1. YAZARLAR

  2. Sibel Eraslan

  3. Yedi kadın ve bir kapı...
Sibel Eraslan

Sibel Eraslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Yedi kadın ve bir kapı...

13 Eylül 2009 Pazar 00:42A+A-

İki ayrı ölüm listesi var elimde, sadece bu bile içler acısı değil mi? 1. liste: Nebahat Salkım, Nuriye Taş, Bircan Karataş, Özden Binal, Fikriye Özen, Altın Yüksek ve Mevide Kırcı… 2. liste: Güldane Çiftçi (22), Özlem Ünal (19), Nuriye Can(36), Nebahat Salkım(38), Bircan Karataş (22), Naciye Karadeniz (47), Altun Yüksek (46).

Erken saatlerde uyandılar. Aslında uyanıklıkları için tam olarak “erken” de denemez. Yani geç saatlerdeki vardiyalarında da uyanıktılar onlar... Gece ve gündüz çoktan karışmıştı birbirine. Bağlı oldukları kapitalist işletim çarkı içinde, akkor haline gelmişlerdi hepsi de… Atölyeleri, depoları ve antreleri aydınlatan floresan lambalar altında, sadece gece ve gündüzü değil, mevsimleri saymayı da çoktan bırakmıştı kadın işçiler... Çok şükür bir işleri vardı. Kimisi evlenecek yaşta, kimi nişanlı, kimiyse torun sahibiydi. Kimi İstanbul’a yeni göçmüştü, taşı toprağı altın denilen şehrin kabuksu ihtiyar sırtında, taze bir yosun gibi tutunmaya çalışıyordu… Kimi eve döndüğünde dışarıdan bitirmeye çalıştığı açık lise sınavlarına çalışıyor, kimisiyse liseli oğluna dershane parası biriktiriyordu. Bircan’ın ayakkabıları artık bir daha dönmeyeceği kapısının önündeydi...

Kadındılar...
İş dönüşü, ne kadar yorgun da olsalar, ortalığı toparlayıp, çamaşır asar, çay demler, pazara çıkıp alışveriş yapar, küpe çiçeğini sular, ayakkabıları düzeltip sıraya koyar, bakmaya fırsat bulamadıkları pencere camlarını siler, taşlığı ovar, saçlarını tararlardı…

Ekmek arslanın ağzında deseler de inanma! Ekmek arslanın midesinde! Her gün o aynı arslanın midesine doğru bir yolculuk… Oradan terli ellerinin tutabildiğince kopartılan bir dilim ekmek… Çok şükür girebildikleri bir iş vardı ya…

Tekstil firmasında çalışıyorlardı…
Fabrikanın ne ürettiğini bilmiyorum. Öğrenmek de istemedim. Acaba üstümde başımda o kadınların ürettiği bir şey var mı? Bir kazak, bir eldiven, çocuk çorabı, iç çamaşırı veya bir iplik parçası… Onlar üretir, biz giyeriz. Bu kadar basit mi? Aynaya baktığımda, üzerimde taşıdığım tüm giysilerden çamur sızıyormuş gibi geliyor. Yatak ıslak, yastık ıslak, başörtüm ıslak, bütün iplikler ıslak… Bu, başkasının ölümü mü? Islak kefen kokusu, üzerime yapışıyor. Onlarsa şimdi sadece birer dehşetli video görüntüsünden ibaret...

Yedi kadın ve bir kapı...
Kapı açılmıyor. Emekçilerin açmak için çırpındığı kapıya, bir dilim helal ekmek sıkışmış... Ne ekmek, ne kapı! Yol vermiyor...
Vesikalık resimlerinde hep gülümsemişler. Şimdi onları bütün Türkiye tanıyor. Beş dakika sonra unutacak olsak da, manşetlerde, yere yanyana dizilmiş üstü örtük fotoğrafları, bize neyi söylüyor? “Bu mezarda bir garip var”, onlar için mi yazılmış?
İftara kaç dakika kaldı? Orucumu açarken, ağzımda sel kumu çiğniyormuşum gibi geliyor… Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hakkını soran Kitap aşkına! “Gerçek burjuva sınıfı biziz” diyerek övünen muhafazakâr işadamlarının ihtişamlı iftar sofraları geçiyor sonra zihnimden... Yedi emekçi kadının bir türlü açamadığı o kapıdan, derin yarıklarla ayrılmış zenginlerle fakirler, bir resmi geçit halinde birbirine hiç değmeyen hayat öykülerini fısıldıyor... Zenginlerin sofrasından artanlar, fakirlerinkine hiç uğramadan suya sele karışıyor...
Selde boğularak can vermiş yedi kadın işçinin trajik hayat öyküsüyle tam bir yabancılaşma içindeyiz... Onlar üretir, biz giyeriz. Bu kadar basit mi?
Selde ölen o yedi emekçi kadının bir türlü açamadığı kapı… Kıyametin en büyük alameti, hatta kendisidir...
Bozulan klimatif denge, çarpık kentleşme, altyapı sorunu, ulaşım yetersizliği, işveren sorumsuzluğu... Hepsini sayabilirsiniz...
Ama kapitalizm denen vahşi sel, zengin ve fakir arasındaki giderek aşılmaza dönüşen duvar, adaletsiz gelir dağılımı... Gözardı edildiği sürece daha çok emekçi, daha çok kadın yaşamını yitirecektir... Asıl sel, asıl cinayet budur...
Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar...

 VAKİT

YAZIYA YORUM KAT