1. YAZARLAR

  2. FUAT DEĞER

  3. Adaletin Tarafı Olmaz, Ancak Adalete Taraf Olunur
FUAT DEĞER

FUAT DEĞER

Yazarın Tüm Yazıları >

Adaletin Tarafı Olmaz, Ancak Adalete Taraf Olunur

22 Nisan 2008 Salı 00:24A+A-

Öncelikle* böylesine sıkıntılı ve önemli bir konuda Müslümanlar açısından adeta bir kimlik ibrazı mesabesindeki “Kürt Sorunu” konusunu tekrar gündemleştirme çabaları ve Müslümanların zihni-fikri tıkanıklıklarını aşma noktasındaki gayretlerinden ötürü Özgür-Der şahsında emeği geçen herkesi tebrik ediyor ve gönülden şükranlarımı sunuyorum.

ADALETİN TARAFI OLMAZ, ANCAK ADALETE TARAF OLUNUR

Sunumuma başlamadan önce tebliğimin içeriği hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. Zaman darlığı ve katılımcıların sabrını da hesaba katarak, gerekli gördüğüm halde Kürt tarihi ve Kürt sorununun tarihsel süreci hakkında kısa da olsa bilgi vermekten kaçındım. Bundan kaçınmamın bir diğer sebebi de sunumu olan öbür arkadaşların da bu konuya değinebilecekleri ihtimali idi. Bu bağlamda sunumumda yer verdiğim başlıkları şöylece sıralayabiliriz:

  • Kürt Sorununun kısa bir tarifi.
  • Kürt sorununa bakışlar ve temel referansları.
  • Kürt sorununu doğru tanımlayamamanın sebepleri ya da hesaba katılmayan unsurlar.
  • Soruna kaynaklık ettiği düşünülen ve hemfikir olunan konular/sebepler.
  • Çözüm için mevcut somut öneriler nelerdir?
  • Bizce çözüm ya da çözüme giriş…

     KÜRT SORUNUNUN TARİFİ 

Kürt Sorunu; eski ve yeni emperyalizmin Ortadoğu(!) ve Mezopotamya üzerindeki paylaşım ve sömürü hesapları çerçevesinde bölge devletlerine ihale ettikleri ve kendi kontrollerinde genişletip-daralttıkları çok yönlü projenin bir parçasıdır. Küresel emperyalizm, bu proje çerçevesinde; etnik sorunlarla birlikte her ülkenin kendi sosyo-ekonomik ve tarihi özgül koşullarını da harmanlayarak meseleyi özelleştirmiş ve yekpare çözümlerin de önünü tıkayarak sorunu kalıcı hale getirmiştir. Böylece ortaya çıkan kaos ve çatışmalar, bölge ülkelerini bağımlı ve sorunlu hale getirerek emperyalist müdahaleleri meşrulaştırma araçlarına dönüştürmüştür. Bu noktada hiçbir ülke, sorunun çözümü için tek başına ve kendi imkânlarıyla harekete geçme şansına sahip olamamış ve bölge kanserli bir tabiata mahkûm edilmiştir.

Bu çerçevede Türkiye özeline döndüğümüzde Kürt sorunu; Osmanlının enkazı üzerine inşa edilen yeni rejimin ırkçı ve katı laik karakteri karşısında oldukça dindar olan ve bu ötekileştirmeye isyanla cevap veren Kürtlerin süreç içerisinde dindar duyarlığının farklı ilgilere parçalanmasıyla çatallanan, yaklaşık bir asırlık sorunlu ve sancılı sürecinin fotoğrafıdır diyebiliriz. 

KÜRT SORUNUNA BAKIŞLAR VE TEMEL REFERANSLARI

Aslında bu soruna, hiçbir kesim kendi ideolojisinin temel referanslarını baz alarak yaklaşmıyor/yaklaşamıyor. Çünkü meselinin kendisi, yapısı itibarıyla ideolojik yaklaşıma izin vermiyor. Daha doğrusu meselenin analizi noktasında; başlangıç konusunda her ne kadar farklı jargonlar kullanılsa da temelde aynı kapıya varılıyor. Sonraki süreçte, tarafların önerileri konusunda öne sürdükleri gelecek tasavvurları, ideolojik içerik kazanmakta, sahip oldukları perspektif, yapılacaklar konusunda farklı seçenekler önermektedir. Meseleye farklı yaklaşan ideoloji ve bakış açılarının burada eksiklik ya da yetersizliğini dile getirmekten çok, dikkate değer olan yönü; çözüm için gerekli ilk şeyin şiddetin öncelikli olarak bitirilmesi, akan kanın durması yönünde belirginleşen ortak arzudur. Dolayısıyla çözüm konusunda hemfikir olmak ilk ortak kararı zaten teşebbüs diliyle ifade etmek anlamına gelmektedir. Bu tespit çok önemli! İlk konsensüs bu olunca, daha sonra getirilecek önerilerin makul ve makbul oluşları, tarafların tezleri üzerinde ne kadar çalıştıkları ve hangi gerçekliği ne kadar kuşattığı ile ilgili olan bir sürece tekabül eder. Yani bunlar sonuçtur bir yerde. Bu yüzden meseleyi daha çok sebepleriyle birlikte algılamaktan kaynaklanan bir farklılık vardır ve aslında bunların her biri bütünün parçalarıdır. Buna bağlı olarak meseleye getirilen tanımlar ve tanımlamalar da hangi açıyla ve nasıl değerlendirildiğini göstermektedir. Bu çerçevede tarafları değil de nasıl algılandığını birkaç madde ile özetlemek herhalde daha isabetli olacak ve buna bağlı olarak kimin aslında hangi tarafta ve kimden yana olduğu da belki daha da netlik kazanacaktır. 

Kürt sorununa yaklaşımları ana hatları ile şöyle kısaca özetlemek mümkündür:

  • Ulusalcı/milliyetçi yaklaşımlar. Sorunu birebir yaşayan bölge ülkeleri olan Türkiye, İran, Irak, Suriye ve bunlara bağlı süreç içinde bir harekete dönüşmüş Talabani, Barzani, PKK ve bunlardan daha küçük ölçekteki örgütlenmelerin çözüm anlayışı. Yani ulus-devlet modeli içinde özerk, federatif ya da bu çerçevede anlaşılabilecek siyasal tercihler.
  • Temelde anti- emperyalist ve devrimci yönüyle aynı noktada buluşan ancak siyasal tercihler-modeller ve muhteva noktasında ayrışan yaklaşımlar olarak “Marksist” ve “İslamcı” bakış açıları.
  • Sorunu üretenlerle aynı bakış açısına sahip olanlar ve bunun çözümünün de bu güçlerden geçtiğini kabul edenler.

Bu çerçevede ABD ve BOP projesi ile birlikte bakıldığında içerideki ve dışarıdaki şahinleri de çözümsüzlük sürecinin dışında görmemek gerekir. Bu aynı zamanda bir makro proje olarak kabul edilmeli, yerel hareketlenmeler bunun sonuçlarına bağlı olarak değerlendirilmelidir. Burada sadece bir-iki ülkenin müdahaleye uğraması değil, bütün bir bölgeyi değiştirecek yeni bir harita ve siyasal düzen ön görülmektedir. Sürece ve soruna eklemlenmiş bir dünya görüşü diyebiliriz bunlara. Bu şekil bir çözümden yana olanların ağırlıklı olarak liberal ve sermaye çevreleri olduğu da hatırda tutulmalıdır.

Genel çerçevede mesele kabaca bu bakışların merceğinde incelenmiş ve çözüme dair projeler de buna bağlı bir retorik ve ifade biçimi ile geliştirilmiştir.

SORUNA KAYNAKLIK ETTİĞİ DÜŞÜNÜLEN VE HEMFİKİR OLUNAN KONULAR/SEBEPLER

  • Kürt varlığına ve kimliğine yönelik inkâr ve imha, onları zorla asimile etme, Türkleştirme çabası. (Temel esprisini “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” aforizmasına dayandıran bu tezin Kürdistan’daki Kürtçe tercümesi de herhalde şöyle olmalıdır: “Kî bêjit ez Tirkim keyf keyfa wîye” )
  • Katı merkeziyetçi yönetim, buna bağlı olarak gelişen sosyo-idari,  ekonomik ve kültürel sorunlar.
  • Militarist ve tek-tipçi, şiddete dayanan politikalar. Bu konuda özellikle yaşanan savaş ortamının dışında gelişen 2008 Newroz olayları durumun vahametini göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu örnek şu açıdan dikkatle incelenmelidir: Asker ve PKK güçleri arasında yaşanan savaşın dışında ve şehir merkezlerinde gözlemlenen dehşet ve utanç görüntüleri şiddetin hangi boyutta olduğunu resmetmektedir. Özellikle kolluk güçlerinin, çocukların kollarını büyük bir öfke ile kırması, göstericilere hedef gözeterek plastik ve gerçek mermilerle ateş edilmesi, evlerin kapılarının kırılıp içeri girilmesi gibi durumlar şiddetin vardığı travmatik ve patolojik boyutu ifade etmek için ilginç örneklerdir. Hakeza bu olaylarda kullanılmak amacıyla satın alınan çok özellikli silahların, yasaklanan Newroz bayramında kullanılacağının emniyet müdürünün ağzından basına “size sürprizim var, yeni aldığımız silahları ilk kez yarın kullanacağız” şeklindeki açıklaması, devletin militarist yüzünü açığa çıkarması yönüyle ilginçtir. Son yüzyılda Filistin’de görülen Yahudi tedhiş, terör ve katliamlarında bile hiçbir Yahudi askerinin kadınlara direkt saldırıp öldüresiye dövmesi görülmemişken, Van’da on-onbeş polisin silahsız ve savunmasız kadınlara çullanıp öldüresiye dövmesi, akıl ve sağlık sınırlarını aşan bir çıldırı ve düşmanlığın görüntüsüdür. Bu vicdanları derinden yaralayan ve binlerce düşman üretecek bir fotoğraftır.
  • Zorla yurtlarından kopartılarak ve planlı olarak yaptırılan göçler ve buna bağlı olarak gelişen sosyo- ekonomik, sosyo-patolojik,  siyasi ve kültürel sorunlar.
  • Bölgeye yönelik ekonomik ve siyasi ayrımcılık; iki ayrı ülke uygulaması gibi asker-polis varlığının fiziki ve psikolojik baskısı.
  • Anadilde eğitim ve Kürtçe basın-yayın özgürlüğüne yönelik yasak ve baskılar.
  • Yerleşim yerlerinin isimlerinin değiştirilmesi suretiyle hedeflenen kültürel ve folklorik asimilasyon.
  • Kürtçe isim ve tanımlamalara getirilen baskı ve yasak. 

Kuskusuz sorunlar bunlardan ibaret değil ve bunlarla birlikte birçok problem tespit etmek mümkün. Bu sorunlar “gerçekte var mıdır?” şeklinde soru sorabilen birisine “yeniden Amerika’yı keşfettirmek” yerine biraz basın takibi ve bir de Cumhuriyet tarihi okumasını öğütlemek herhalde haksızlık sayılmamalı.

KÜRT SORUNUNU DOĞRU TANIMLAYAMAMANIN SEBEPLERİ YA DA HESABA KATILMAYAN UNSURLAR

Bir meseleyi çözmenin ilk adımı o meselenin varlığını kabul etmektir. Çözümsüzlüğün temel sebebi inkârdır. Bununla birlikte bu sorunun kaynaklandığı tarihsel süreç ve koşulların hangi alana tekabül ettiğini sağlıklı bir şekilde analiz etmek gerekir. Çünkü nereden kaynaklandığı ve hangi saiklerle geliştiği doğru teşhis edilmezse, çözüm çabası da sadra şifa olmayacaktır. Zira mesele bir terör ya da güvenlik-asayiş sorunu olarak teşhis edildiğinde, çözüm için askeri gücün kullanılması düşünülecektir. Etnik ya da kültürel olarak teşhis edildiğinde farklı, hakeza dini olduğunda daha farklı, siyasi olduğunda ise daha da farklı bir çözüm gerekecektir.

Bundan bağımsız düşünülemeyecek ikinci bir adım ise sorunu üretenlerin araç ve algılarının dışında bağımsız ve tarafsız bir gözle meseleyi okuma çabası olmalıdır. Sorunu, onu üretenlerin dili ve argümanlarıyla tanımlamak, sorunu derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü bu dil zaten sorunun kurucu öznesidir. 
 

  • Kürt sorununun bir başka boyutu; onun bugünkü koşullar içinde düşünüldüğünde, artık bir iç sorun olmadığını kabul etmektir. Kürt demografyasının dört ayrı ülkeye dağılmış, - aynı zamanda buranın sosyo-kültürel ilgileri içinde farklı sorunlarla da özdeşleşmiş- ulus sınırları içindeki bir sorun olmaktan çıkıp uluslar-arası bir bölge sorunu hüviyetine kavuştuğunu hesaba katmak gerek. Hatta emperyalist güçlerin sorunla ilgisi düşünüldüğünde, bunun bir dünya sorununa dönüştüğü iddiası abartılı olmaz her halde.
  • Türkiye özelinde ise, Doğu ve Güneydoğu çerçevesinde düşünülecek bir sorun olmaktan çıkmış, ülkenin her tarafına (İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Mersin, Antalya, Konya ağırlıklı olmak üzere hemen hemen birçok şehirde) süreç içinde ve birçok sebepten kaynaklanan göçlerle yayılmıştır. Böylece, bölgesel olmaktan çıkmış esaslı ve öncelikli bir Türkiye sorunu haline gelmiştir.
  • Sorunu sadece görünen aktörleriyle mülahaza etmek; aynı zamanda meselenin dar bir çerçevede düşünülmesi yanılgısını doğurmuş, ufuk kırılması ile birlikte çözümsüzlüğü de beraberinde getirmiştir. Irak ve Afganistan işgalleriyle bölgeye askeri olarak da bilfiil yerleşen ABD emperyalizminin, somut silahlı kuvvetleri ile BOP (ve bu olmazsa B ve C v.d. planlarıyla) örgütsel ve kurumsal düzeyde bölge güçleriyle iş tutmakta olması bunun en bariz örneğidir. ABD emperyalizmi başta olmak üzere diğer emperyalist güçlerin bölgeye olan ilgileri ve hesapları da ciddiyetle incelenmeli ve dikkate alınmalıdır.
  • Sorunun bugünkü sözcüsü olan PKK’ yi yok sayarak ya da onu dıştalayarak sorunu çözeceğini sanma yanılgısı: PKK’dan önce de Kürtler vardı ve PKK, Kürt sorununun anası değil,     çocuğudur. Yani sebep değil, sonuçtur. Geçmişte yalnızca Türkiye’de değil; İran ve Irak’ta da ‘Kürt ayaklanmaları’ olarak kendisini ortaya koymuş bir Kürt isyan süreci söz konusudur. PKK;  Dersim isyanı-katliamı sonrası uykuya dalmış‘Kürt sorunu’nu harekete geçirmiştir. PKK, olmayan bir sorunu zorlayarak yaratmamıştır. Olsa olsa PKK’nın bu sorunu, aşiretler düzeyinden, yoksul halk kitlelerine yayarak daha da kitleselleşmesine ve modernize olmasına yol açmıştır denebilir. Evet, Kürt sorunu PKK’den önce de vardı ama 25 yıllık süreçte yaşananlar ve gelinen nokta itibari ile onun taşıdığı düzlemde onsuz bir çözüm gerçekçi değildir Bu sorunu türedi ve köksüz olarak ele almak çözümün iradesini de “pazar”a kadar götürmek demektir.

Siyasi düzlemde DPT’de onun temsilcisi sayılsın-sayılmasın, Kürtlerin bu soruna bağlı olarak oy verdikleri ve meclise taşıdıkları bu parti de aynı ciddiyet ve duyarlılık ile taraf olarak kabul edilmelidir ve muhatap alınmalıdır. İdeolojik ve ahlaki yapısı hesaba katıldığında ve kendisini sorunla beraber besleyen güçlerle aynı yöntemi kullanmış olması, onu bu sorunun dışında tutacak denli belirleyici değildir. Bunu ifade etmek, PKK’ yi onaylamak değil, sorunun çözümünde katkısı olacak güçleri ve imkânları hesaba katma gerçekçiliğidir.

Ancak burada atlanmaması ve sorulması gereken bir soru da şudur? Temsil ve sözcülük düzeyinde bu Kürtleri kim temsil ediyor? Barzani mi, Talabani mi, PKK’ mi (DTP burada ayrı bir taraf olarak da, siyasi kanat olarak da ayrıca ifade edilebilir), sivil toplum kuruluşları mı? Aşiretler konsorsiyumu mu? Ya da daha başka öncüller etrafında birleşen Kürt koalisyonu mu? Ancak temsil eden kim olursa olsun, bütün bunların Kürt halkının “meşru” teveccühünü kazanmış ve tümünü kabul eden bir yapıda olması zorunluluğu vardır. Yahudi’sinden Hıristiyan’ına, Süryani’sinden Yezidi’sine, Alevi’sinden Sünni’sine herkesin onay ve teveccühünü sağlayacak bir temsiliyet sağlamalıdır. 

  • Sorunun çözümü noktasında halkların iradesi ve teveccühleri titizlikle gözetilmek durumundadır: Bu dinamik ve potansiyel güç mutlaka dikkate alınmalı ve bu konudaki duyarlılık gözden kaçırılmamalıdır. Mesela, 2007 yılı içinde oluşturulmaya çalışılan kaotik ve tedhiş içerikli saldırıların hedefinde, yıllardır çeşitli sebeplerle Batıya dağılmış, oralara yerleşmiş, hayatına bir yön ve düzen oturtmuş Kürtlerin, tersine göçe zorlandığı gerçeğinin olduğu, bununla toplumsal bir çatışma ve ayrışmanın tasarlandığı görülmüştür. Bu proje için İzmir, İstanbul, Adana gibi şehirlerin yanında pilot bölge olarak özellikle Kocaeli gibi bir sanayi merkezi ve Kürt mahallelerinin bulunduğu şehirlerin seçilmesi ayrıca dikkate değer bir husustur. Bu amaçla Almanya’daki kundaklama mantığını ve Dazlak pratiklerini tercüme eden Ergenekon gibi derin odakların tezgâhladığı bu dehşet senaryoları ve teşebbüsleri tutmamış, gerek Türklerin gerekse de Kürtlerin sağduyuları karşısında amaçlanan neticeyi vermemiştir.
  • Bir başka husus da; tanınsın ya da tanınmasın, Kuzey Irak ya da Güney Kürdistan densin, bölgede onbeş yıldır fiili bir devlet var ve bununla bir şekilde ilişkiye girmek kaçınılmazdır. Resmi ya da sivil bu devlet ve bölge ile geliştirilecek ilişki ve iletişimin Kürt sorunundan bağımsız düşünülmesi imkânsızdır.

ÇÖZÜM İÇİN MEVCUT SOMUT ÖNERİLER NELERDİR? 

Bu konuda irili ufaklı birçok kesimin görüşü ve somut çözüm önerisi var. İçinde birbirine ters öneriler de var. Ancak mevcut önerilerin bir derlemesini özetleyerek ve birbirine katarak sunmak istiyorum; 

  • Kürt meselesinin çözümü için öncelikle bu konunun yasaksız konuşulması sağlanmalı, çünkü ifade özgürlüğü koruma altına alınmadan, hiçbir gerçek adım atılamaz.
  • Devlet odaklı bugünkü anayasa ilga edilerek yerine insan odaklı yeni bir anayasa yapılmalı, Anayasanın ilgili maddesindeki yurttaşlık sıfatından Türklük vurgusu çıkarılmalı, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı ibaresiyle yetinilmeli ya da ilgili madde Anayasa’dan tümüyle çıkarılmalı yani Anayasa’da yurttaş sıfatı tanımlanmamalı.
  • Anadil’de eğitim serbest olmalı ve bunun imkânları oluşturulmalı, bölgesel ya da ulusal Kürtçe televizyon yayınları üzerinden tüm kısıtlamalar kaldırılmalı, yayınlar genel hukuka aykırılık ilkesiyle değerlendirilmeli, GAP tv Kürtçe yayın yapmalı ya da yeni bir tv oluşturulmalı.
  • Anayasada farklı din, dil ve etnisitelerin ifade tarzları hukuksal-anayasal teminat altına alınmalı.
  • BM Evrensel Beyannamesi'ndeki 'ulusların kendi kaderini kendilerinin tayin etmesi' ilkesi ve kolektif haklar konsepti benimsenmeli,
  • Kürt halkını, Kürt halkı olarak,  kolektif haklarını tanımayan, aidiyet duygusunu ortadan kaldıran ve sadece bireyselleştiren totaliter-militarist bakış değişmeli, Kürtler, hem merkezi devlet yönetimine, hem de geliştirilecek yerel yönetim modelleriyle kendi kendini yönetme mekanizmasında yer almalı, devlet yönetimine ortak olmalı,
  • Kapsamlı bir genel af yasası çıkarılmalı, düşünce ve fikir suçları için getirilen her türlü yasak kaldırılmalı, şiddet içermeyen her türlü düşünce eyleme geçse dahi suç sayılmamalı, yasalarla güvence altına alınmalı, dağdan inen insanların toplum hayatına intibak edebilmelerini sağlayacak zeminler oluşturulmalı,
  • Kürt sorununun barışçıl bir biçimde çözülme yoluna girebilmesi için her şeyden önce devlet bu sorunu bir asayiş sorunu olarak görmekten vazgeçmeli,
  • Zorla göç ettirilen Kürtlerin evlerine dönüşü için imkanlar oluşturulmalı ve bu süreç içinde yaşadıkları zarar tazmin edilmeli, bölgenin ekonomik ve sosyo-kültürel kalkınması özel bir programla hızlandırılmalı,
  • Bölgede Kürtler arasında bir ayrılık ve çatışma amaçlı ihdas edilen Koruculuk lağvedilmeli, oluşan işsizlik yatırım ve istihdam projeleriyle desteklenmeli,
  • Bu sorun ABD gibi dışarıdaki aktörlerle değil, içeride çözülmeli, , sivil toplum örgütleri ve hükümet bir yol haritası belirleyerek çözümü bunun üzerinden düşünmeli,
  • Yüzde 10 seçim barajı kaldırılmalı ve partiler yasası özgür ve eşit katılım şartları düzenlenerek yeniden tanımlanmalı,
  • Bölge insanının, baroların, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partilerin katılımıyla hazırlanacak kapsamlı bir çözüm paketi oluşturulmalı bu gelişme ya da kalkınma paketi, Kürt meselesinin ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, hukuki boyutlarına ilişkin bütüncül bir yaklaşımı ifade etmeli,
  • Demokratik yeni bir anayasa ile legal Kürt siyasal partileri, dernekleri ve kültür kurumları önündeki tüm engeller kaldırılmalı,
  • Konunun muhatabı olan Türkiye, Suriye, İran, Irak devletlerinin temsilcileriyle BM arabuluculuğunda sorunun kesin çözümünü Ortadoğu genelinde ele almalı, Mesut Barzani ve Celal Talabani'yi muhatap kabul etmeli,
  • Küresel bazda, bugünkü küresel saldırı ve birçok faktör göz önüne alındığında Kürtlerle aynı kan bağını taşıyan, aynı coğrafyayı, aynı kaderi paylaşan başta Türkler olmak üzere, Farslar, Araplar ve hatta Yahudileri bile içine alan AB (Avrupa birliği) benzeri bir yapılanma ortaya çıkarılmalı. Bir başka deyişle üç büyük dini bünyesinde barındıran günümüz dünyasının gerçekliğine uyarlanabilen yeni bir Osmanlı modeli Orta Doğuda hayata geçirilmeli,

BİZCE ÇÖZÜM YA DA ÇÖZÜME GİRİŞ

İfade etmek gerekir ki şimdiye değin çözüm konusunda elle tutulur tam bir çözüm üretilmedi/üretilemedi. Bunu birçok saike bağlamak mümkün, ancak teorik çözümlerin, çoğu zaman yeni hal ile mutabık olmadığı da bilinen bir durumdur. Her yeni şart yeni bir fıkıh ve yeni bir vaziyet gerektirir. Bu nokta-i nazardan çözüm sunmak yerine, sunulan çözümlerin makul, adil ve ahlaki temelli olup olmadıklarına bakmak daha önemli ve gerçekçidir. Çünkü aklın yolu birdir ve çözmek isteyince, muhalifler bile müttefik olur. Yeter ki çıkan yangının “insan”ı yaktığı ve müdahale edilmesi gerektiğine karar verilsin.

Aynı zamanda çözüm önerisi, sahip olunan güç ile de doğru orantılıdır. Bir şeyi çözebilecek rüşde ulaşamamışsanız, yani gerekli irtifaya/yüksekliğe sahip değilseniz, ufkunuz da baktığınız yer ve açı kadar olacaktır. Sözünüzün ve sunduğunuzun değeri durduğunuz yerden bağımsız değildir. Kimse sahip olduğundan başkasını veremez.

İşte bu noktada getirilecek çözüm önerilerine bazı kriterlerimiz/kıstaslarımız ışığında bakarak onay verip vermediğimizi ve alternatiflerimizi sunabiliriz. Özne olacak güce ulaşmadıkça bu konuda inisiyatif almamız mümkün değildir. Adil, fıtri, ahlaki ve insani her türlü öneri aynı zamanda katıldığımız ve onayladığımız önerilerdir.

Politik cedelleşmenin zemini acil durumlar ve acil meseleler değildir. Kürt sorunu olgunlaşmış ve patlamak üzere olan bir çıban kıvamına gelmiştir. Ya müdahale edilip tedavi edilecek ya da irin bütün vücuda yayılıp gövdeyi çürütecektir. Bu konuda çözüm önerileri hemen hemen birbirine yakın olduğundan ve mevcut çözümlerin ötesinde müteal bir çözümü de mümkün görmediğimizden, çözüm burada ve bu meselenin kendisindedir.

Çözüm konusunda öncelikle bu kirli savaşın önünü kesecek, namluları soğutacak bir kararlılığın bir an önce acilen devreye girmesi gerekmektedir. İlk ve temel şart silahların susmasıdır. Bir şeyi doğuran sebepleri ortadan kaldırırsanız, o sorunu kolaylıkla çözmüş olursunuz. Bu, zamana yayılmış sorunun tam çözümü değildir ancak, ilk ve olmazsa olmaz şartıdır. Oluşacak barış ve çözümün de öncülü budur. Bunun ardından bu konuda bir ortak dil geliştirilmelidir. Yoksa hem bu konuda samimi olunmadığı anlaşılacak, hem de “benim değirmenime su taşımalı” mantığının paylaşamama sorunu ile yeniden çözümsüzlüğe varacağı unutulmamalıdır. Öncelikli olan, bu yangının bir an önce söndürülmesidir. Su döken elin niyetini okumanın sırası da değildir.    

Bu noktada çözüm için özellikle sorunu üreten ve besleyen taraf olarak devletin yapması gerekenleri iki aşamalı olarak düşünürsek; birinci aşama; yaparak ürettiği ve soruna yol açan politika ve davranışları terk etmesi, yani öncelikle yarmaktan/yaralamaktan vazgeçmesi, ikincisi ise bunun devamı olarak yardığı/yaraladığı yerleri sarması, onarması, doğru teşhis koyarak gerçekçi bir tedavi uygulamasıdır. Ve elbette ki bunda gerçekten samimi olması gerekmektedir. Davranış/uygulama aynı zamanda samimiyetin ifadesidir. Bununla birlikte gelişen süreçte devlet, üniversiteler, yargı ve benzeri kurumlar, medya, cemaatler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, odalar, düşünce ve fikir adamları ve toplumun konsensüsü ile bir süreç oluşturulmalıdır. Meselenin siyasi, hukuki/anayasal, ekonomik, kültürel ve sosyal birçok yönü üzerinde bir “ortak akıl” ve “ortak dil” geliştirilmelidir. Buna “barış aklı” ya da  “çözüm aklı” da diyebiliriz.

Buna ilaveten sosyal ve siyasi olarak çözüm için ortaya güçlü bir irade koyabilmek gerekmektedir.. Bu vecihle bu konuda emeği ve katkısı olan herkesi ciddiye ve dikkate almak ilmi ve ahlaki bir zorunluluktur. Fakat yıllardır bu sorun üzerinde taraf olarak tanımlanan kesimlerin meseleyi çözmek bir yana, tırmandırmak şeklinde tanımlayabileceğimiz politika ve tavırlarının, karşılıklı şiddet ve kaos girişimleri ile birbirini üreten ve besleyen bir mecraya kaydığını, çözümü tıkayacak bin bir türlü plan ve örtük işbirliğinin sonucunda mütemadiyen çözümsüzlük ürettiğini vicdani ve ahlaki bir gereklilik olarak teslim etmek gerek. 

Kürt sorunu artık hiçbir politik ve siyasal bakışa kurban edilemeyecek denli, önemli ve ağırlıklı bir konum kazanmıştır. Burada artık bu mesele, kimin hangi mecraya çekerek rant üreteceği veya hangi pragmatik hesaplar devşireceği bir havuz olmaktan çıkmış, bu konuda tam anlamıyla bir samimiyet ve irade testi konumuna gelmiştir. “Bu kesimlerin bu konuda şu hesapları var, bu yüzden bu ‘çözüm’den yana değiliz, onlar bunu şunun için yapıyorlar, şunlar aslında şöyle bir hedef koymuşlar” yollu her kesimden sadır olan bu niyet okumalar ve buna benzer yaklaşımlar, meselenin ortada kalmasına; bu konuda güçlü ve çözüme yönelik yaptırım imkânı doğurabilecek bir toplumsal/siyasal mutabakatın önünün tıkanmasına yol açmıştır. Burada meselenin doğru kavranamadığı inancındayız. Çünkü çözümü gerçekten istemek başkadır, “çözüm ancak bizim getirdiğimizde olur demek” daha başkadır. Bu şekilde kabaca ve ayrıştırıcı bir bakış, mesele karşısında derinlikli/kuşatıcı çözüm konusunda erteleyicidir ve aynı zamanda samimiyetten de uzaktır. Çünkü çözüm bir ihtiyaç ise ve bir o kadar da aciliyet istiyorsa; bu konuda gerçekten çözüm öneren yaklaşım ve yolları tıkamamak ya da uzakta durmamak gerekiyor. Çözümü getirene değil çözümün kendisine yoğunlaşmak aynı zamanda samimiyet ve duyarlılığın bir ifadesidir. Bugün burada adil olarak onu getirenlerin ideolojik ayrışmaları ile uğraşmak değil, çözümün sıhhati ve uygulanabilirliği üzerinde yoğunlaşmak icap eder.

     Kürt sorunu konusunda Müslüman camiada özellikle milliyetçi/ulusalcı tercihlere karşı dillendirilen ve altı çizilerek İslam’a aidiyeti/bağlılığı vurgulamak için kardeşlik temelli kullanılan “ümmet” kavramı, meseleyi izah etmekten uzak olduğu gibi bu durumda bir retorikten ibarettir. Söylem duvarını aşamamış bir ibare sadece muhayyel değil, aynı zamanda erteleyicidir de. Bu kavramın Kur’an’la tescillenmiş ve Müslümanları tanımlayan bir ibare oluşu ile onu yanlış zeminlerde kullanmayı ayırd etmek gerekir. Bu, aynı zamanda Müslümanların “ümmet” olması gereğini ve hayatiyetini de ortadan kaldırmaz. Ancak Kürt sorunu gibi, Müslümanlardan ve Müslüman olmaktan kaynaklanmayan konularda, ümmet lafzı, meseleyi tam olarak yansıtmamakla birlikte perdeleyici bir bakış açısıdır. Çünkü etnik ve militarist bakış açısıyla üretilmiş ve yakıcı boyutlara varmış bir meselenin, anlam ve değerinin yönlendirilerek ümmet kavramsalında çözülmesi bakışı ilk bakışta kulağa hoş gelse de sahici bir zeminden kaynaklanmamaktadır. Çünkü aynı ümmet yaklaşımı İslam dünyasında var olan bir yığın sorunu “ümmetin çözümüne havale etmiş” ancak bu ümmetin kim olduğu bir türlü çözüm noktasında ortaya çıkmamıştır. Bu ümmeti kim temsil etmektedir ve ümmet adına kim karar almaktadır? Temenni ve dileklerin, hatta ümitlerin olması kaçınılmazdır ancak böylesine can acıtan ve aciliyet kesbetmiş bir konuda temenniden ötesine ihtiyaç vardır. Burada ümmet söylemine değil onu yanlış temellendiren bakışa yöneldiğimiz dikkate alınmalı ve değerlendirmeyi de bu ahlaki ve adil pencereden yapmak gerektiğini hatırlatmak isterim. “İslam gelirse kardeşlik temelinde bütün sorunlar çözülür, öncelikle onu üreten tağut yok edilmelidir” yollu ve uzun vadeli/geniş zamana yayılan bu söylem, bugün yaşadığımız duruma tekabül etmemektedir. Zira adil olmak, olaya anında müdahale etmeyi gerektirir, şartların oluşmasını beklemeyi değil.

İçerden bir eleştiri daha yapmak gerekirse; “İslami kesim ya da camia” dediğimiz ve içinde bulunduğumuz tarafın meseleye yaklaşımı, elini taşın altına sokmaktan çok, politik/pragmatik olmuştur.(Özgür-der, Mazlumder, İlkav v.b. dernekleri bu eleştirinin dışında tuttuğumuzu belirtmemiz adalet gereğidir). Bunun elbette ki tamamen art niyetli olduğu iddia edilemez. Ancak ikircikli ve meseleye dışardan bakarak, adeta uzakta durup üstüne sıçramayacak bir mesafe ile değerlendirilmesinin de bir o kadar kınanacak ve ahlaki koşulları tartışılacak bir durum olduğunu tartışmak icap eder. Bunun kimlik, itikat, sosyo-ekonomik durum ve gelenekten aldığı epey yekûn tutacak gerekçe ve bahaneleri olmakla birlikte, şimdiki durum itibarı ile kabul edilemez olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü adil ve fıtri olan, yangın sırasında yargılamak değil, yangından “insan hayatını” ne kadar kurtarabileceği çabasıdır. Kürt meselesinde de gelinen nokta itibari ile Müslümanların genel fotoğrafı açısından hiç de iyi bir sicile sahip olmadıklarını bir özeleştiri olarak masaya koymak gerekmektedir. Bu kabul sadece Türkiye’ye mahsus değil, İslam Dünyası için de geçerli bir tespittir. İlgili bölge ülkelerinden tutun, ağırlıklı olarak Arap dünyasına varıncaya değin, bu sorundan haberdar bile olmayan, olsa da Amerikancı bakışla okuyan ve değerlendiren İslam dünyasıdır bu bahsettiklerimiz.

Çözüm noktasında Müslümanlar adına, piyasadaki mevcut öneri ve metodların dışında özgün ve adil çözüm olmaması da söylemek istediklerimizin açılımı noktasında önemli bir değer taşımaktadır. Meselenin insan ve hayatı ile alakalı oluşu zaten hem ontolojik/yaradılışsal hem de aksiyolojik/değer bilimi açısından İslam’dan bağımsız olmamasını gerektiriyor. Ancak bir meseleye getirilecek çözümün gerçekten “çözüm” noktasında (retorik olarak değil) özgün ve argümanter temelde İslami renk ve dokuya sahip olması gerekir ki bu “İslami çözüm” olabilsin. Mesele Müslüman sorunu değil adalet-zulüm bağlamında gerçekleşmiş Kürt sorunudur. Bu sorun Müslüman olmak ya da Müslüman pratiklerden de kaynaklanmış bir sorun da değildir. Yani emperyalizm tabiatı gereği bu sorunu burada oluşturmuş ve ardından rantını devşirmeye başlamıştır. Yani bir meseleye “İslami çözüm” demenin onu İslami kılıp kılmaması ne demektir, ya da geçekten “Kürt sorununa bir İslami Çözüm var mıdır?” sorusu öyle kolay geçiştirilecek bir soru değildir. Bir çözümü İslami ya da gayrı-İslami kılan şart ve unsurlar nelerdir? Ya da İslam’ın meselelere yaklaşımı bu düzeyde midir? Aynı şekilde Afrika’nın, Amerika’nın, Asya’nın hatta Avrupa’nın birçok yerinde böyle etnik temelli sorunlar yaşanıyor ve aynı emperyalist ve militarist yöntemler kullanılıyorken, buradaki “İslami çözüm”ü hangi argüman ve temellendirmelerle ortaya koyacağız. Birini bir mağduriyet ve zulümden kurtarmanın kendisi bizzat fıtri ve adil bir tavırken ve özünde insani-İslami iken bunu mensup olunan kimlikle alakalandırmak ya tribüne oynamak ya da ego-tatminden başka bir şey değildir. Dünyanın başka ülkelerinde Müslüman olmayan ve aynı sorunları yaşamış, bunun bedelini sünnetullah yasalarını doğru okuyarak çözmüş ülkelerin çözümü gayrı-İslami midir? O halde laf kalabalığı yapmadan çözüm konusunda yapılması gereken en önemli ve ilk adım onu ciddiye almak ve çözüm konusunda ideolojik perspektiflerden sıyrılıp sa’y-emek verilmiş, tefekkür edilip üzerinde kafa patlatılmış, ahlaki ve fıtri olan her şeyi dikkate alarak çözüm analizlerine “adalet” merkezli girişmektir. Bu tür ortak sorunlarda çözüm tekelciliği ancak çözümsüzlüğe katkı sunabilir, çözüme değil. Ben-merkezci bir kilitlenme hali ile meselelere tek pencereden düz bir mantıkla bakan ve emeği, ötekinin düşüncesini öteleyen bir zihniyet, aynı zamanda kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan zihniyetten farksızdır. Zira pratik bir soruna getirilecek çözüm, emek, tecrübe ve tarihsel birikimlerin ışığında ortak akılla çözülebilir. Peygamberlerin, bu ortak aklı harekete geçiren, marufu emreden ve barış/selam dilini kuran en sahici çözüm ustaları, en muhkem ahlak mimarları olduğu unutulmamalıdır.

Adalet duygusu, insanda mutlak değildir, ancak onun, içinde bulunulan koşullar içinde doğru bir karar ve haksızlığı gideren yönü ön plana çıkmaktadır. Yani geçmiş bir ortamda insanlar arasında yapılan bir uygulama adalete mutabık kabul ediliyorken o günün marufu olarak akla o geliyorken, bugün modern mülahazalarla bakıldığında kusurlu veya eksik olarak algılanabilmekte ve buna dair argüman bulmak da hiç o kadar zor olmamaktadır. O halde adalet pratik ve yaşanan ana müdahale ile ilgili aktif bir kavramdır. Bir sorun karşısında verilecek karar geciktiğinde ya da ertelendiğinde, başka bir dönem verilecek karar adalet adına da olsa, adaleti değil bir zulmü ifade edebilir. Amiyane tabirle “gecikmiş adalet, adalet değildir.” Bu yüzden adil olan öncelikle acil olandır da. Adalet kavramının, bütün dinlerin, özelde İslam’ın/Kur’an’ın omurga kavramlarından biri olduğu unutulmamalı ve bu kıstas hiçbir şart ve durumda ihlal/ihmal edilmemelidir. Kur’an’ın ifadesi ile kendimiz ve yakınlarımız aleyhine bile olsa. Kur’an’ın adalet ve buna bağlı olarak kullandığı kavramlar olan “qıst, seva, v.d” gibi kelimelerin Kur’an yekûnunda önemli bir yer tuttuğunu normal bir Kur’an okuyucusunun bile bilmesi izahtan varestedir. Adalet, hayati ve olmazsa olmazlarımız arasında değilse ve bunu davranışsal olarak temsil edemiyorsak kınadığımız ve zulümleri dolayısı ile kendilerine karşı mücadele sürdürdüğümüzü iddia ettiğimiz zalimlerden ne farkımız kalır. Bu konuda adaletli ve sorumlu bir konumda duramayan hiçbir konuda dürüst ve adil olamaz. Adalet, temel mihverimiz ve bizi biçimlendiren bilincimiz olmalıdır. Adalet, özünde öyle bir kavramdır ki; hiç kimsenin tarafında olmaz. Çünkü bir şeyin doğru-yanlışlığını ortaya koyan bizzat adaletin kendisidir. Adaletin tarafı olmaz, ancak adalete taraf olunur.

Kürt sorununa aşağı yukarı getirilmeye çalışılan çözüm öneri ve mantıklarını yukarıda ifade ettik. Tüm bu çözümler kabul veya reddedilebilir olduğu gibi kısa ve uzun vadeli de düşünülebilir. Ancak yaşadığımız ülkede sistem tarafından ve sistematik bir şekilde devlet politikası olarak uygulanan inkâr ve imha projesi, sadece Kürtlere yönelik tatbik edilmemiş, bunun yanında kendilerini kimlik olarak İslamî olarak ifade eden kesimlerle Alevileri, solcuları hatta ideolojik olarak düşünen milliyetçi kesimi de kapsamıştır. Tüm bunlar göz önüne alındığında çözümün de bu boyutta büyük düşünülmesi gerekmektedir. Her kesimin düşündüğünü ifade edecek ve inandığını yaşayabilecek çok geniş anlamıyla özgürlüklerin olduğu bir coğrafya için çaba sarf etmek daha mantıklı ve adil olsa gerek.

 

 

*Özgür-Der İzmir Şubesi’nin 20 Nisan 2008 Pazar günü İzmir’de gerçekleştirdiği “Kürt Sorunu ve Adalet” konulu panelde sunulan tebliğdir.

 

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum