1. YAZARLAR

  2. BAHADIR KURBANOĞLU

  3. Ulusalcı Aklın İdlib ve Suriye Çelişkileri
BAHADIR KURBANOĞLU

BAHADIR KURBANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Ulusalcı Aklın İdlib ve Suriye Çelişkileri

10 Eylül 2018 Pazartesi 16:50A+A-

Meselelere gerçekçi, insani ve ahlaki bir bakış açısıyla yaklaşıldığında “Milli Menfaatler” denen olgunun aslında ümmetçi perspektif, vicdan ve akılla çelişmemesi beklenir. Lakin herkesin “milli menfaatler”den anladığı ve bunun çeperi farklı olunca istenen kıvam yakalanamıyor. Nitekim “reel siyaset” diye başlayan cümlelerin sahiplerinin çoğunun ya seküler itikadlara sahip ve meyilli olmaları ya da ahlak, basiret, siyasi strateji derinliği, diğergamlık gibi erdem ve olguları aynı potada buluşturamamaları, çözüm diye sunulan hususların gerçekliğe değil, duygulara, korkulara, düşmanlıklara ve sürreel beklentilere hitap eder hale gelmesine sebep oluyor.

Bunlar ya en baştan belirlenmiş ideolojik konumlanmayı koruma adına saçmalayıp vicdansızlaşanlardan oluşuyor ya da konjonktürel gelişmeler karşısında dümen kıranlardan.

İnsani dram ve ahlaki beklentiler bir yana, mesela CHP örneğinde de görüldüğü üzere AKP karşıtlığında konumlanan ulusalcı refleks Suriye’nin toprak bütünlüğünün Esed ile beraber korunması gerektiği, meşruiyetin Esed güçlerinde olduğuna vurgu yaparken; YPG/PYD’nin “kürt halkının bölgedeki haklarını savunduğu” ve “bir kurtuluş savaşı verdiği”ni ifade edebiliyor. Dolayısıyla meseleye çözüm odaklı değil, iç siyaset malzemesi olarak bakıyor. HDP’nin oy aldığı kitlelerin nefsine hoş gelecek bir söylem izlerken, bu söylemlerin aynı anda birarada olamayacağını, hem bölge gerçekleriyle hem de “milli menfaatler”le ne derece çeliştiğini göremiyor.

Öte yandan Perinçek ve Vatan Partisi’nin de Esed ile görüşüldüğü ve birlikte bir strateji izlendiği takdirde şapkadan tavşan çıkarırcasına sorunların çözümleneceğine dair “öngörüleri” adeta bölgedeki diğer aktörlerin ellerinin armut topladığı bir tabloya inanılmasının gerekliliğini izhar ediyor. Aslında mezkur kesimin derdi Esed falan da değil; sözde ABD emperyalizmi karşıtlığında Rus hattına şartsız koşulsuz teslim olmak. Bunun götürülerini ve çelişkilerini konuşmak zinhar yasak.

Dedik ya, insani, ahlaki, vicdani boyut şöyle bir kenarda dursun...

Rusya’ya Teslim Ol, “Tanrılar” Bizi Korur

İçlerinde en tutarlı olanlarının Perinçek cephesi olduğunu itiraf etmek gerek. Nitekim Miloşeviç’ler, Karadziç’ler döneminde bu yana, ulus devletlerin uluslararası “tasarruf hakları”na yaslanarak, eğer söz konusu bölgede (ki her ne hikmetse bu bölgeler hep müslüman halkların mezalim gördüğü coğrafyalar) ABD’nin plan ve projeleri varsa, Arap, Sırp, Rus farketmez diktatörlerin katliam özgürlüğünü savunduğu, daha doğrusu mezalimin görülmemesi için yüz yıllık ezberlerin devreye sokulması vakayı adiyeden. Bu coğrafyaların genellikle Rus-Çin hinterlandı olması asla tesadüf değil. ABD’nin el attığı atacağı coğrafyaların bu Avrasyacı güçler tarafından egemenlik alanı haline getirilmesinden rahatsız değil. Çünkü bu “tam bağımsızlık” öğretisinde ana eksen, -zaman zaman Atatürk’ten de örnekler serdedilerek-  sadece savaş zamanlarında değil, savaştan sonraki dönemlerde de egemen güçlerden birine yaslanmadan varolmanın imkansızlığı üzerine kurulu. Buradaki ulusalcılıkta bu güçlerin asla Türkiye aleyhine bir girişimde bulunmadığı/bulunmayacağı vehmi üzerine kurulu. Burada bir çelişki yok. Çünkü Türkiye bu hatta “tam teşekküllü teslim olursa” “tam bağımsızlığı”nı ve “milli menfaatlerini” de elde etmiş olmakta. Yani PKK/PYD/YPG güçleri ABD tarafından desteklendiğinde yapılan lanetleme ve bunun karşılığında Türkiye’nin bu bölgeye Rusya ve Esed ile birlikte ortak bir güç yoğunlaşması oluşturması teklifi; Rusya ve Esed’in PKK/PYD/YPG güçlerine verdiği desteği görünmez kılmak ve ABD tehdidi atlatıldığında kuzeydoğu sınırlarındaki devletleşme ve terör tehlikesinin de bu işbirliğiyle sona ereceği propagandası üzerine oturmakta.

Dedik ya; Bosna’daki yüzbinlerin katliamı, Rusya ya da Çin’de gerçekleşen mezalimlerin yegane sebebi ABD (ve ABD destekli cihadçı milislerden ötürü milyonlarca sivilin tavuk itlafi kadar bile konu edilmeye değeri olmaması) olduğu için, emperyalizmin bu türüne karşı mücadeleden daha kutsal bir ulusalcılık yoktur!

Her iki ulusalcılık türünün (CHP ve Vatan Partisi) yegane ortak yanı “cihadçı terörizm” karşıtlığıdır. Diktatörlerin ulus devletleri üzerindeki egemenliğinin de, emperyalizmin işgal yalanları ve bahanelerinin de yegane müsebbibi onlardır. Velev ki ülkelerinin çocukları/vatandaşları olsunlar, sürekli ABD-Batı ekseni tarafından aldatılmışlar ve başlarına gelenleri haketmişlerdir. (İran siyaseti ve medyasının da aynı manidar tespitlerde ortaklaştığı ve halkları da “terör” safında gördükleri hatıra gelmeli)

O yüzden “kimyasal silah” konusu da zinhar bir göç ettirme politikası falan değil, ABD ve Batı emperyalizminin müdahale retoriğidir. Suriye halkının yıllardır acılarını sarma yarışında olan Beyaz Miğferler gibi sivil oluşumlar da bu kimyasal meselesinde İngilizler tarafından kullanılmaktadırlar. Velev ki her türlü silahla bu insanların aileleri de rejimin ve müttefiklerinin saldırılarından nasibini almış olsun.

“İdlib’te Rejimle Birlik Olursak Mülteci Akını Olmaz” Safsatası

Bu ulusalcılık türüne göre İdlib’te rejimle birlikte hareket edilmelidir ki; ondan sonra Suriye’nin kuzeydoğusundaki “ortak tehdit” de elbirliğiyle bitirilsin. Rejimin İdlib hallolduğu takdirde Afrin ve El-Bab gibi bölgelere yönelecek olmasına dair tahliller, -Rusya’nın da tıpkı ABD gibi PKK terörüne verdiği desteğin görünmez kılınması gibi- yokmuş gibi davranılması ya da bizatihi rejimin yandaşlarıyla birlikte o hat üzerinde PKK/YPG’den de daha beter bir tehdit alanı oluşturacağı ihtimali konu dahi edilmez. Aristo’nun kemikleri bir parça sızlayacak ama artık galat-ı meşhur olduğu için kullanalım: Aristo mantığı gibi! Esed ile el sıkış, bütün kartlarını masaya koy ve “teslim ol” Peki ama kime? Esed falan değil mesele. Tarsus deniz, Lazkiye hava üsleri ve Suriye coğrafyasındaki tahkimatlarıyla Akdeniz havzasındaki varlığını, dolayısıyla süper güç olarak yeniden bölgeye konuşlandığını ilan eden Rusya’ya “amasız-koşulsuz” teslimiyet!

Yine bu ulusalcılık türüne göre, İdlib’te “ateşkes”ten söz etmemiz, teröristlerin diliyle konuşup İdlib’den gelecek mülteci akınını gözetmemek anlamına geliyormuş!

Oysa rejimle işbirliği ve teröristlerin bölgeden kovulması aynı zamanda göç korkumuzu da telafi edecekmiş! Bugüne dek hep diğer ulusalcı unsurlarla birlikte Suriyelilerin nasıl def edileceğine ilişkin projeler üretenlerin burada da gerçeklerle yüzleşme konusunda Suriye halkının serencamını zerre umursamadıkları ortada. Nitekim, Suriye’nin diğer bölgelerinde halka nasıl bir muameleyi reva gördüğü açık olan rejim ve yandaşlarının İdlib kendilerine “Altın tepside teslim edildiğinde” demografik değişim politikaları gereği halkın çiçeklerle karşılanmayacağı aşikar değil midir.

“Esed ile görüşelim”, “Cihadçıları sırtımızdan atalım” Korosu

Ne yazık ki ulusalcılar bu konuda yalnız değil ve Esed lobisinin sağcı, solcu, mezhepçi, laik taifesi yanında, iktidar medyasında da bu konu uzun süredir, önce alttan alta, bilahare stratejik derinlik tahlilleri eşliğinde neşvünema bulmakta.

Dedik ya; milyona varan sivil katliamları, işkenceler, göçler, insani ve ahlaki dramlar bir yanda dursun şimdilik...

Rusya ve İran’ın kendi savaşını verdiği, yurt dışından gelen askeri heyetlerin Rus ve İranlı yetkililerce karşılandığı Suriye coğrafyasında egemen bir yapı mı var, yoksa onun egemenliği statüsü üzerinden kendi çıkarlarını savunan güçler mi? Kırmızı halının üzerinde Putin ile birlikte yürüyemeyen bir adamla görüşmenin kaybettireceği ahlaki üstünlük bir yana, yukarıda sıraladığımız etmenler ışığında gerçekten “milli menfaatlere uygun” kayıpların telafisi mümkün olacak mıdır? Astana sürecinin iflasının görülmesi üzerine, Rusya ve İran’dan yana umutların iyice tükenmesinin ilacı bu mudur? Yoksa bu öneri, Suriye coğrafyasından elimizi eteğimizi çekip kendi kabuğumuza çekilmenin farklı bir itirafı mıdır?

Ulusalcı ya da milliyetçi-muhafazakar cenahtan gelen, Suriye halkını çatışan güçlerin insafına bırakma önerisi ile bu sayede terör tehditlerine karşı elimizin güçleneceği varsayımındaki ortaklık ne kadar da manidar!

Bu, insani-ahlaki-vicdani yönleri yok hükmünde olan bir varsayım; peki bu varsayımın “cihadçı alerji” dışında gerçeklerle örtüşen bir yönü var mı acaba? Bu, “artık bu coğrafyadaki yalnızlıktan kurtulalım, taraflardan birinin yamacında durumu idare edelim” yaklaşımının, bizi zaten itelemekte oldukları “Ortadoğu’yla ilişkilerinizi Suriye sınırından itibaren kesiyoruz” tehditleri savuran güçlere karşı bizi ikna edici bir güç kılar mı? Hani ne oldu 16 Nisan referandumundan ve 24 Haziran seçimlerinden önce atılan manşetlere, sloganlara? Güçlü, bölgesinde söz sahibi Türkiye böyle mi inşa edilecek? AB ile yeniden ilişki kuracak olan Türkiye, siyasi iddialarından vazgeçip, sadece ekonomik nutukların atıldığı bir tüccar devlet hükmüne mi girecek? Bu halimizle inandırıcı bulunacak mı? Yoksa bu parlak “çözüm önerileri” zaten inanmadan söylediğimiz lafların hiçbir önemi yok mu? Bu, sadece “küçük olsun bizim olsun, bizden sonra da tufan” psikolojisi mi? Allah’tan hükümeti yönetenler kendilerini desteklediklerini zannettikleri “analiz üstadları” gibi düşünmüyor ve davranmıyorlar! Allah’tan bu konudaki vicdan ve vizyon sahipleri sonuna kadar direneceklerine dair işaretler veriyorlar. Nitekim bu işin sonunda kaybetsek bile, en azından Ümmete vereceğimiz bir hesabımız olur. Sadece Suriye halkına ve ümmete yalnız olmadıklarını hissettirmek bile bu süreçte ciddi bir başarı olarak görülecektir.     

Hazır Ekonomik Kriz Varken “Suriyelileri Def  Edelim” Teklifleri

Bu mesele apayrı bir yazının konusu olarak ele alınmayı haketmekte. Nitekim sadece nefret suçu işleyenler açısından değil, kendilerini “biz de Hatay gibi bölgelere ellerimizle yardımlar götürdük” ve “elbette bu tahlillerimiz bütün Suriyeliler için geçerli değil” dedikten sonra içlerindeki zehri akıtan iktidara yakın medya mahfillerinin tekliflerine ilişkin söylenecek çok şey var.

Devlet Bahçeli’nin Suriyelilerin geri döndürülmesine ilişkin sözlerini “üslup üstadlığı” seviyesinde görüp, girişilen milli ittifaktan da cesaret alıp “milli menfaatlerimiz” gereği bunun kaçınılmaz olduğunu ispata çalışanların düştüğü durum hakikaten içler acısı. Eğitimden, ekonomiye, entegrasyondan sosyal sorunlara kadar hiçbir araştırma takibine ve analizine mahal bırakmadan üzerine atlanılan bu teklif meselesi, medyanın da aslında bu konularda ne derece bilgisiz ve katedilen mesafeleri anlama hususunda umursamaz olduğunu göstermekte. Tabii hepsinden önemlisi, milliyetçi muhafazakar reflekslerle ulusalcı ideolojik yaklaşımlar arasında ipince bir sınırdan başka bir farkın da olmadığını resmetmekte.

Bunlardan, yukarıda aktardığımız sözleri sarfeden biri, Türkiye gazetesindeki bugünkü yazısında “suça karışan Suriyelilerin ülkelerine gönderilmesi” parlak teklifinde bulunabiliyor mesela. Yardımlar da götürdüğünü ifade ettiği Hatay bölgesinde halkın kendisini irşad ettiğinden bahisle, şikayetlerin çözümünü burada bulmuş beyefendi!

Neymiş; “Buraların sahibi biziz!” diyorlarmış Hatay’da. Adam ülkesinden kaçıp gelmiş ama Hatay için “burası bizim” diyormuş. Güler misin ağlar mısın. Yazarımız da ciddiye almış bu rivayeti, “meczup” ya da “acaba Esedci midir?” deyip geçmemiş yani. Çünkü önemli olan burada Suriyelilerin ne de beter ve çekilmez hale geldiğini ispat!  

Bu tür örnekler de seküler ulusalcılık ya da milliyetçi muhafazakarlığın sadece zihinlere değil, vicdanlara da nasıl sınırlar çekmekten imtina etmediğinin bir göstergesi. Gayrı ahlakiliğinin üzerine ektiği çelişkisi de cabası: Suriyelilere ilişkin bu öneri mesela Hollanda’daki Türkler için zikredilseydi, “ırkçılık”, “ayrımcılık” diye ünleyeceklerinden şüphemiz olmasın.

Bu konu geniş vecheleriyle ele alınmayı hakediyor. Çünkü bırakalım insani, vicdani, ahlaki yönlerini, farklı katmanlardan mültecilerin ülkeye yaptıkları katkılara ilişkin bilimsel çalışmalar bile maalesef bu mahallede de çok az ilgi gördü. Bu tarz çalışmalar hep muhalefetten hükümete bir saldırı söz konusu ise lojistik malzeme hükmünde değerlendirildi. Ülke gerçeklerine ilişkin, mesela orta sınıf Suriyelilerin ara eleman ihtiyacının karşılamaları ya da Şam, Halep merkezli ihracat firmalarının İstanbul’a yerleşip bizlerin uzanamadığı bölgelere gerçekleştirdikleri üretim-ihracat faaliyetleri ile milyarlarca doların ülkeye akmasını sağladıkları gerçekleriyle nadiren ilgilendiler.

Bu konulara ilişkin ekonomi verilerinin değerlendirildiği bilimsel bir toplantıda, İhvan’a yakınlığıyla bilinen bir şirketin yönetim kurulu başkanı, Mısır vb. İslam ülkelerinden bu tarz yatırımcıların, aslında tüm sermayelerini de açık etmedikleri, riskli ülkelerden ziyade farklı ülkelere sermayelerini serpiştirdikleri, Türkiye’nin daha güvenli bir ortama kavuşması halinde ülkeye yapacakları yatırımların artacağına ilişkin bir tespitte bulunmuş ve ticaret odası verilerini de o ortamda paylaşmıştı ki, halihazırda bile bu şirketlerin her yıl Türkiye’ye ortalama 25 milyar dolar civarı bir gelir sağladıklarından bahsetmişti. (Bu noktada aklımıza hemen harcadığımız iddia edilen 40 milyar dolar gelmekte. İktidar cenahı övünmek, muhalefet cenahı ise eleştirmek için bu veriyi kullanmakta. Bu gerçekliği son derece sorunlu ve ispata muhtaç hayali bir rakam üzerinden tartışma yapacağımıza, kamuoyunda çok bilinmeyen bu somut getiriler ve faydalara ilişkin veri araştırmaları sadra şifa olacaktır) 

Tabii ki konumuz sadece ekonomi ya da kalifiye eleman meselesi değil ama itikadları bu konuları kavramaya yetersiz olanlara ve anti-propagandistlere ilişkin bu verilerin de ortaya konması şart.  Zira halkın “ekmeğimize ortak oldular” şeklinde serdettiği şikayet ne kadar irrasyonel ise, irrasyonel propagandaların bu ulusalcı ve milliyetçi-muhafazakar güruhlarca beslendiği unutulmamalı.

Mülteci karşıtlığını protestoda hala maalesef onbinleri meydanlarda toplayabilen bir Alman toplumu kadar olamadık. Hiç olmazsa, mülteci düşmanlarının dün Dera, Humus, Ğuta, Halep, bugün ise İdlib konusundaki psikolojik harekatlarına karşı, hem bilgi hem de ahlaki netlik açısından donanımlı ve hazırlıklı olalım. 

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum