecelle bir meselede bir dönem nasıl düşünüldüğünü ve nasıl bir içtihatla nasıl çözümler üretildiğini anlamak için istifade edilecek tarihi bir hukuk belgesidir. Ancak din konusunda delil değildir. Buna rağmen, Kur’an merkezli bir din anlayışına sahip olduğuna inandığım Murat kardeşimiz, hem delillerini vahiyden ve Resulün örnekliğinden değil de, Osmanlıda üretilen bir hukuk belgesi olan “Mecelle”den getirmeyi tercih etmiştir. Hem de “ehven-i şer” meselesini, tartışma konumuzla alakası olmayan bireysel hayatla ilgili zaruretler ve bireysel ilişkilerdeki hukuk konusuna, ya da bizim de itirazımız olmayan İslami kimlik ve ilkeleri koruyarak yapılabilecek işler alanına kaydırmıştır. Diğer yandan, benim tevhidi bilinçten yoksun kitlelerin özgürlük arayışını, despot sistemin devamından yana olan zulumatın koyu tonlarındaki partiler yerine, yani “şer” yerine “ehven-i şer”e yönelip, görece daha özgürlükçü gri tonlara destek vermelerini ve insanların kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri vasatları ortaya çıkaracak sistem içi değişime vesile olmalarını, bu kitleler ve sistem için görece bir olumluluk olarak nitelendirmemi de yanlış anlayarak, tevhidi bilinçteki mü’minlerin böyle bir tercih yapmalarını da “görece olumluluk” olarak nitelendirdiğimi zannetmiştir. Biz de dâhil tüm halkın ihtiyacı olan bu görece özgürlük vasatına ulaşmayı görece bir olumluluk olarak değerlendirmek, egemen zulmü ortadan kaldırmak için adalet ve özgürlük mücadelesi verip zulmü geriletmeye çalışmak başka bir şey, mü’minlerin böyle bir sistem içi değişim yöntemini benimseyebileceklerini ifade etmek, laik Kemalist ilkelere bağlılık sözü verip onlar çerçevesinde demokratik, seküler bir mücadeleyi esas almalarını olumlu bulmak başka bir şeydir. Nitekim Murat kardeşimizin de yazısına alıntıladığı paragrafın sonunda bu tür bir yanlış anlamayı engellemek üzere; “Ancak bu tür taktik, konjonktürel ve görece özgürleşme ihtiyaçlarımız uğruna, bizi İslami kimlik ve ilkelerimizden uzaklaştıracak olan, stratejik hedefimize aykırı yöntemlerin peşine takılamayız” cümlesine de yer vermiştim.
Kardeşimiz, kanaatimce yanlış anlama sonucunda, aşağıdaki örneklerle “ehveni şer”in “görece olumlu”luğunu delillendirmeye çalışmıştır.
“Sözgelimi, Ebu Cehil karşısında başka bir gayr-ı Müslim Ebu Talib'in himayesinde tebliğ ve hayır-hasenat işleri yapmakta veya Gayr-ı Müslim Necaşi'nin himayesini tercih etmek “görece bir olumluluk” kabul etmek. Hz. Peygamber (s)'in bazı münafıkları öldürme tekliflerine "Bu sefer de derler ki, Muhammed adamlarını öldürtmeye başladı." gerekçesiyle red cevabı vermesinde mevcut olan görece olumluluk. Müminlerin İran'ı Bizans'ın yendiğini duyunca sevinmeleri veya Kur'an'ın Ehl-i Kitabı diğer gayr-ı Müslimlerden ayrı tutmasında bulunan görece olumluluk.
Yakın tarihten örnek verecek olursak, Afgani ve Abduh’un 1884 yılında Fransa’da yayınladığı Urvetu’l-Vuska dergisinde, sapkın söylemlerine rağmen İngilizlere karşı Mehdi’nin desteklenmesinde görece bir olumluluk kendini hissettirir. Dergide, Sudan’da İngilizlere karşı direnen Mehdi Muhammed’in mehdiliğini kabule dair bir ibare yoktur. Ancak destek büyüktür. İngilizlerin geriletilmesi konusunda dergide en çok ön plana çıkarılan hareket budur.3 O mehdi olmasa da Hintliler onun mehdi olduğuna inanmalıdırlar. Böylece bu inanç belki de onların İngiliz tutsaklığından kurtulmak için birleşmelerine neden olur.4 Yine dergide, saltanat ve örfün hakim olduğu Osmanlı’nın Mısır’da meşru haklara sahip olduğu ve bu haklarına sahip çıkması gerektiğinin vurgulanması yani Osmanlı’ya diğer Müslüman ülkelere göre görece bir olumluluk yüklenmesi,5 Eski işgalci Fransızlara –neredeyse hiç- eleştiri getirilmemesi –Çünkü ona göre İngiltere’nin zulümleri ancak Fransa’nın yardımıyla hafifletilebilirdi-6 derginin orada daha özgür bir ortamda çıkarılabileceğinin düşünülmesi görece olumluluğa müsait örneklerdir.
Günümüzden örnek verecek olursak, mevcut yasalara göre okul, dernek, vakıf açmak ve salih niyetli etkinlikleri evle sınırlı tutmamak, şirk deyip büyük sıkıntı içine girmektense tâbiyyet gösteren nüfus kâğıdına sahip olmak, muhtemelen pozitif bilimin laikleştireceği ve sisteme uygun din adamı yetiştireceği düşünülerek açılan imam hatiplerin yetiştirdiği talebeleri diğer okullarınkine nispetle İslâmi değerlere yakın bulmak, tağut deyip uzak durmayı teşvik etmektense mecbur kalındığında mahkemeye başvurmak, çözüm olmadığı durumlarda da AİHM'e gitmek, ahlaki sapkınlığa prim veren, inkârcı kesimleri zulme karşı tavırları nedeniyle, “inandığını söyleyip zulümden yana tavır alan kesimlere” tercih etmek de görece olumluluk kapsamına girebilir kanaatindeyim.”
Bütün bu örneklerden anladığım, Murat kardeşimizin, çözümsüzlükler, tıkanmalar ortamında, iyi niyetli yorumlarla kendince Müslümanları rahatlatacağını umduğu çözümler üretmeye, açılımlar getirmeye çalıştığıdır. Ancak bu tür içtihatlar ve açılımlar yapılırken, İslam’ın naslarının, sabitelerinin, akidevi ve ahlaki temel ilkelerinin değişmezliği sürekli göz önünde tutulmalı, nerede durulması gerektiğinin ve aşılmaması gereken hudutların altı kalın çizgilerle çizilmelidir.
Muhammed Fatih Ergün kardeşimiz ise, Kayacan’ın bu açıklamasının altına düştüğü yorumda, aynı nazik ve ilmi üslupla şu konulara dikkat çekmiştir:
“1. Tezin ispatı sadedinde delil getirmek niyetiyle kullanılan örneklerden bir kısmı munzel değil; mevhum (vehme dayalı), muevvel (yorum tabanlı) ve örfidir. Bunlarla da istidlal ve ilzam caiz değildir. Örneğin; Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye ne zaman kaynak sayılmış ve delillerden bir delil olmuştur da ilk istidlal (delillendirme) Mecelle'den yapılmıştır?
2. Örnekler(in tümü) "ehven-i şer" tartışması bakımından saded dışıdır. Örneklerden çoğu için de ayrıca şu söylenebilir: doğru ve ma'kul örneklerle yanlış bir alanda istidlal yapılmıştır. Bu usul hatası, tartışmanın selameti bakımından sıkıntılıdır.”
Fatih kardeşimizin bu tespitlerine ben de katılıyorum. Murat kardeşimizin zikrettiği örnekler, hep tevhidi mücadele sürecinde kimi sistem içi araçların zarureten kullanımıyla alakalıdır. Ya da mü’minlerin şirk sistemiyle yönetilen cahiliye toplumu içindeki yaşantılarını sürdürürken karşılaştıkları, kendilerine inisiyatif bırakmayan dayatma alanlarındaki zaruretlerle ilgilidir. Mü’minlere bu tür konularda çözüm getiren, can ve mal güvenlikleri dahil beş temel emniyet alanında yaşanan sorunları aşmak için, zaruret ve ikrah şartları çerçevesinde geliştirilen fıkhi açılımları hatırlatan örnekler sunmuştur. Fatih kardeşimin ifadesiyle, bir kısım doğru ve makul örnekler de, bunlarla örtüşmeyen tartışma konumuza delil gibi sunulmuştur.
Resulullah (s) ve ashabının da, zorlu mücadele sürecinde, kimi sistem içi araçları kullanmaları söz konusudur. Ama o araçları kullanma karşılığında herhangi bir taahhütte bulunmaları söz konusu olmamıştır. Şirke dair ilke ve değerlere bağlılık sözü vermeyi, onları benimsediğini ve mücadelesinde esas aldığını ifade etmeyi bırakın, İslami kimlik ve ilkelerden, İslami davet sorumluluğunu yerine getirmekten herhangi bir taviz vermeleri bile söz konusu değildir. İşte Ebu Talibin himayesi de, Necaşi’nin ülkesine hicret edilip mülteci olunması da hep böyle bir ilkeli tutum çerçevesinde kullanılmıştır. Biz de bugün, şirk sisteminin ilkelerine, ideolojisine bağlılık sözü vermeden, İslami kimlik ve ilklerimizden taviz vermeden, Allah’ın şeriatının hudutları dahilinde kalmaya özen göstererek sistem içi kimi araçları kullanabiliriz. Nitekim, dergi, yayın evi, vakıf, dernek, radyo vb araçları bu ilkeler çerçevesinde kullanıyor, aynı zamanda bu araçlarla sistemin dayattığı ilkelere, resmi ideolojiye ve zulme karşı da mücadele veriyoruz. Doğru olan da budur, vahiy ve sünnette delili olan da sadece budur.
İşgale, zulme, sömürüye, katliamlara ve emperyalizme karşı direnişi desteklemek konusu ise, daha başka bir konudur. Bizim bugün Irak ve Afganistan’daki işgale karşı direnişi desteklediğimiz gibi, Afgani ve Abduh’un İngiliz işgaline karşı, İslami kimlik ve ilkelerin gerektirdiği adalet anlayışıyla, İngilizlere karşı Sudan halkının Mehdi Muhammed önderliğindeki direnişini desteklemeleri son derece önemli bir İslami ve insani sorumluluktur. Ancak Murat kardeşimizin de ifade ettiği gibi, bu tutum Mehdi’nin din anlayışındaki hurafelerin de desteklendiği anlamına gelmemektedir ve zaten yapılmamıştır. Biz bugün, Latin Amerika ülkelerinin Amerikan emperyalizmine karşı direnişini desteklerken, aynı zamanda onların ideolojilerini de desteklemiş sayılabilir miyiz? Biz İslami kimliğimizin gerektirdiği adalet anlayışımızla, kime yapılırsa yapılsın zulme ve emperyalizme karşı çıkmaktayız. Bu bağlamda, sistem partileri arasında “ehven-i şer” konumundaki AKP’ye yönelik haksızlıklara da, halkın iradesinin kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmasına engel olunması amaçlı muhtıra ve darbelere de hep karşı durmuşuzdur. Böyle bir karşı çıkış, AKP’li olmak, onun yol ve yöntemini meşru görmek, böyle laik bir partide siyaset yapmayı muvahhidler için de olumlu bulmak anlamına gelmemektedir.
Kardeşimiz, yazısında “ehven-i şer”in olumlu olduğunu ispat edebilmek için, zarureten kullanılan sistem içi araçlara daha birçok örnekler getirerek, neredeyse zaruret varsa her şey yapılabilire doğru giden bir kapı aralamaya sebep olabilecek örnekler de sıralamıştır. Ayrıca okula gitmek, nüfus cüzdanı kullanmak, mahkemeye başvurmak gibi birçok bireysel ihtiyaç ve zaruret konusunu da “ehven-i şer”in meşruluğuna delil olarak sunmuştur. Halbuki bütün bunlar, bireysel yaşantıda Müslümanların karşılaştığı zaruret ve inisiyatif bırakmayan dayatmaların sonuçlarıdır. Bizim tartıştığımız ise, toplumsal planda İslami cemaatin ve İslami şahsiyetlerin, kendi tercihleriyle, laik Kemalist seküler sistem içinde, bu sistemin ilkelerini benimsemek ve onların belirlediği ölçüleri esas alarak mücadele etmek, İslam şeriatını ise dışlamak zorunda bırakılan laik partilerden birisini ehven-i şer mantığıyla tercih edip edemeyeceği ile ilgili bir husustur. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, bu tür sistem içi araçlar bile ölçülü olarak kullanılabilir. Ölçü ise, vahyin belirleyiciliğinde, Resulullah’ın (s) mücadele sünnetinde ortaya konduğu üzere, İslami kimlik ve ilkelere zarar vermemek, bunlardan vazgeçmemek, İslam şeriatının hudutları dahilinde kalarak ne kadar kullanılabiliyorsa ancak o kadar kullanılabilmektir.
Halbuki, tartışma konumuz olan sistem içi laik demokrat seküler partiyi kurmak ve bu mücadele yöntemini benimsemek, İslami kimlik ve ilkelerle bağdaşmamaktadır. Türkiye’de parti kurmak, İslami kimlik ve ilkeleri reddettiğini ve laik seküler sistemin din gibi dayattığı resmi ideolojisini benimsediğini açıkça ve sistemin ilah kurumlarını ikna edici bir biçimde ifade etmedikçe ve tüm mücadele sürecinde bu ilkeleri esas alacağına söz verip, fiilen de böyle yapmadıkça mümkün değildir. O halde laik partileşme konusu, İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermeden ve resmi ideolojiye bağlılık taahhüdünde bulunmadan ve tam tersine mücadele sürecinde de, dayatılan bu ideolojiye karşı açıkça mücadele etme imkânını veren dernek ve vakıf gibi yapılanmalarla mukayese edilemez. Bunları kurmak ve yaşatmak için de, aynı taviz ve taahhütler istendiğinde ise, Hz. Ebubekir’in (r), kendisine sağlanan himayeyi sürdürmek için İslami davet çabalarından vazgeçmesi anlamında taviz ve taahhüt istendiğinde “himaye”yi reddettiği ve İLKAV’ın kapatma davası sürecinde bizim de, Kur’ani ilkelerden ve ilk neslin bu örnekliğinden hareketle, Allah rızası için yapmaya çalıştığımız gibi reddedilmeleri gerekir.
Kardeşimiz, “ahlaki sapkınlığa prim veren inkârcı kesimleri zulme karşı tavırları nedeniyle, ‘inandığını söyleyip zulümden yana tavır alan kesimlere’ tercih etmek de görece olumluluk kapsamına girebilir” demiştir. Aslında ilkelerimizi gözeterek kurulan zulme karşı ittifaklar konusu da, sistemin ilkelerine bağlılıkla gerçekleştirilen uzlaşma sapmasının meşruiyetinin delili olarak sunulamaz. Nitekim, işte tam da bu nitelikteki kesimlerin öncülüğünde gerçekleştirilen “darbeye karşı ses çıkar” yürüyüşüne, ilkesel gerekçelerle Özgür-Der ve İLKAV katılmamışlardır ve bu konu bu sitede bugünlerde tartışılmaktadır. Özgür-Der ve İlkav’ın gerekçeleri ise, aslında bu tür konulardaki ilkelerimizi bir daha ortaya koyan bir muhtevayı taşımaktadır.
Birincisi, ahlaki sapkınlıkları meşrulaştırıp, normalleştirmek isteyen kuruluşların öncüğündeki bir “darbe karşıtı” eyleme destek vermek Müslüman’a yakışmaz. Yani bir takım dünyevi maslahatlar, zulme karşı diyaloglar uğruna ilahi kaynaklı ilkelerimiz, değerlerimiz feda edilemez. Edilirse yaptığımız mücadele ibadet hüviyeti kazanamaz. Bir zulme karşı çıkarken, bir başka zulme meşruiyet kazandırmak, alan açmak Müslüman’a yakışmaz.
İkincisi, liberal ve sol çevrelerin seküler, laik, demokrat söylemlerinin çözüm olarak önerildiği, darbeye karşı demokrasiye davetin öne çıkarıldığı bir organizasyona destek verip katılmak İslami kimlik ve ilkelerimizle bağdaşmaz. Çünkü yüzü aşkın tanımı olan demokrasinin, bütün tanımlarının ortak paydasını, ilahi vahyi dışlayarak, mutlak hâkimiyeti insana (teoride halka, pratikte oligarşilere) vermesi, hevanın ilahlaştırılması oluşturmaktadır. Felsefi ve ideolojik boyutu belirleyici olan demokrasiye davet eden organizasyonlara bir Müslümanın katılması, destek vermesi İslami ilkelerle bağdaştırılamaz. Bizler de, liberal ve sol çevreleri, darbelere karşı çıkmayı, ama, istişari katılımla vahyin ölçüleri içinde karar alıp uygulayan bir sisteme, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki tüm toplumsal alanların vahye dayalı bir biçimde dizayn edilmesi halinde insanlığın adalet ve huzura kavuşacağına dair çözüm önerisini gündemleştiren bir etkinliğe çağırsak, şüphesiz ki onlar, kendisini İslam’a nispet eden bir çok insandan daha tutarlı ve ilkeli davranarak, bu darbe karşıtı eyleme destek vermeyeceklerdir. O halde bizim de bilmemiz gerekir ki, darbe karşıtlığı tek başına yeterli değildir, ne adına karşı olunduğu ve yerine neyin ikame edileceği ve insanların neye çağrıldıkları daha da önemlidir. Put kırmak yetmez, putu ne adına kırdığınız daha büyük önem arz eder. Çünkü bir put bir başka put adına da kırılabilir. Tağuta karşı çıkmak yetmez, reddedip karşı çıkılan tağut yerine bir başka tağut egemen kılınmamalı, sadece Allah’a itaat ve ibadet etmek için tüm tagutlar reddedilmelidir.1 Bu sebeple biz Müslümanlar, hepimizin muhatap olduğumuz zulme ve darbeye karşı çıkmak amacıyla da olsa, diğerleriyle onların putlarına meşruiyet kazandıracak, onların şirke dayalı söylemlerini belirleyici kılacak ittifaklar kuramayız. Acil bir can tehlikesi ve ağır bir işkence hali anlamında “ikrah” olmadıkça, bir Müslüman’ın laik seküler demokrat bir sisteme çağrının, şirke dayalı hükümlerle hükmetmenin, taraftarı, üyesi, destekçisi ve böyle bir yöntemin takipçisi olması, İslami kimlik ve ilkelerle bağdaştırılamaz. Bu yanlış tercihi yapanlar, hem zamanla kendileri dönüşerek liberalleşmişler, hem de kendilerini takip edenlerde İslami kimliğin daha fazla yozlaşmasına, seküler liberal yanlış bir “İslam” algısının yaygınlaşmasına sebep olmuşlardır.
Liberal ve sol çevrelerin önderliğinde demokrasi çağrısıyla yapılan “Darbeye karşı ses çıkar” yürüyüşüne katılan, destek veren Müslümanlar, bu liberal ve sol organizatörlere sorsunlar bakalım; “çağrı yaptığınız demokraside, sol ve liberal düşünce ve projeler için örgütlenme, propaganda ve seçim sonucunda iktidar olma ve liberal ve sol projelerle ülkeyi yönetme hakkı olduğu gibi, Müslümanların da İslami ilke ve projeleriyle örgütlenip, propaganda yapıp iktidar olma ve ülkeyi bu İslami hükümlerle yönetme hakları var mıdır?” Bu soruyu sorduğunuzda göreceksiniz ki, büyük bir tepkiyle karşı çıkıp sizi dışlayacaklardır. O halde, bu sonuç karşısında kendimize dönüp sormalıyız; “bir Müslüman’ın böyle bir demokratik çağrıya imza atması akidesiyle bağdaştırılabilir mi?”
Bu tür organizasyonlara, sol, liberal ve Müslüman kesimin birlikte düzenlemesi ve hiçbir kesimin düşünce ve ideolojisinin çözüm olarak gündemleştirilmemesi, ortak platforma sadece konsensus sağlanan ortak yanımızın yansıtılması, bu bağlamda sadece “zulme ve darbeye hayır”la sınırlı tepkilerin öne çıkarılması, çözüme dair düşünce, inanç ve ideolojiyle bağlantılı hususların ise herkesimin özelinde bırakılması halinde destek verilebileceği bir daha ifade edilmiştir ki, bütün bunlar Murat kardeşimizin söyledikleriyle, verdiği örneklerle örtüşmemektedir.
Sistem İçi Mücadelede ve Sistem İçi Araçları Kullanmada Ölçü
İçinde yaşadığımız cahili toplumların oluşturup, yaşattığı cahili sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmak, sistemin ideoloji ve ilkelerinden koparak Allah’a doğru hicret etmek ve sistemle temel ilkelerimize ve tevhide aykırı düşen hiçbir ilişki içine girmemek esas olandır. Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş, Mekke’de egemen sistemle Resulullah’ın (s) oluşturduğu yapı arasında tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır. Cahili toplumu değiştirme ve egemen sistemi dönüştürme iddiasıyla köklü bir inkılabın temelleri atılmış, sistemle bütünleşmemek, uzlaşmamak için elden gelen gayret gösterilmiştir.
Resulullah (s), sistemin tüm baskı ve takibatlarına, zulüm ve işkencelerine rağmen, sistem tarafından denetlenemeyen, yönlendirilemeyen, yıldırılamayan, mevcut toplumu ve sistemi dönüştürme iddiasından da vazgeçmeyen bir kimlik oluşturmuş ve sistemin alternatifi olarak küçük de olsa kendine yeter, bağımsız, dinamik bir yapı inşa etmiştir. İşte bu sistem dışı, sistemden bağımsız ve vahyin ilkeleri üzerinde yükselen yapı, varlığını sistem içi araçlara borçlu olmayan, Kur’an’la eğitilmiş, tevhidi esas alan dinamik ve üretken bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı. Amacı yalnız Allah’a kulluk yapmak, insanları Allah’a kulluğa çağırmak ve böylece Allah’ın rızasını kazanmaktı. Kulluk eksenli bir hayat tasavvuruna sahip bu ilk nesil, her türlü zorluğa rağmen yine kulluk eksenli bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeyi başarmıştı.
İslamı yaşamak, yalnız Allah’a kulluk yapmak, içinde yaşanılan şartların kötülüğüne rağmen vahyi mesajın sosyalleştirilmesine çalışmak ve bunda ilkeli bir ısrarı sürdürmektir. İslam’ı yaşamak, şirk ve ifsad karşısında tevhidi mücadeleyi toplumsal şahidlikle yükseltebilmek, bireysel plandaki tevhidi değişimi yaygınlaştırarak, toplumsal dönüşüme vesile olma sorumluluğunu kuşanabilmektir. Cahili sistemler içinde İslami kimlik ibrazındaki niteliği yükseltmek ve vahyin şahidliğinde tavizsiz olmak temel esastır. İslami kimliğinden ve vahyin ölçülerinden taviz verip, sistemle uzlaşanlar, Allah’ın dinine hizmet edemez, onu bir adım ileriye taşıyamazlar. Bu sebeple, her çaba ve faaliyet eğer İslami kimlik altında ve Allah’ın koyduğu ölçüler referans alınarak ve sadece Allah öyle istediği için, O’nun rızası için yapılıyorsa İslami’dir, değerlidir, anlamlıdır ve ibadettir. Sonuçta aynı şey yapılsa da, vahyin ölçüleri referans değilse, İslami kimliğin gereği olarak ve Allah öyle emrettiği için yapılmıyor da, BM sözleşmeleri ya da şahsi tercihin gereği olarak yapılıyorsa yapılan amel İslami olmayacak ve Allah’a ibadet çerçevesine de girmeyecektir.2
Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en önemli mesele saf ve katışıksız bir İslami kimlikle ve İslami ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Rasulullah’ın (s) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslami bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder.
Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar (!) elde edilse de, o pratikler İslami olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslami kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslami kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta3, tevhidin belirleyiciliğinden ve İslami kimlikten sıyrılanlarda, kimlik çözülmesi meydana gelmektedir. Irk, ulus, sınıf, tarih, toprak, ülke vb. ile modernitenin ürettiklerini referans alan, kendini bunlara dayanarak tanımlayan gayri İslami yeni kimlikler oluşmaktadır. Batı kültüründen devşirilen ödünç kavramlar, ödünç alındıkları düşünce sistemlerinin etkilerini, tarihsel gelişim ve arka planını da beraberinde taşıyacaktır. Bu sebeple bu kavramlarla açıklanan tezin tanımlanan kimliğin bulanıklaşması kaçınılmazdır. Modern paradigmanın (bireycilik, ulusçuluk, demokrasi, piyasa ekonomisi, görecelilikle mutlak doğrunun olmadığına iman ve rasyonalizm, hümanizm vb) üzerine İslami kimlik inşa edilemez. Modern kültür unsurlarını referans alarak oluşturulan bu tür bir kimlik, modern cahili kimliğe İslam kılıfı geçirmekten başka bir anlam ve değer taşımayacaktır.
İslami kimlik ise, ancak Kur’an ile Rasulün örnekliği gibi özgün referanslarımızın oluşturduğu özgün paradigmamızın üzerine inşa edilebilecektir. İslami kimlik, değişen faktörler karşısında sadece içtihatlarını yenileyen bir kimliktir. Temel değerleri üretilmemiş tek kimlik de iletilmiş vahyi değer üzerine oluşturulmuş İslami kimliktir. İşte bu İslami kimliği cahili Mekke ortamında oluşturup, sistem dışı tavizsizliği ve ayrışmayı esas alan Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler; gayet tabii ki, cahili toplum ve sistem içinde mesajını kitlelere taşımak sürecinde, gerekli açılımları temine matuf olarak, sistemin uygun olan bazı imkan ve kurumlarından da yine kendi denetimleri altında olmak kaydıyla yararlanmışlardır. Bu yararlanmada bile amaç; vahyi mesajı yaymak, insanlara tevhidin hakikatlerini apaçık ulaştırmaktı. Yoksa, mesajı ve tevhidi, görüntüde de olsa çarpıtarak, bulandırarak, ne pahasına olursa olsun sistem içi bazı mevzileri ve imkanları kazanmak değildi.
Sistem içi araçlar ve sistem içi konumumuz, ancak Kur’an’ın belirleyiciliğinde, sistem dışı bağımsız bir oluşumun istişari inisiyatifi ve denetimi altında ise anlamlı olacak ve bugünkü ağır kayıp ve yozlaşmalar asgariye inecektir. Sistem içi mücadele yöntemlerini tercih eden ve İslami kimliğini, tevhidi ilkelerini, bu yoldaki beklentileri, ihtirasları uğruna feda etmekten çekinmeyen ve sonuçta eklektik, dejenere kimliklere doğru savrulan kesimler, Resulullah’ın ve beraberindeki mü’minlerin, kendilerinden çok daha büyük sıkıntılara, baskı, zulüm ve işkencelere muhatap oldukları bir dönemde dahi, bugün verilen tavizlerin yüzde birini bile vermediklerini bilmelidirler.
Cahili Mekke toplumunun bugünle mukayese edilmeyecek ağır işkence ve zulüm ortamında bile ilk surelerden itibaren açıklanan ayetlerin çerçevesinde sisteme karşı çok net ve açık tavırlar koyulmuştur.
- Batıl ölçü ve ilkeleri benimsediğini ifade etmek mümkün olmadığı gibi, bunlar açıkça eleştirilmiş ve kınanmışlardır.4
- Egemen cahili yönetime ve tağutlara itaat edilmemesi emri esas alınmıştır.5
- İştirak etmenin zaten reddedildiği şirk sisteminin meclislerine (nadiyyelerine) boyun eğilmemesi emredilmiş ve bu hükümler çerçevesinde sisteme, yönetimine ve kurumlarına açık tavır alınmış, alternatif “nadiye”ler oluşturulmuştur.6
- Aynı yönetimler, insanların haklarını kıstığı, yoksulu aç açık bıraktığı için suçlanmış ve bu kısılan haklar ve sosyo ekonomik tüm zulümler sebebiyle tavır alınmış, karşı çıkılmış ve eleştirilmiştir.7
- Hiçbir alanda işbirliğine gidilmemiş, iç içe geçip bütünleşip, zulüm, ifsad ve şirkine ortak olunmamıştır.
Egemen şirk sistemi ve cahili toplum tevhide aykırı, akidevi, sosyal, siyasi, ekonomik ve hukuki tüm alanlardaki sapkın her tür inanç ve uygulamaları sebebiyle alabildiğine net ve tavizsiz üsluplarla eleştirilmiş ve reddedici, ıslah edici tavırlara muhatap kılınmıştır. Hiçbir alanda ve hiçbir mazeretle akideye aykırı bir tutum içine girilmemiş ve hiçbir şekilde itaat, boyun eğme, bütünleşme ve uzlaşma kabul edilmemiştir.8 Naslar ve İslami kimlik çok net ve nitelikli bir tarzda ortaya konup, ibraz edilmiş ve her şarta rağmen de taviz verilmeden savunulmuş, bu yolda sabır, sebat ve direnişin onurlu, muhteşem örneklikleri sergilenmiştir. Egemen cahili topluma ve izin verdiği şirki, ifsadı temsil eden sisteme, otoriteye karşı bağımsız bir İslami yapı olarak nasslar çerçevesinde sürdürülen, ikaz, uyarı, eleştiri, kınama, tavır koyma, mazluma sahip çıkma türü çabalar dışında, bu sorunlarla ilgili tevhidi mücadeleden bağımsız projeler üretip insanları bu projelere davet etmek söz konusu bile edilmemiştir. Bilinmelidir ki, mevcut sorunların çoğu, zaten egemen zulüm, şirk ve fesad düzeninin ürünleri olup, İslam’ın adalet sisteminde görülmeyecek sorunlar durumundadır.
Egemen cahili sistemler, tevhidi, adaleti ikame etme mücadelesi veren ilk İslami harekete karşı nasıl önce sopa politikası uygulayarak boykot, işkence, hapis, tehcir vb. tehdit ve uygulamaları gündeme getirmişler, sonuç alamayınca da havuç politikalarını devreye sokup, zaman zaman uzlaşma teklifleri getirerek, tevhidi mücadeleyi hedefinden saptırmak, İslami kimliği bulandırmak istemişlerse, bugün de içinde İslami hareketlerin de yer aldığı tüm muhalif çabalar aynı yöntemlerle engellenmeye, çözülmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır.
Statükoyu korumak isteyenler, kendisi için tehlike saydığı muhalif hareketleri yok etmek, dejenere etmek için en etkin araç olarak havuç politikalarını, uzlaşma söylemlerini kullanmaktadırlar. Muhalif harekete yüzeysel bazı tavizler verilerek, onun da tavizkar bir tutum içine girmesi ve böylece egemenlik ilişkileri içine girerek, düzenin dönen çarkının bir parçası olması, sisteme entegre olup özelliğini ve anlamlılığını yitirmesi sağlanmaya çalışılır. Sistemlerin bu yöntemle başarı sağlamada daha ziyade, muhalif hareket içinde yer alan ve “marjinallik”ten bıkıp kitlelerin cahili değerlerine doğru savrulmakta beis görmeyen zayıf iradeli, kısa soluklu müntesiplerin acelecilik ve komplekslerinden istifade ederler.
Halbuki başlangıçta ve bir mücadele süreci içinde “marjinallik”, bazen avantaj da temin eden bir vakıa olarak kabul edilmeliyken, sabırsız ve aceleci bir tutumla, bir an önce ve zamansız olarak marjinallikten kurtulma çabası çoğu kez teslimiyete ve yok olmaya sebep olmaktadır. Tevhidi ve adaleti esas alan bir hareket elbette egemenlerin verdiği tavizleri değerlendirebilir. Hatta mücadele süreci içerisinde bazı hak ve özgürlük kazanımları da gerçekleştirebilir. Ancak tüm bunları yaparken, kendisine kimlik, şahsiyet ve izzet kazandıran temel ilkelerinden ve bu yoldaki kararlılığından asla taviz veremez.
Gerek din’de gerekse yönetimde işbirliği ve uzlaşma yapma teklifi ile karşılaşan Resulullah (s) ve beraberindeki mü’minlerin oluşturduğu yapı, çok büyük zorluklar içerisinde olsa da, bu teklifleri tereddütsüz reddetme iman ve kararlılığını göstererek, kıyamete kadar gelecek olan tüm mü’minlere, uyulması gereken güzel bir örnek, değerli bir sünnet bırakmıştır.9 Rasulullah (s), tıpkı kendinden önceki peygamberlerin yaptığı gibi davetine başlar başlamaz hiçbir maddi hesap gözetmeyen ve pragmatik bir ilişkinin zilletine düşmeyen, onurlu bir tutum sergilemiş, her şeyi göze alarak müşriklerle ve onların sistemiyle köklü ve çok yönlü bir ayrışma sürecini başlatmış ve ısrarla sürdürmüştür. Hiçbir zaman hak ile batılın, tevhid ile şirkin uzlaşamayacaklarını vahyin yönlendirmesiyle açıkça ilan etmiştir.
Daha önce de ifade ettiğim gibi, doğal olarak bu uzlaşmaz tavır, onların egemen yapının bazı imkan ve kurumlarından şer’i ölçüler içinde kalarak, istifade etmelerine engel değildi. Rasulullah (s) de işte bazı cahili örf ve müesseselerden istifade etmiştir.
- “Soybağı ve akrabalık asabiyeti”nin sağladığı korunma ve yardımlaşma imkanı ile Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın destek ve yardımı temin edilmiştir.
- “Himaye etme, eman verme” müessesesiyle temin edilen can güvenliği ile de Mekke’de kalıp daveti yaygınlaştırma imkanı elde etmiştir.10 Ebu Talib’in himayesi tevhid mücadelesinde Rasulullah’ın (s) işine oldukça yaramıştır.
- O günkü sistemin kurallara bağlanmış organizasyonlar olan Ukaz, Zülmecaz, Mina ve Mecenne panayırları da, tebliğin yaygınlaştırılmasında değerlendirilen ve önemli açılımlar sağlayan zeminler olarak kullanılmıştır.11
- Bir diğer istifade edilen cahili sisteme ait unsur “ilaf”tır. Yani Mekke yöneticileri ile komşu devletlerin arasında aktedilmiş ticari anlaşmalardır. Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler – her ne kadar bu anlaşmalar müşriklerle ve onların koyduğu kurallara göre yapılmış olsa da- bu ticari anlaşmalara uyarak ticaretlerini sürdürmüşlerdir.12
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Asr-ı Saadet müslümanları da, şirki temsil eden sistem ve kurumlarıyla sosyo ekonomik ilişkilerini tamamen kesmemiş, ancak belli alanlarla sınırlı bu ilişkilerini bile, İslam’ın değişmez ilkelerine aykırı düşmeden ve islami kimliğe, şer’i ölçülere zarar vermeden gerçekleştirmişlerdir.13 Ve en önemlisi de, söz konusu kurumları kullanma imkanını kaybetme korkusuyla herhangi bir taviz, uzlaşma ve taahhüde yanaşmamış, tenezzül etmemiş olmalarıdır. Tam tersine, görünüşte ne kadar faydalı olursa olsun, ilkelerden taviz verme talep edildiğinde, bu ilişkileri derhal kesip,kullandıkları bu imkanları tereddütsüz reddetmekte kararlı ve ısrarlı davranmışlardır.
Gerçek anlamda Allah’ın kudretine ve hakimiyetine iman edenler, örnek ve öncü bir Kur’an nesli inşa etmek isteyenler, Rasulullah (s) gibi, en zor şartlar altında belki de tek maddi dayanağı olan Ebu Talib’in himayesini kaybetme bahasına da olsa, her türlü riski ve bedeli göze alarak, “sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler bu davadan vazgeçmem (taviz vermem)” diyebilme cesaret ve iradesini sergileyebilenler olacaktır.
Bizler de bugün, sistem üstü ana yapının istişari inisiyatifi, kontrol ve denetimi altında, ilkelerimizden, vahyin ölçülerinden taviz vermeden sistem içinde faaliyet gösterebilir, sistemin bazı imkan ve araçlarını, tevhidin, adaletin ikamesi, şirk ve ifsadın ıslahı çabalarımız istikametinde kullanabiliriz. Buna bir engel yok, tam tersine yukarıda zikredildiği gibi örnek vardır. Ancak, bugüne kadar bizim toplumumuz içinde bu tür araçları kullananlar, ilkeli ve şahsiyetli davranmadıkları, tevhidi sürekli gözetmedikleri, vahyi belirleyici kılmadıkları için, uzlaşmacı, teslimiyetçi, kaderci ve sığınmacı alışkanlıklar elde ettiler. Başlangıçta verdikleri tavizin daha fazlasını bu ilişki sürecinde ve sürekli vererek, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Kimlik ve inançlarında sürekli değişimler yaparak artık tanınmaz hale geldiler ve başlangıçta savunduklarını da inkar etmeye başladılar. Pragmatizm belirleyici olunca, bu tercihi yapanlar üzerinde çözücü ve çürütücü bir tesir icra etmesi kaçınılmazdır. Bu tür sistem içi araçlardan İslami ölçüler içinde kullanılmaya müsait olanları kullanacak, sistem içinde faaliyet gösterecek olanların tevhidi ilkeleri bilen, özümseyen, İslami kimliği oturmuş ve yeterliliği olan nitelikli şahsiyetler olması ve üstelik sistem dışı yapının da kontrol ve denetiminin sağlanması gerekir ki, bu tür savrulmalar asgariye indirilebilsin.
Ölçünün bulanıklaşması, zamanın ve şartların rengine göre biçim alıp başka düşünce ve inançlarla uzlaşma, Allah’ın dininde bid’at olarak nitelendirilen bir sapmadır. Çünkü “uzlaşma” (müdahane), tarafların bazı ilke ve düşüncelerinden, birbiriyle çelişen fikir ve tavırlarından, taviz vermek suretiyle, karşılıklı vazgeçme esası üzerine kurulur. Anlaşma ve ittifakta bağımsız iki tarafın, bağımsız iradeleri vardır ve anlaşma ya da ittifak gerçekleştikten sonra da taraf olmaları sürerken, uzlaşmada fikirlerden taviz vererek orta noktada buluşup, bütünleşmek, yani taraf olmaktan çıkmak söz konusudur.
Hak ile batıl ise bu anlamda hiçbir zaman uzlaşamaz ve uzlaşmayacaktır. Rasulullah (s)’den de, dininden bazı tavizler vererek kendileriyle uzlaşmasını istediler ve kendileri de bazı tavizler vermeyi taahhüt ettiler.14 Bu tür uzlaşmalarla, hareketi etkisizleştirmek, halkın gözünden düşürmek, mü’minleri ilkelerinden taviz veren zayıf karakterli, şahsiyetsiz, menfaatçi duruma düşürmek isterler. Dinin büyük küçük bütün ilke ve ölçülerinin aynı değerde olduğu ve hiçbir uzlaşma uğruna feda edilemeyeceği iyi bilinmelidir. Merhum şehidimiz S. Kutub’un da dikkat çektiği gibi, davasının bazı unsurlarını feda edilebilir görenler daha sonra tümünü feda etmek noktasına savrulmaktan kurtulamazlar.
Son söz
Murat Kayacan kardeşim, somut sorularıma cevap vermek yerine, başka alanlarda fikir beyan etmeyi tercih ettiğine göre, buradan hareketle, o da benimle aynı kanaatte olduğu için bu somut konuya cevap vermedi sonucunu çıkarabilir miyim diye sormak istiyorum. Yani “muvahhid İslami şahsiyetler ve İslami cemaatler, laik demokratik siyasi parti tercihinde bulunamaz, ilahi olanı dışlayıp sekülerizmi dayatan böyle laik-demokratik bir yöntemi, örgütlenmeyi ve şirke dayalı ilkelerle uzlaşıp bütünleşerek sürdürülecek herhangi bir mücadeleyi benimseyip bir parçası, üyesi ve destekçisi olamaz. Laik Kemalist sistem içindeki seküler partilerden görece daha özgürlükçü olanı benimsemek, desteklemek, içinde görev almak ya da ikrah olmadan, sırf görece özgürleşme ve kimi imkânlara ulaşma amacıyla laik demokrat söylemlerin altına imza atmak, itiraz etmeden içinde yer almak anlamında bir “ehven-i şer” tercihinin, İslami kimlik ve ilkelere zarar verdiği, yozlaştırdığı, İslam şeriatının ölçülerine aykırı olmak bakımından da gayri meşru olduğu” hususunda mutabık olduğumuz sonucunu çıkarabilir miyim?
Sonuç olarak bir daha vurgulamak isterim ki, yaklaşık 22 yıllık Kur’an ve siyer okumalarım sonucunda ulaştığım ve mutmain olduğum, bugüne kadar kimsenin de sağlam bir delille aksini ortaya koyabildiğini görmediğim kanaatim şudur: Zulumattan Nur’a doğru gerçek ve köklü bir değişimden yana olan biz Müslümanlar, hangi şart altında olursak olalım, içinde yaşadığımız toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olacak, adalet, merhamet ve hikmeti esas alan tebliğ ve eğitim çalışmalarımızı ve bunlara paralel olarak yürütmemiz gereken hak ve özgürlük mücadelemizi kapsayan ciddi ve kuşatıcı projelerimizle, halkımızın ufkunu ve önünü açmaya gayret göstermeliyiz. Tabii ki, toplumun tevhidi ölçü ve değerler istikametinde dönüşümüne vesile olmak iddiası taşıyanların, (ki her Müslüman aynı zamanda böyle bir iddianın da sahibi olmak mecburiyetindedir), topluma taşımak istedikleri değerleri, öncelikle kendileri yaşayarak ahlak edinmeleri, bu değerlerden taviz vermeyen tutarlı örneklikler oluşturmaları vazgeçilmez bir gerekliliktir.15 Bu anlamda bir temsil sorumluluğu olan Müslüman davetçilerin, batının seküler kültürünün ürettiği ideolojik boyutlu modern siyasal ve sosyal kavramlarla kendilerini tanımlamaları, liberal ve sol demokrat çevrelerin ve söylemlerinin arkasına takılmaları ve topluma tebliğ ettiklerini kendi hayatlarında yaşama tutarlılığını göstermemeleri halinde bu temsil doğru bir biçimde gerçekleşemeyecek ve bu örneklere bakarak toplumda meydana gelecek dönüşümün istikameti de, batının modern kültürüne doğru sapma riskini taşıyacaktır. Bu tür ilkesiz ve tutarsız temsiller, davete muhatap olanların kafalarının karışmasına ve dinin anlaşılmasında zaaflara sebep olduğu gibi, zamanla bu yanlışı tercih edenlerin de şahsiyet ve inançlarında dejenerasyona, ilke ve değerler alanında büyük bozulma ve sapmalara da yol açmaktadır. Pek çok aydın, entelektüel ve akademisyen maalesef bu yanlış yolda, ilkesiz, istikrarsız, tutarsız bir duruşla, düşünce ve amellerinde zikzaklar çizen kötü örneklerden olmayı tercih ederek, hem kendileri dünyevileşip savruldular, büyük değişimlere uğradılar, hem de Allah’ın dininin mesajının kirlenmesine; modern bid’atlere bulaştırılmış, hak-batıl karışımı eklektik din anlayışlarının üremesine ve tevhidi toplumsal dönüşümün gecikmesine sebep oldular.
Egemen şirk sistemi ile uzlaşıp, bütünleşerek, ikbal ve çıkar uğruna iktidar eksenli hayat tasavvuruna savrulanların pragmatizmi ile İslami kimlik ve ilkeler az pahaya satılarak belki yönetime gelinebilir, sultadan ve ranttan pay da kapılabilir, ama Allah’ın rızasına ve İslami adalet sistemine kesinlikle ulaşılamaz. Nitekim bu yöntemle birileri, hem de büyük bir ekseriyetle seçim kazandıkları halde ülkeyi şirk hükümleriyle yönetmeyi sürdürerek egemen zulme ortak olmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Üstelik İslami kimlikle alakalı neleri varsa onları da atmaya, İslam’la hiçbir ilişkilerinin kalmadığını ispata çalışıyorlar. Hatta siyasi çıkar uğruna ahlaki ve adil olanı feda etme pragmatizmi ile İslami kimi değerleri de saptırarak kendi batıl konumlarına uydurmaya çaba sarf ediyorlar. Böylece İslami bir sistem iddiaları olmadığı halde, kurumsal olarak tamamen İslam’ın dışında durmalarına rağmen, bireysel olarak İslam’a nispet edilmeleri sebebiyle üstelik İslam’ın mesajının tahrif edilmesine de sebep oluyorlar. Her Müslüman’ın, bu gayri İslami yöntemlerin peşine takılmadan önce kendisine sorması gereken soru şu olmalı: Amaç, şirk sistemiyle de olsa ülkeyi illa kendisini İslam’a nispet eden kadroların yönetmesi midir? Bu Müslüman kadroların yönetiminde şirk sistemi içinde kalarak ulaşılacak şey en fazla, görece bir özgürleşme ve bir miktar da zenginleşmedir. Farz edelim ki, şu kısacık dünya hayatımız için bunlar elde edildi, peki bu imtihan dünyasında İslam’ın ve Kur’an’ın bizden istediği şeyler ne olacak? Müslüman kadrolar hükümet olup, görece bir özgürleşme ve zenginleşme sağladıklarında İslami bütün iddialarımız ve Kur’an’ın hükümleri rafa mı kalkacak? Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan, bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi, yaratılış gayemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?
O halde hedef, illa ve her şeye rağmen Müslüman kadroların yönetmesi değil, evet Müslüman kadroların, ama mutlaka İslami hükümlerle ve adaletle yönetmesi olmalıdır. Müslümanın siyasal alandaki hedefi, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, sadece Allah’a kulluk yaparak, O’nun rızasını kazandıracak tavizsiz İslami mücadele ile toplumsal dönüşüme vesile olarak, Allah’ın hükümlerine dayalı İslami adalet sisteminin gelmesine zemin hazırlamak olmalıdır. Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidi akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini adil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslami kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları bıkmadan yorulmadan yaşayıp, topluma taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır. İstikrarlı, zikzak çizmeyen düşünce seyri ve süreklilik arzeden çabalarıyla istikametini bozmadan yürüyen örneklerin çoğalıp yaygınlaşmasına ihtiyaç vardır. Egemen şirk sistemi ve kurumlarıyla uzlaşmaktan, bütünleşmekten uzak duran, dünyevileşmeye pirim vermeyen, bedeli neyse ödemeyi göze alarak, köklü bir inkılapla tevhidi toplumsal değişimin gerçekleşmesi için çaba göstermekte ısrarcı olan, Müslüman aydın, entelektüel ve akademisyenlere ihtiyaç vardır. Toplumun örnek alacağı, emanete riayetkâr, doğru sözlü, ahde vefalı, iffetli, izzetli, adil, emin ve güvenilir Müslüman şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İnandığı değerleri, hiçbir dünyevi menfaat karşılığında satmayan, akidesini ve ilkelerini hiçbir korku ve endişe ile terk etmeyen muvahhidlere ihtiyaç vardır.
Eğer tevhidi toplumsal dönüşüm ve inkılap bir gün gerçekleşecekse, bu, ancak vahyi belirleyici kılıp, Resulullah (s) ve ilk Kur’an neslinin örnekliğini esas alarak cahiliye sisteminden uzaklaşan, ruczdan arınmaya süreklilik kazandıran, ilkeli, tutarlı, ahlaklı ve şahsiyetli müminlerin aynı temel değerlerin, aynı Hak mesajın davetini yaymaktaki samimi, ısrarlı ve süreklilik arz eden istikrarlı şahidlikleriyle gerçekleşebilecektir. Tıpkı su damlalarının aynı noktaya istikrarlı, ısrarlı ve süreklilik arz eden, planlı ve disiplinli vuruşlarının en sert kayaları bile zamanla delebilmesi gibi, ancak, ilke ve değerlerini koruyarak yapılacak şahsiyetli bir İslami davetin, örgütlü, planlı, ısrarlı, istikrarlı, sürekli, ilkeli ve tavizsiz bir biçimde topluma götürülmesi de bir gün o toplumun tevhidi dönüşümüne vesile olabilecektir. Bir toplum eğer davete icabet edecekse, bunun, peygamberlerin örnekliğinde ortaya konan yolu işte budur. Bu yolun yöntemi, şiddeti ve dayatmayı da, cahiliye sistemiyle uzlaşmayı ve davasından tavizi de asla kabul etmeyen, merhameti, hikmeti ve güzel örnekliği öne çıkaran, tevhid eksenli davet ve eğitim yöntemidir. Tabii ki bu yöntem; kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, uzun soluklu bir yürüyüşe dayanmayı; sabredip direnmeyi, çabuk bıkmamayı, yılmamayı, sürekli yeni umutlar yeşertecek güçlü bir moral, irade ve azmi; risk almayı, bedel ödemeyi göze alan bir yürekliliği; şahsiyetli bir dava adamlığını, davasına ve dava arkadaşlarına karşı güçlü bir sevgi ve bağlılığı, davası ve dava arkadaşları için samimi bir yardımlaşma ve fedakarlık duygusuna sahip olmayı gerektirmektedir.
Dipnotlar
1- Bakara Suresi 2/256
2- BM İnsan Hakları Beyannamesini referans alarak insan hakları mücadelesi yapmak, Kahraman desinler diye, ya da bireysel tercihi adına mazlumdan yana olmak, Tıbbi olarak zararlı bulduğu için içki içmemek, domuz eti yememek. Demokratik bir hak olarak, şahsi zevk tercihi sonucu başını örtmek gibi ameller ilk bakışta ve zahiren vahyin emirlerine uygun görünse de ibadet değildir ve Allah’ın rızasını kazandırmaz. vb gibi
3- En’am 6/159 (Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar)
4- Bu konuda pek çok ayet söz konusudur. (Alak 96/6-9, Müddessir 74/16-26, 43-48/Tekvir 81/8-9, Necm 53/19-23,26, Sad 38/6-7, Araf 7/28,33,38,39, 191-198
5- Kalem Suresi 8-9, Bakara 256
6- Meryem Suresi19/173
7- Maun Suresi 107/1-3,7, Kalem 68/22-27, Hümeze 104/1-4, Mutaffifin 83/1-3, Beled 90/12-16, Şuara 26/181-183
8- Kâfirun Suresi, Yunus Suresi / 104, Kalem Suresi / 8-9, Necm 53/29
9- Kalem 68/8 – 9, Kafirun 109/1 – 6, Yunus 41, 104.
10- İzzet Derveze, Kur’an’a göre Hz. Muhammed’in Hayatı, İst. 1995, Çev: Mehmet Yolcu, c. I, sh. 153.
11- M. Ali Kapar, “Asr-ı Saadette Müşrikler ve Müşriklerle İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, İst., 1994, Ed: Vecdi Akyüz, Cilt II, sh. 330 – 334, 341.
12- Cengiz Kallek, “Asr-ı Saadette Devlet ve Piyasa İlişkisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, a.g.e., cilt III, sh. 404.
13- Fethi Kılınç, Mekke Döneminde Cahili Yapı ile Sosyo Ekonomik İlişkiler, Haksöz Dergisi, Kasım 1998, sayı 80.
14- İsra 17/73 – 75, Yunus 10/15, Kalem 68/9.
15- Bakara Suresi, 44; Saf Suresi, 3-4.








YAZIYA YORUM KAT
Bu tür icraatların aksine 'özgürlük alanı'nı genişlettiğinden ziyade, 'daralttığı' bile söylenebilir’ tespitinin genellenemeyeceğini düşünüyorum.Çünkü genellemek basit bir değerlendirme şekli olur.Aksi takdirde tağuti güçlerin yapacağı her zulümü ifşa etme sorumluluğumuzu toptan rafa kaldırmış oluruz.
Yanıtla (0) (0)‘Özgürlük’ kavramı ile ilgili Kürşat ağabeyin düşüncelerini bilmekteyiz.Siz buna ‘kulluk ‘diyebilirsiniz.Bu konu ‘itikadi’ değil ‘içtihadi’ bir boyutu içermektedir.Aynı şekilde yukarıda bahsettiğim risklerin tespiti de içtihadi dir.İçtihatlar da genellenemez ve yanlışlığı ancak alternatif içtihadlar ortaya konulduğunda değerlilik arz edecektir.
Sonuç itibariyle ,mücadele esnasında risklerle karşılaşabilme gerçeği mümkün olduğuna göre somut şahitlik-tanıklık sorumluluğumuzu öteleyemeyiz diye düşünüyorum.
Ancak ’iktidarın dayanılmaz hafifliği’ riski elbette her zamanda ve coğrafyada toplumlar için ve mücadele edenler için geçerliliğini koruyan bir sapmadır.Peki böyle bir riskin varlığı bizleri o alanlarla ilgili ‘ortada kuyu var yandan geç’ kolaycılığına ya da ‘görmezden gelme’ ,’tavır almama’ konforuna itmez mi?
Yanıtla (0) (0)Yaptığımız her faaliyetin bir riski yok mu?
Misal olarak dergi çıkarmanın bile riskleri var.
Acaba dergi hedeflenen kitleye zamanında ulaşıyor mu?
Ya da dergi formatı okuyucuya nitelik kazandırıyor mu?
Ya da dergi yaş itibariyle oldukça eski olmasına rağmen dinamizmini mi kaybetmiş?
Ya da kolluk kuvvetlerince herhangi bir yazıdan dolayı takibata uğrayıp astronomik para cezalar mı ödenir?
Ya da yaptığınız bir basın açıklamasının insanlar tarafından yanlış anlaşılması riski de var.
Ev ortamında yapılan basit bir çalışmanın bile bir sürü riskleri vardır.Bu soruları çoğaltmak mümkün elbette.
Riskler göz önünde bulundurulur ve istişari kararla faaliyet gerçekleştirilir.Benim dikkat çekmek istediğim asıl nokta risklerin var olması karşısında eylemsizlik-tavır almama durumu Allah’ı razı etmeye çalışan ve kulluk iddiasında bulunan Müslümanlar için mazeret teşkil edebilir mi? Ya da nereye kadar teşkil eder?
Bahsettiğim yapılar hiçbir zaman başörtüsünün serbest bırakılması durumunda taleplerimizin,mücadelemizin sona ereceğine dair en ufak bir söylem,işaret,davranış sergilememişlerdir.Basın açıklamalarını,eylemleri,yazıları ve siteyi yakından takip edenler yakından bilirler.
Öncelikle Mehmet ağabeyi Ehven-i Şer meselesini bir kez daha net bir şekilde ortaya koymasından ötürü tebrik etmek istiyorum.Hakikaten makale çalışmasından öte kaynak olma özelliği taşıyacak doyuruculukta bir çalışma olmuş.Allah razı olsun.
Yanıtla (0) (0)Bununla birlikte yazılarını yıllardır İktibas dergisi ve kitap çalışmalarından takip ettiğim Kürşat ağabeyin yorumlarına da samimi sorularla değini de bulunmak istedim.
Çoğunlukla İslami camianın dağılma süreci öncesinden başlamış olmakla birlikte 28 Şubat paranoyasının hemen her İslami çevrede yaşandığı bir süreçte , başta başörtüsüyle ilgili dayatılan zulmü, şirk otoritelerinin ifsad ettiği alanlarla ilgili olarak eğitimden cezaevlerine,ekonomik sömürüden din sömürüsüne,ülke gerçeği olan darbe geleneğinden çetelere,küresel işgalden yerel işbirlikçilerine,ahlaki yozlaşmadan modern sapmalara kadar, ana hatlarıyla modern şirkten geleneksel şirke kadar örnekleri daha da çoğaltılabilecek bir çok konuyu tevhid ve adalet temelli gündeme taşımaya,tavır almaya,ilkeli ve kimlik sahibi eylemlilik ortaya koymaya çalışan Türkiye gerçeğinde gösterebileceğimiz yapı,kuruluş,öbek (adına ne derseniz fark etmez) bir elin parmak sayısını maalesef geçmedi.
Tecrübelerime dayanarak ifade etmek isterim ki bahsettiğim diriliği-dinamizmi gösteren yapılardan birisi Haksöz-Özgürder çevresi diğeri de İlkav oldu.Belki bu zindeliği ortaya koyan başka yapılar da oldu ama ben takip edememiş de olabilirim.
Kürşat ağabeyin ‘Soru şu olmalı: acaba AKP'nin başörtüsü konusunda(veya başka benzeri konularda) bir girişim başlatması, Mehmet abi'nin söyleminde ima edildiği şekilde "özgürlükleri genişletici" bir çaba olarak görülebilir mi?’ sorusu tartışmaya açıktır.Riskler taşıyabilmesi de mümkündür.
rahman ve rahim olan allahın adıyla
Yanıtla (0) (0)islama girmek için önce insanların allahın dini dışındaki dinleri inkar etmeleri gerekir.hala ben müslümanım diyen bir takım zevatın kuranın ve sünnetin müslümanı net ve açık tanımlamasına rağmen particilere,nurculara,tarikatçılara müslüman demelerini hayretle ve üzüntü ile izliyorum.bu hak ile batılı karıştırmaktır.bu allahın tek ilah,islamın tek kabul edilecek din olduğuna yapılan şahitliğin sulandırılmasıdır.tağutu inkar(tekfir)etmeyen kesinlikle müslüman değildir.bakara 256,yusuf 37,ye bakılabilr.kafirdir müşriktir.bu tağutu inkar etmeyip,cahiliyye dininin mensuplarından ayrışmayanlara kafir demeyenlerin de küfre girdiklerine inanıyorum
Ayrıca Allah'a kulluk konusundaki samimiyetinizi ve gayretlerinizi de biliyor ve bu yöndeki gayretlerinizde Allah yardımcınız olsun da diyorum. Ama benim sizin düzeyinizdeki mümin kardeşlerim için uyguladığım ilke başta söylediğim ilkedir. Yani Hz. Ömer'in ilkesidir. Ne sizi ne de bir başka mümini, eleştirmek suretiyle, tahfif etmek ya da olduğundan küçük göstermek gibi bir niyetimin olmadığını siz de çok iyi bilirsiniz. Ben doğru bildiğimi yapmaya çalışıyorum. Bunu yaparken, insanız, olabilir, istemeden bazı hatalar da yapabilirim. Bu konudaki uyarılarınıza da her zaman açığım ve uyardığınız zaman "içten ve dıştan" Allah razı olsun derim. (Çoğunlukla içten diyorum, o yüzden bir çokları demediğimi sanıyor. Olsun. Bu benim şahsi bir tercihim. Sonuçlarına katlanabilirim).
Yanıtla (0) (0)Not: tartışmayı vakıf, dernek gibi kuruluşların 'ehven' veya 'şer' kavramı çerçevesinde ele alınması noktasına getirebilirsek, diyaloga devam edebilirim. Yoksa başta da söyledim. ehven-i şer konusu benim açımdan açık bir konu. fazla tartışmaya gerek görmüyorum. Vesselam...
Mehmet abi'nin yazısında, benim bakış açımdan 'eleştirilebilecek' olan yönü öne çıkarmış olmam, yazıda olumladığım ifadelerin olmadığı (hatta yazının ana mesajına katılmadığım) anlamına gelmez tabiatıyla. Yanlış anlamaları önlemek adına bu izahatı yapmayı zorunlu görüyorum. Bendeniz, yazı hayatım boyunca, özellikle mümin kardeşlerimin yazı, söz ve beyanlarına yönelik olarak, hep "bize yanlışımızı söyleyenden Allah razı olsun" ilkesi doğrultusunda hareket etmeye, yazılarımı övenlere ise fazla prim vermemeye çalıştım. Bu ilkeye ne denli uyabildim, bu okuyucunun takdiridir tabii ki. Fakat belirli bir düzeyi geçmiş insanların artık "marifet iltifata tabidir" sözüyle değil, yukarıda aktardığım Hz. Ömer'e ait sözle amel edebilmeleri beklenmeli. Bence bize 'hayr' getirecek olan da budur. Kardeşlerimizin isabet kaydettiği noktalarda destek görmeleri de elbette lazımdır. Fakat bence Mehmet abi düzeyindeki kardeşlerimizin iltifattan ziyade, 'eleştiri'ye önem vermeleri daha önemlidir. Aynı kural benim için de bütün müslüman kardeşlerim için de geçerlidir. Bakınız, Haksöz Haber'den bir kardeşimiz, On Tez adlı kitabımın önsözündeki "kardeşlerimin eleştirileri bekliyorum" açık beyanımdan 'cesaret' alarak kitabımda eksik gördüğü yönleri dile getirmiş. Allah kendisinden razı olsun. Daha şiddetli eleştirebilecek olan kardeşlerim varsa, Allah onlardan daha fazla razı olsun! Böyle yaparsak ancak bir yere varabiliriz.
Yanıtla (0) (0)Mehmet abi! yukarıda ifade etmeye çalıştığım konuda, etrafın kafalarda doğurabileceği muhtemel sorulara cevaben ifade etmek istiyorum ki, sizin iltifata ihtiyacınız yok. Sizin ve bizim, yani hepimizin eleştiriye ihtiyacımız var. Eleştiri rahmettir!
Yazınız hakkında da şunu söyleyebilirim: katıldığım iadeler olduğu gibi katılmadıklarım da var. Malumunuz olduğu üzere, özgürlük, insan hakları gibi kavramların kullanımına terminolojik bağlamda itirazım var. İçerik ve kasıt olarak 'kulluk' ortak paydasında birleştiğimizi de biliyorum.
Halbuki izzet ve güzel akıbet Allah'ın, ilahi mesajın, onun tanıklığını yapmada ısrar edenonurlu müminlerin yanındadır. Sayımız az olabilir. Yeryüzünde hırpalanıyor olabiliriz. Birileri bizimle ilgili tuzaklar hazırlıyor olabilir. Biz birileriyle yanlış beklentiler içinde olabiliriz. Sıkıntılarımız, özlemlerimiz, gördüğümüz eziyetler, kınayıcılardan gelen aşağılama ve hakaretler bizi zaman zaman üzebilir, içimizi incitebilir, duraklatabilir. Ancak göğsümüzdeki sıkıntıyı, dilimizdeki düğümü, işlerimizdeki zorlukları başkalarına sığınarak, onlara benzeyerek, onlara şirin görünerek, onların diliyle konuşarak gideremiyiz. "Onların mal ve evlatta çok olmaları, egemenlik iddiasında bulunmaları, bizi tehdit etmeleri, dışardan bakınca heybetli ve etkileyici görünmeleri, suyun başını tutmaları" bizi yanıltmamalı, davet ve direnişimizi aksatmamalıdır. Onların da kalpleri, safları parça parçadır. Debdeli ve güçlü görüntülerinin altında "kütük" gibi bir gövde taşırlar. Ve tarih de şahittir ki birçok egemen ve yandaşı, bir zamanlar marjinallikle suçladığı insanların safında görünebilmek için birbirlerini çiğnemişlerdir.
Yanıtla (0) (0)Dine "doğru kapı"dan girmeyi ve "dosdoğru yol"da sebat etmeyi önemseyen müslümanlar, küresel iğva ve zehirlenmelerden arınabilmek için, "inşirah"a ulaşabilmek için, "furkan"a sahip olabilmek için; bireyselleşmeyi aşarak cemaat olabilme, ekicilerin hoşuna gidecek bir örnekliği ve tanıklığı inşa etmeye çabalamalıdırlar. Ehven-i şer konusundaki sıkıntı ve savrulmalar, kolektif bir inanç, akletme, tavsiyeleşme ve dayanışma çabasıyla daha kolay anlamlandırılabilecek ve aşılabilecektir.
Mehmet Abi'nin bu yazısı önemli ve kuşatıcı bir perspektifi mukim kılmaktadır. Yazıda aktarılanların bir kısmı bizim "küresel ilmihal"imizin oluşturulmasında da ufuk açıcı tespitler içermektedir.
Bu yazının iyi okunmasında, saklanmasında ve özümsenmesinde çok büyük bir yarar olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Abiyi bu samimi ve nitelikli çalışmasından ötürü tebrik ediyorum. Allah razı olsun. Hem konuyla ilgili dört başı mamur sayılabilecek bir yazı olmuş hem de gayet canlı, akıcı ve olgun bir üslupla yazılmış.
Yanıtla (0) (0)"İlke" merkezli bir bakış açısıyla ve dikkatli bir okuyup düşünmeyle yazılan bu yazıda, yazarın "fayda"yı öne çıkaracak, ilkeye zarar verecek bir tutuma sahip olduğunu görmedim ben. Bu konuda Seyyid Kutub'un düşünceleri de çok billurlaşmış değildir ve İslam dünyasındaki kimi çıkışlar ne yazık ki onun aslında adaletli, ıslah eksenli ve merhale bilincini gözeten çıkarımlarını sığ noktalara hapsetmiş ya da anlattıklarının üstünün örtülmesine yol açmışlardır. Mehmet Abi'nin yazısı bu bağlamda daha özlü, sıcak ve günceldir.
Müslümanlar sıkça sözünü etmelerine rağmen "ilke", "hedef" ve "yöntem" konularında Kur'an merkezliliği ve özgüven aşılayıcı bir kimlik ve kişiliği, kolektif etkinlikler eşliğinde yeterince görünür kılamadıkları için bu konularda bocalayabilmektedirler. Bu yüzden, tartışmalarda hemencecik "marjinallik" odaklı "psikolojik" sıkıntılar, özlemler ve düşkırıklıkları öne çıkmaktadır. Bu insani bir zaaftır elbette. Rasulullah (s) ve arkadaşları bile müşriklerin çokluğuna, görünüşlerine, zenginliklerine, konumlarına yönelik yanlış eğilimler, öykünmeler ya da aşırı iyimser beklentiler nedeniyle uyarılmıştır.
Mehmet ağabeyi, Murat kardeşimize yönelttiği dostça, nazik ve aydınlatıcı açıklamaları; ayrıca ilkesel hassasiyetlere dikkat çektiği için tebrik ediyorum.
Yanıtla (0) (0)Rum Suresi'ndeki Siret fıkhıyla ilgili bölüm üzerinde, 20. yüzyıl tevhidi uyanış süreci yeteri kadar kafa yormadı.
Rumlar ve Sasaniler arasında geçen savaş esnasında Müslümanlar Mekke cahiliyesinin kuşatması altında bir avuç insandılar. Ticani'nin yaptığı tefsir taramalarına göre ilk müfessirlerin önemli çoğunluğu bu olayı "yakın tehlike" bağlamında değerlendiriyorlardı. Bu nedenle ilk Kur'an nesli nüvesi, Rumlar yenildiğinde üzülmüşlerdi; ama yendikleri zaman sevineceklerdi.
Rasul (s) ve Rasulle beraber olanların Rumlar'ı tutması, "ehven-i şer kavramının karşılığı mıdır; yoksa başka bir hal midir" tartışılmalıdır. Ama bölgelerine inme ihtimali taşıyan Sasanilerin yenilişi, yakın tehlikeden kurtuldukları için İlk Müslümanları sevindiriyorsa bu tutumu nasıl izah etmeli ve Siret Sünnet'ini nasıl okumalı?
İlk bulgularımız şunlar değil mi?
Rumlar da Sasaniler de cahili güçler. İki tarafta şirk içinde. Ama birisi daha zalim, şedit ve yakın tehlike. Bu tehlike kendileri için de bölge insanları için de söz konusu. Müslümanların gücü ise bir avuç. Uzak tehlikenin veya daha şedit olmayanın (ki bu vahiyle şöyle veya böyle irtibatlarının olmasıyla da alakalı olabilir) kazanması isteniyor. Ancak Rumların tercih edilmesi, hiçbir Müslümanı kendi inşa görevinden ve tevhid gemisini inşa projesinden alı koymuyor. Hiçbir Müslüman, Rumlar yenecek diye gidip Rum ordusuna asker veya üye olmuyor. Onlar konjönktürü reel planda okuyorlar; ama çok küçük veya marjinal görülen işlerini; yani yedi başak verecek tohum olma görevlerini Mekke cahiliyesi içinde açık bir tanıklıkla sürdürmeye devam ediyorlar.
Pamak ağabeyin anlattıklarından anladığımız da bu değil mi?
yazının uzunluğu "emek" harcanarak yazılan bir yazı olduğunu gösteriyor. Bu güzel çalışma için sayın yazarımıza teşekkür ederiz. Ayrıca Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatından da istifade edilseydi yazı daha güzel olacaktı...YENİASYA
Yanıtla (0) (0)Yani Kutub burada, "ilke"yi öne çıkarmak adına, hayır kurumlarının getireceği faydayı ihmal etmiştir. Bu bence önemli bir tercihtir ve doğru olanı da budur. Çünkü cahiliye ortamında 'ilke'nin öne çıkarılması, 'iktidar talebi'nin her daim önde tutulması anlamına gelir. Bu konudaki hassasiyeti yüzünden, merhum Kutub, İslami hareketin 'hayır kuruluşu' kimliğini öne çıkarmasının doğru olmadığını söylemiştir.
Yanıtla (0) (0)Tabii burada, günümüzde Müslümanların çokça başvurduğu vakıf, dernek gibi kurumsal faaliyetlerin yeri ne olmalıdır? tartışması da önem kazanır. Ama bu tartışmaya geçmeden önce, ben sözü muhtemel katılımcılara bırakıyorum. Belki tartışma içinde bu konuya da değinme fırsatını buluruz, vesselam...
Not: Bu arada, Haksöz.net sitesine katkı veren bazı yorumcularla benim ismimim yanlış yere karıştırılması sonucu, bazı yanlış anlamaların olduğu yönünde bazı duyumlar aldım. Bendeniz Haksöz sitesine çoktandır (yıllar oldu) girmedim. Sitenin açıldığı ilk yıl (veya bir kaç yıl) içinde bazı tartışmalara katıldım. Fakat sonra bıraktım. Söylem benzerliğinden haretetle ismimin bazı yorumcularla karıştırılmasını istemem. Bendeniz siteye girerken kendi adımdan başkasını kullanmadım. Başka sitelerde kullandığım bazı nickname'leri belki arasıra kullanmış olabilirim. Onlar da mart3 ve mka olabilir. Sanmıyorum ama bu nickname'ler altında (yani bu nickname'lerin hırsızlığını yaparak) yorum yapanlar belki olmuş olabilir. O yüzden, bu bilgi notunu site yöneticilerinin bilgilerine sunuyorum. Selamlarımla)...
Kürşad Atalar
Karakter kısıtlaması nedeniyle yazı yarım kaldı. devam ediyorum:
Yanıtla (0) (0)Örneğin; sizin amacınız sadece başörtüsü takarak üniversiteye girmekse, başörtüsünün serbest bırakılmasıyla bu alanda daha 'özgür' olduğunuzu söyleyebilirsiniz. Fakat sizin amacınız başörtüsünü Allah'ın bir emri olarak takmak ise, o zaman Allah'ın diğer emirlerini de 'özgürce' yerine getirebilme amacına ulaşmadığınız sürece 'özgürleştiğiniz' söylenemez. Hatta eğer başörtüsünün serbest bırakılması, Allah'ın diğer emirlerini yerine getirme talebinizi 'kısıtlamanız' için bir 'paravan' olarak kullanılıyorsa, o zaman başörtüsüne serbestlik istemek, 'özgürlük alanının genişlediği'ni değil, daraldığını gösterir. Bu durumda, başörtüsünün serbest bırakılması, amiyane tabirle, bir 'tuzak' olur. O nedenle, bir 'özgürlük alanı' tarifi yaparken dahi, kendi asli değerlerinizden hareket etmeniz gerekir.
Herkesin bildiği gibi, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasıyla ilgili yasal süreç, tamamen 'demokratik hak' talebi çerçevesinde gelişmiştir ve bu çerçevede getirilecek bir serbestlik, asla Mehmet abi'nin söylediği 'özgürlük alanını genişlemesi' şeklinde yorumlanamaz. Bence, doğru olan, bu gelişmeyi, eğer varsa) bu alanın 'daraldığı' şeklinde yorumlamaktır.
Bu nedenle, Mehmet abi'nin tezinin bence asıl tartışılması gereken yönü budur ve bu noktada ben kendisine katılamadığımı ifade etmek istiyorum.
Hatta bu söylemin merhum Kutub'un 'yöntem' önerisiyle de çeliştiğini düşünüyorum. Çünkü Kutub, her ne kadar açıkça tarif etmese de, "sistem içi kanallara" karşı soğuk bakar ve bunlardan herhangi bir türde 'fayda' gelebileceğine inanmaz. Bu konudaki genel duruşu benim kanaatimce de doğrudur. Hatırlayacak olursanız, yöntem bölümünde İslami hareketin "sosyal adaletçi, hayırsever kuruluş" olarak faaliyet gösteremeyeceğini açıkça yazmıştır. Burada Kutub'un bu kuruluşların faaliyetlerini 'fayda' açısından değil, 'ilke' açısından değerlendirdiği çok açıktır.
Haksöz sitesine çoktandır yorum yazmıyordum. Fakat Mehmet abinin bu önemli konudan beni haberdar etmesi ve genel olarak Müslümanlara konuya katkıda bulunmaları için çağrıda bulunması üzerine, belki katkım olur düşüncesiyle bir kaç kelam etmeyi düşündüm. Söz fazla uzatmadan şunları söylemek istiyorum. Mehmet abinin her iki yazısını da Murat kardeşimin yazısını da okudum. Bu tartışmayı biz Mehmet abiyle başka vesilelerle de tartıştık. Biliyorum ki, konu, Müslümanların da en çok tartıştıkları konuların başında geliyor. Çünkü konu,sadece 'yöntem' meselesini değil, ilkeleri ve üslubu da içeriyor. Bu nedenle önemli bir meseledir ve halli için de uğraş vermek gerekir.
Yanıtla (0) (0)Öncelikle, "şerrin daha az zararlısı"nın, başka ihtimal yoksa kerhen tercih edileceği hususu, aklın bir gereğidir. Bu konuda fazla konuşmaya hacet de yoktur. Fakat 'şer'rin 'hayr'la karıştırılması riski bence daha önemli bir konudur. Zamanımızda daha çok yapılan da budur. Doğrudan meseleye girecek olursak; Mehmet abinin "özgürlükleri genişletecek" sistem içi araçları 'olumlama' yaklaşımı üzerinde durulmalıdır. Burada ciddi değerlendirme hataları yapılabilir. Bu nedenle konuyu titizlikle ele almamız gerekiyor. Soru şu olmalı: acaba AKP'nin başörtüsü konusunda(veya başka benzeri konularda) bir girişim başlatması, Mehmet abi'nin söyleminde ima edildiği şekilde "özgürlükleri genişletici" bir çaba olarak görülebilir mi? Mehmet abi'nin söyleminden böyle bir sonuç çıkarılabilir. Ama ben bu konuda farklı düşünüyorum. Bence bu tür 'icraatlar'ın Mehmet abi'nin tanımladığı 'özgürlük alanı'nı genişlettiğinden ziyade, 'daralttığı' bile söylenebilir. Çünkü 'iktidarın dayanılmaz hafifliği' gibi önemli bir konu vardır toplumlarda ve iktidar ilişkilerinin kendisini göstermediği bir alan neredeyse yoktur. Yani siz başörtüsünü serbest bıraktığınızda, aslında başörtülüleri daha koyu bir zindan içerisine hapsetmiş de olabilirsiniz. Çünkü sizin 'hangi' özgürlükleri talep ettiğiniz önemlidir?
Sayın Mehmet Pamak'a tespitlerimle ilgili sitayişkâr sözlerinden dolayı teşekkür eder, birçok kimsenin takıldığı "Ehven-i şer" problemi ile ilgili hassasiyeti, çalışmasındaki özeni ve anlamlı bulduğum gayretlerinden dolayı kendisini takdir ve tebrik eder, mesaisinin meşkûr olmasını Allah'tan dilerim.
Yanıtla (0) (0)Bence, konu ile ilgili söylenmesi gerekli son sözler söylenmiş, (daha önce de söylediğim gibi) muhdes bir bid'at olan "Ehven-i şer" problemi ile ilgili tartışma konusu açıklığa kavuşmuştur.
Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara, Allah bir furkan (doğru ile yanlışı birbirinden ayırma yetisi) verecektir." (Qur'an, Enfal Suresi: 29)
M.F.E.