1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Ruslara kalsa İstanbul'u bile isterler
Ruslara kalsa İstanbul'u bile isterler

Ruslara kalsa İstanbul'u bile isterler

Derin Tarih dergisi, Rus kimliğinin inşasından Altın Orda Devleti’nden Osmanlı-Çarlık ilişkileri ve Rus yayılmacılığının kodlarına kadar merak edilen pek çok meseleyi Kırım tarihi uzmanı Prof. Dr. Hakan Kırımlı ile konuştu.

27 Şubat 2022 Pazar 18:01A+A-

Prof. Dr. Hakan Kırımlı ile Derin Tarih, Ocak-2016 sayısı için Munise Şimşek ve Olcay Can Kaplan bir röportaj gerçekleştirdiler. Röportajı önemine binaen iktibas ediyoruz:

Ruslar kimdir? Rus kimliği nasıl inşa edildi?

Rus dediğimiz halk Doğu Slavların en kalabalığıdır. Ama “Rus” kelimesi Slavcadan gelmiyor. Bu sözün, 9. yüzyılda Doğu Slav halklarının yaşadığı bölgeye yani bugünkü Ukrayna, kısmen Belarus ve Rusya’nın Batısına -elbette ki bugünkü büyük Rusya coğrafyasına değil- hâkim olan Viking kabilelerinden birinin ismi olduğu biliniyor. “Rus” adlı bu Vikingler yerli Slav halklarını kontrol ederek prenslikler kurdular. Zaman içinde yerli halkla karışan Vikingler isimlerini de bu topluluklara verdiler. Dolayısıyla eski doğu Slav ahalisi yahut kadim Ruslar sadece bugünkü Ruslar değildir. Ukrain ve Belarus halkları da aynı tarihî kökene dayanır. Hatta o kadim Rus Prensliğinin güçlü olduğu yer Kiev’dir ki, burada Ukrain halkı yaşamaktadır.

Bugünkü Rusya Devleti’nin ortaya çıkışı çok uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Kadim Rus prenslikleri, ortaya çıkışlarından itibaren, Karadeniz’in kuzeyine hâkim olan Türk kavimleriyle yakın ilişkiler kurdular. Başlangıçta Hazarların hâkimiyeti altında kaldılar. Hatta Hazarları yenen ilk Rus Prensi Svyatoslav, bağımsızlığının sembolü olarak Türkçe “Kağan” unvanını kullanmıştı. Karadeniz’in kuzeyindeki muazzam stepler çok eski devirlerden beri Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Oğuzlar ve Kıpçaklar gibi Türk kavimlerinin hâkimiyetinde kalmıştır. Eski Ruslar, 9. asır sonrası dönemde sayısı zaman zaman değişmekle beraber, 10-12 knyazlık (prenslik) halinde yaşadı. Dolayısıyla Türk kavimleriyle sonradan Rus, Ukrain ve Belarusların içinden teşekkül edeceği kadim Rus halklarının tarihi iç içe geçmiştir. Aslında bu halkların münasebetleri, Osmanlı-Rus ilişkilerinin kurulmasından en az 800 sene evvel başlamıştır. Doğu Slavların, bu meyanda Rusların en önemli destanı İgor Bölüğü Destanı’dır ve 12. asırda İgor isimli bir prensin Kıpçaklara esir düşmesini anlatır.

Rusların Hıristiyanlığı seçmelerinin bölgede etkili olmalarında payı var mı?

Tabiî ki Hıristiyanlığın etkisi çok büyük. Şunun altını tekrar çizmek isterim ki, bahsettiğimiz kadim Ruslar bugünkü Ruslar değildir. Kadim Rusların Hıristiyan olması doğrudan Bizans’la bağlantılıdır. Hıristiyanlık öncesinde onlar varlıklarını esas olarak ormanlık arazide sürdürüyorlardı. Böylelikle steplerdeki tehditten uzak durmaya çalışıyorlardı. Kadim Rusların Hıristiyanlığa geçişiyle ilgili kendi kroniklerinde geçen klasik bir hikâye vardır: Knyaz (Knez) Vladimir yahut Volodimir (ki yüzlerce cariyesi olup pek de Aziz tipine uymayan biridir) makul bir dini kabul etmenin diplomatik açıdan faydalı olacağını düşünür. Semavî dinleri araştırmaya başlar. Önce İslamı anlatması için İdil (Volga) Bulgarlarından bir molla çağırtır. Onu dinlediğinde İslamiyet hoşuna gider ve Müslüman olmaya karar verir. Ancak içkinin yasak olduğunu duyunca, “Biz içkisiz yapamayız” diyerek imamı geri yollar. Almanlardan, -Roma Katolik Hıristiyanlığından diyelim- papazları dinler, fakat onları da çok sıkıcı bulur. Sonra Konstantinopolis’e iki adam gönderir. Bu vekiller Ayasofya’yı görünce hayran olurlar. Ortodoksluğu öğrenirler. Gelince hayranlıklarını prensleriyle paylaşırlar ve böylece Ruslar Bizans’ın dinine girerler. Bu sadece Hıristiyan olmak anlamına gelmez, Bizans oryantasyonuna da girmiş olurlar. Türklerin Müslümanlaştıktan sonra Araplarla kurdukları kültürel bağları gibi Ruslar da Grek kültürüyle hemhal oldular. Bugün kullanılan Kiril alfabesi de Bizans’ın Slavlar için oluşturduğu bir alfabedir. Grek kültürü Rus halklarının en önemli değerlerinden biri haline geldi. Bir taraftan da Katolik dünyasına karşı keskin bir çizgi çekildi.

Moğolların bu coğrafyaya gelmesi ne tür sonuçlar doğurdu?

1240’ların başlarında Cengiz Han’ın kurduğu imparatorluk Macaristan’ın içlerine kadar ilerlemişti. Cengiz Han aslen Moğol bir kabile reisiydi ama ordusunda Moğollardan çok daha fazla sayıda Türk ve/veya Müslüman unsurlar da vardı. Cengiz Han’ın tarihte benzeri görülmemiş genişlikteki imparatorluğu 50 sene geçmeden fiilen dörde bölündü. Bunların en kuvvetlilerinden olan Altın Orda, Deşt-i Kıpçak’ı, Rus ülkelerinin tamamını, kuzey Balkanları, Türkistan’ın kuzey kesimlerini ve Kuzey Kafkasya’yı hâkimiyetine alan başlı başına muazzam bir imparatorluktu. İdil (Volga) Nehri üzerindeki Saray, başşehirleriydi. Altın Orda teşekkülünden 50 sene geçmeden tamamen Türkleşip Müslümanlaştı. (Unutmadan söyleyeyim: Cengiz Han’ın sikkeleri de Arapçadır. O Müslüman değildi ama bütün paralarının üzerinde “La İlahe İllallah” yazılıydı.) Altın Orda’nın Kıpçak Türk ve Müslüman olan aslî halkına da Hıristiyanlar ve Araplar “Tatar” adını verdiler ve bu tabir yerleşip kaldı. Kısacası, Rus toplulukları tam 200 sene Altın Orda, yani Müslüman ve Türk hâkimiyetinde yaşadılar. Bugün Türkçe asıllı kelimeleri Rusçadan çıkarırsanız bu dil en önemli kelimelerinden mahrum kalır. Bakın “Kremlin” kelimesi dahi Kıpçak Türkçesi “kermen” (kale) sözünden gelir. Rusların para manasına gelen deneg/dengi kelimesi Altın Orda para biriminden gelir. Hâlâ onu kullanıyorlar. Böyle sayısız kelime var bugün.

Bu ortamda Moskova Knyazlığı nasıl sivrildi?

12. yüzyıla geldiğimizde Kiev ve Vladimir gibi knyazlıklara kıyasla Moskova Knyazlığı küçük ve önemsizdi. Ancak ilginç bir şekilde yükselen, Moskova oldu. Altın Orda Hanları o bölgeden toplanacak asker ve vergileri kendilerine en büyük sadakati gösteren ve bu sebepten en güvendikleri prensliğe, yani Moskova’ya bırakmışlardı. Bu sebeple Moskova’nın yükselişi ve Rus knyazlıkların en güçlüsü haline gelmesi tamamen Altın Orda’ya bağlıdır ve Altın Orda’nın böyle olmasını istemesinden kaynaklanmıştır. 200 yıl İslâm ve Türk hâkimiyetinde yaşayan Ruslar Altın Orda tarafından Müslüman yapılmadıkları gibi, paradoksal bir şekilde içlerinde Hıristiyanlaşma arttı. Zira Altın Orda hanları Ortodoks Kilisesi’ni himayeleri altına almıştı. Arkasına bu gücü alan Kilise’nin henüz Hıristiyanlaşmamış Slav topluluklarını Hıristiyanlığa dâhil edebilmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. Başta bugünkü Rusya’nın içinden doğacağı Moskova olmak üzere bütün Rus knyazlıkları mutlak olarak Altın Orda Hanı’nın hâkimiyeti altındaydı. Rusların dil ve kıyafetlerinde Şark kültürünün izleri açıkça görülür. 16. yüzyıl Rus miğferlerinde Kur’an ayetleri dahi görülürdü. Bu bir anlamda tamamen kültürel bir geleneğin yahut modanın tezahürüdür.

“Rus’u kazırsan altından Tatar çıkar” sözü doğru o zaman?

Tabiî ki doğru. Ruslar üzerindeki hâkimiyeti 15. asrın sonlarına kadar devam eden Altın Orda İmparatorluğu parçalanınca yerine Kazan Hanlığı, Kırım Hanlığı ve Hacıtarhan (Astrahan) gibi devletler kuruldu. Onlar birbirleriyle savaşırken Moskova Knyazlığı da diğer Rus prensliklerini yuttu. Çok ilginçtir ki, Altın Orda bu Rus prensliklerinin hiçbirisini ortadan kaldırmamış, knyazlarını kendisi tayin etmekle birlikte onları iç işlerinde serbest bırakmıştı.

Yani Altın Orda asimilasyon yapmadı…

Hayır, kesinlikle hiç yapmadı. Yapsa Rusların yerinde bugün yalnızca sarışın mavi gözlü Müslümanlar olurdu. Ancak Rusya Altın Orda topraklarını hâkimiyeti altına alınca tam tersini yapacaktı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: 14. yüzyılın en kudretli devleti Altın Orda idi. Gelin görün ki şu an Saray şehrinin izi bile kalmamıştır.

Şu halde dünya tarihleri Altın Orda’ya hak ettiği yeri vermiyor, öyle değil mi?

Evet, bu çok büyük bir problem. Bırakın zikrettiğimiz muazzam toprakları, bugün Macaristan dediğimiz yer 10 yıla yakın, Bulgaristan ise 100 yıl Altın Orda hâkimiyetinde bulunmuştu. Altın Orda İpek Yolu’nun büyük kısmını doğrudan kontrol ettiği için muazzam bir ekonomik güce ulaşmıştı. Altın Orda Mısır’daki Kıpçak Memlûklerle de çok yakın ilişki içerisindeydi. Altın Orda’nın ne olduğunu görmek için İbn Battuta’yı okumak yeterli. Çünkü o dönemde dünyanın bütün şehirlerini gezmişti. Saray şehrini Konstantinopolis’le, Bağdat’la, Kurtuba’yla, Şam’la, Mekke ve Medine’yle, Çin’le mukayese ederek, “Ben böyle bir şehir görmedim” diyor. Ama bugün bu şehirden toprak üstünde bir parça taş bile bulamıyoruz. Kazılar yapılıyor ama yeterli değil. Saray, yüzlerce yıl sonra bile efsane olarak anlatılan bir şehir. Altın Orda devrinde kurulan sayısız cami, medrese, imaret ve diğer bayındırlık eserleriyle bezenmiş ve özellikle aktif ticaretle büyük refah seviyesine ulaşmış olan Eski Saray, Macar, Solhat (Eskikırım), Bulgar ve başka şehirler vardı.

Bazılarının dediği gibi o dönemi üstünkörü “Moğollar geldiler, yaktılar, yıktılar, taş üstünde taş bırakmadılar” şeklinde anlamak tarihî hakikatlere uygun değil. Altın Orda bugün de hâlâ düşmanlarının çizdiği ilkel sterotiplerle biliniyor. Batılı tarihçiler Altın Orda’yla sadece Rusya ile ilişkisi itibarıyla ilgileniyor, onun asıl kendi yapısını ve tarihini bir kenara bırakıyorlar. Oysa Rus ülkeleri Altın Orda hâkimiyetinin kenarındaki bölgelerden başka bir şey değildi. Altın Orda’nın oryantasyonu ve dikkatini verdiği yön iktidar mücadelelerinin yaşandığı İdil (Volga) boyu ile onun güneyi ve doğusuydu. Öte yandan, Altın Orda tarihi anlaşılmadan Rus tarihi kesinlikle anlaşılamaz. Altın Orda tarihi Rus tarihinde bir parantez falan değildir. Rus resmî ideolojisinde her zaman öyle gösterilmeye çalışıldı, ama gerçeğin hiç de böyle olmadığını görüyoruz.

Altın Orda’nın parçalanmasından sonra Rus prensliklerinin akıbeti ne oldu?

Altın Orda yıkılınca mirasçıları olarak Kırım, Kazan ve Hacıtarhan (Astrahan) gibi hanlıklar ortaya çıktı. Meselâ Kırım Hanlığı diyoruz ama onlar kendilerini her zaman “Uluğ Orda” yani Altın Orda’nın ta kendisi olarak adlandırdılar. Aslında Ruslar da başlangıçta bu hanlıkları öyle görüyorlardı. Ancak artık birden fazla Altın Orda olduğu için Moskova’nın hangisine tâbi olması gerektiği yahut bunların aralarındaki çekişmelerden Moskova’nın nasıl yararlanabileceği meselesi ortaya çıktı. Nitekim bazen o, bazen de bu ata oynayarak Moskova Knyazlığı aradan sıyrılmayı başardı, hatta sonunda bağımsızlığını elde etti. Nihayet 16. asırda Ruslar Kazan ve Hacıtarhan Hanlıklarını yuttular.

Bu kimsenin öngörebileceği bir şey değildi. Artık işler tersine dönüyordu. Yine de, artık Rusya olarak adlandırabileceğimiz Moskova 18. asra kadar kesinlikle Kırım Hanlığı’ndan güçlü değildi ve ona haraç ödemeyi sürdürüyordu. Ruslar Osmanlılarla ilişkilerini de 17. yüzyıl sonlarına kadar tamamen Kırım Hanlığı üzerinden kurdular. Osmanlılara ilk defa Moskova’dan elçi gelmesi 1492 yılında olmakla birlikte, bütün Rus elçilerinin önce Kırım Hanlığı’na ve oradan İstanbul’a gönderilmesi kaideye bağlanmıştı. Moskova’nın Osmanlı ile doğrudan ilişki kurabilmesi ancak 1681’deki Bahçesaray Anlaşması ile mümkün olmuştur.

Bazı tarihçiler Rusya’nın güçlenmesinin nedenini Timur’un Altın Orda’yı yıkmasına bağlıyorlar. Bunun Rusların güçlenmesinde payı var mı hakikaten?

Bu yaygın bir iddia. Timur zamanını hatırlayalım. Rusya Knyazlıklarını kim biliyordu? Adları bile anılmıyordu. Timur’un meselesi Altın Orda Hanı Toktamış ile idi. Bu bir aşk-nefret ilişkisi. Çünkü Toktamış Han’ın başa geçmesinde Timur’un birinci derecede rolü vardı. Ancak bir Türk olan Timur, Cengiz soyundan gelmediğinden olağanüstü kudretine rağmen hanlık meşruiyetine sahip değildi. Bu sebepten hiçbir zaman ‘Han’ unvanını kullanamamış, ancak ‘Emir’ payesini taşımıştır. Bu sebeple, Cengizli hanedanı mensubu olan Toktamış Han ona tâbi olmayı kabul etmemiştir.

Bu sırada Rus Knyazlıkları Timur’un umurunda değildi, esasında kimsenin umurunda değildi! Çünkü dediğim gibi Altın Orda’nın asıl iktidar arazisi İdil boyuydu. Hanlar İdil boyu, Kırım ve Harezm’e yönelirdi ve buralardaki gelişmelerle ilgiliydi. Rus knyazlıkları ise iktidar arazisi dışında yaşıyorlardı. Timur’un Rus knyazlıklarının yüzyıllar sonra çok büyük devlet olacağını öngörmesi mümkün değildi. Biri bunun olacağını söylese ona deli muamelesi yapılırdı. Bugün biri meselâ “Slovakya dünyayı ele geçirecek” dese, nasıl tepki gösterirsiniz? “Ürdün dünyayı işgal edecek, tedbir alın” desek, bize ne derler? Geleceği öngörmek mümkün değil. 14. asırda Rusların büyük bir devlet kuracakları şeytanın bile aklına gelmezdi. Timur’un o günlerde Rus knyazlıklarının tam olarak nerede olduğunu bildiğinden bile pek emin değilim. Bu sebeple yüzyıllar sonra Moskova’nın yükselmesinden bu mânâda kimse sorumlu tutulamaz.

Doğrudur, Timur istilâsı ile Altın Orda büyük darbe almış, en önemlisi de Kıpçak Steplerinde muazzam araziler boşalmıştır ki, bu durum sonraki gelişmelere zemin hazırlamıştır. Ancak Altın Orda’yı Timur’dan öncesinde de sarsan birçok hadise var. En önemlisi 14. asrın ortasında çıkan veba salgını. Oradan Avrupa’ya geçmiş ve nüfusunun yarısını yok etmiştir. Böyle muazzam bir katliamı hiçbir savaş yapmadı. Bir de 14. yüzyılın ikinci yarısında Altın Orda’da kanlı taht kavgaları ve istikrarsızlar yaşanıyor. Timur da o sebeple devreye girmişti zaten.

Öyleyse Rus yayılmacılığını Altın Orda’nın yıkılışından başlatmak gerekiyor…

Yayılmayı bırakın, gerçek mânâda varlığını bu yıkılışla elde etti diyebiliriz.

Moskova Prensliğinin yükselmesi bölgedeki Türk hanlıklarının kaderini nasıl etkiledi?

1550’li yıllarda Moskova Knyazlığı IV. İvan (Korkunç İvan) zamanında hem Kazan Hanlığı’nı, hem de Hacıtarhan (Astrahan) Hanlığı’nı yuttu. Yutmakla kalmadı, ilk defa İdil (Volga) boyuna indi. Volga boyu denilince bugün akla doğrudan Rusya geliyor. Hâlbuki 16. yüzyılda ve öncesinde orası Müslümanlık ya da Türklük ile özdeşleşmişti. Moskova Knyazlığı Kazan Hanlığı’nı aldıktan sonra Kazan’ı yerle yeksan etti.

 

Kazan dünya güzeli, benim âşık olduğum bir şehirdir. Lakin pek yazık ki, bugün orada Kazan Hanlığı’ndan ayakta kalmış -kazılarla çıkarılan bazı kalıntılar hariç- hiçbir şey bulamazsınız. Herkesin bildiği Süyümbike Minaresi’nin de mevcut haliyle Kazan Hanlığı’ndan kaldığı şüphelidir. Moskova deyince aklınıza önce Kızıl Meydan’daki Aziz Vasiliy (Vasiliy Blajennıy) Katedrali gelir. Bu ünlü mabed Kazan’ın Korkunç İvan tarafından alınması üzerine 1555-61 arasında yaptırılmıştı. Sekiz kulesi vardır. Bu sekiz kulenin Kazan’daki Kul Şerif Camii’nin sekiz tane olduğunu bildiğimiz minarelerine nispetle böyle yapıldığı, hatta ona benzetilerek inşa edildiği söylenir. Acaba Rusya hâkimiyeti altında yıktırılmış olan Kul Şerif Camii buna mı benziyordu? Bilemiyoruz, çünkü camiye ait tek bir resim yok.

 

Rusların tarihini kazıdığımızda altından İslâm çıkar ve bu Rus şovenistlerinin ve resmî ideolojinin hiç hoşuna gitmez!

Ruslar için Kazan’ı almak çok önemliydi öyleyse.

Nasıl önemli olmasın? Tatar dedikleri adamlar yenilmez olarak görülüyordu. Onların başşehrini ele geçirmek Ruslar için ancak bir rüya olabilirdi. Bu olay onlar için Fatih’in Konstantinopolis’i alması kadar önemliydi. Emin olun sembolik mânâsı da çok büyüktü. Bu olaydan sonra tarihteki roller değişiyor.

Kazan’da öyle bir katliam süreci yaşandı ki, bırakın 16. yüzyılı, 18. asrın sonlarına kadar Kazan Müslümanlara yasaklandı. Ancak 18. yüzyılın ikinci yarısında II. Yekaterina zamanında Kazan’da ilk caminin yapılmasına izin verildi. Bu iki yüzyıl içinde cebrî Hıristiyanlaştırma çok oldu. Ayrıca Altın Orda’daki taht mücadelelerinden Rus knyazlıklarına kaçanlar da zaman içinde Hıristiyanlaştılar.

Rus asilzadelerinin pek çoğunun ceddi Müslümandır. Mimar Sinan’ın aslının Hıristiyan olmasının hatırlatılması nasıl birilerinin işine gelmiyorsa, bu gerçek de şovenist Rusların hoşuna gitmez. Hiçbir Rus Turgenyev’in soyadının Kıpçak Türkçesindeki “turğan” kelimesinden yani Türkiye Türkçesindeki “durmuş”tan geldiğini kabullenmek istemez. Yine Rahmaninov’un soyadının “Rahman”dan geldiğini çoğu adam aklına bile getirmez. Pan-Slavizmin babaları diyebileceğimiz Aksakov kardeşlerin soyadına bakmak bile yeter. İslâm ile Rus kültürü sanıldığından çok daha fazla iç içe girmiştir. Bu coğrafyada Türk kanı taşımayan Rus bulmak kadar Slav kanı olmayan Türk bulmanız da çok zor.

Moskova Knyazlığı meşruiyetini nelere dayandırdı?

Çarlık 16. asırda ortaya çıktı. Avrupa geleneğinde bir Batı Roma, bir de Doğu Roma tacı vardı. İstanbul’un fethiyle birlikte bir tacın sahipsiz kaldığı inancı yayıldı. Moskova da münhal kalan tacın –yegâne bağımsız Ortodoks devleti olması hasebiyle- kendi hakkı olduğunu iddia etti. Roma’ya dayanarak “sezar” kelimesinden bozma “çar”ı (aslı “tsar”) kullanmaya başladı. Üçüncü Roma olduklarını iddia etti. Ama o dönemde kimse bu söylemleri ciddiye almadı.

Ruslar bölgede kalıcı olmayı nasıl başardılar?

Rusya doğu ve güneyde Türk ve Müslüman devletlerin birbirleriyle savaşmasından, batıdada Lehistan-Litvanya’nın gerileme sürecine girmesinden faydalanarak gücüne güç kattı. Yeni topraklar ele geçirdi. Nüfus artışını olumlu yönde kullanmaya yönelik bir iskân politikası geliştirdi. Rusları bu bölgede kalıcı yapan unsur uyguladıkları iskân politikasıdır. Türk/Müslüman devletleri arasındaki savaşlarla boşalan stepler onların önünü açmıştır diyebiliriz. Tabiî Kırım Hanlığı dışındaki diğer hanlıkların göçebe kuvvetlerini yeteri kadar yerleşik hayata geçirememeleri de Rus politikalarının başarısını arttıran diğer bir faktördür. Özellikle I. Sahib Geray Han Kırım’da tabiri caizse sopa zoruyla Kıpçak kabilelerini yerleşik hayata geçirdi. Böylece yerleşik hayata geçenler yerli halkla da karışarak bugünkü Kırım Tatarlarını meydana getirdiler. Yoksa Deşt-i Kıpçak’ın kaderi Kırım için de geçerli olacaktı.

Yayılma ve işgaller sırasında Rusların motivasyonunu sağlayan nedir?

Tıpkı Müslümanların gaza anlayışı gibi onlar da Hz. İsa’nın bayrağını yüceltmek iddiasıyla yapıyorlardı bu istilâları. Çeşitli nedenlerle nüfus kaybeden stepleri serflerle ve diğer unsurlarla doldurmayı başaran Ruslar hem bölgedeki nüfus dengesini dönüştürdüler, hem de geleceğe dönük Ruslaştırma politikalarının temellerini attılar. 16. yüzyıl sonlarında Moskova Knyazlığı ile Kırım Hanlığı arasındaki sınır Moskova’nın 100-200 kilometre güneyindeydi.

Fantezi gibi gelebilir bu söylediklerim, ama hepsi tarihî hakikattir. Ön karakol/garnizon olarak kurdukları birimleri besleyebilmek için kim ile mümkünse iskân ettiler. Sürekli bu ön karakolları bir adım, bir adım daha güneye ve doğuya taşıdılar. Yayılmaları esas olarak böyle oldu. Böylece bölgedeki nüfus tedricî olarak Türkler aleyhine değişti. Bugün Kırım gibi kadim bir Türk ülkesini bile Rusya’nın vazgeçilmez ve tarihî toprağı olarak sunulduğunda dünyada ve Türkiye’de pek çok tarih cahili bu masalı yutmakta zorlanmıyor.

Rusların yükseldiği dönemde Osmanlı Devleti çok güçlüydü. Peki, Osmanlı Rusya’yı önemsemedi mi?

1699 Karlofça Antlaşması’na kadar Lehistan-Litvanya, 1700’deki İstanbul Anlaşması’na kadar da Rusya Kırım Hanlığı’na resmen haraç ödemekteydi. Devletlerarası hiyerarşiyi göstermek için söylüyorum bunları. Osmanlı Devleti’nin temel kaygıları Habsburglara ve Safevîlere yönelikti. Onlar için henüz Rusya’nın dış siyaseti önemli değildi. Daha önce vurguladığım gibi Osmanlı uzun süre Ruslarla ilişkiyi Kırım Hanları üzerinden kurmuştur. Kırım Hanları da Rus bölgesini âdeta bir tarla olarak görüyorlardı. Hasat toplar gibi her yıl sefere çıkarak ganimet ve esir topluyorlardı.

Fakat 18. yüzyılın başında II. Devlet Geray Han, Rus tehlikesini fark etmiştir. Onun, “Bunlara dikkat etmezsek yarın Kırım’ı bile kaybedebiliriz” ifadesi çok önemlidir. İstanbul bu cümleyle ilgilenmedi. Hatta Osmanlı ricalinden (aynen bugün bazılarının Türkiye’de dedikleri gibi) bu ifadelerin abartılı olduğunu, Kırım Hanı’nın kendi menfaatini gütmek için Rusya ile Osmanlıların arasını bozmaya çalıştığını iddia edenler çıktı. Karadeniz’in kuzeyi o zamanlar Osmanlı Devleti’nin ilgisinin birinci derece odaklandığı yer değildi. Rusya adım adım ve gayet sistematik olarak güneye ilerlerken Kırım Hanlığı orduları da Safevîler üzerine gönderilmekteydi. Ayrıca o dönemde Osmanlı’nın da, Kırım Hanlığı’nın da gözetmesi gereken farklı sosyo-ekonomik dengeler vardı. Osmanlılar, Rusya ile ancak 18. yüzyılda dış siyaseti güneye doğru inmek üzerine şekillendiğinde gerçek manâda karşı karşıya geldiler.

Şark meselesini bu bağlamda değerlendirebilir miyiz?

Rusya Şark Meselesi’nin sacayağıdır. Denizlere çıkışı olmayan coğrafyayı ‘deniz devleti’ haline getirmek isteyen bir adamla karşı karşıyayız: I. Pyotr (Büyük Petro) yahut Osmanlıların söylediği şekliyle Deli Petro. İmkânsızı başarmak istiyor. I. Pyotr iktidara geldiğinde Osmanlı Devleti Batılı güçlerle savaş halindeydi. Fırsat bu fırsattır diyerek anti-Osmanlı koalisyonda yer alınca kazançlı çıkacağını düşündü. İşte Rusların İstanbul rüyası böyle başlamıştır. Daha öncesinde Moskova Knyazlığı’nın İstanbul’u alacağı fikri ancak gülünç olabilirdi. Son derece merhametsiz, acımasız bir hükümdar olan Pyotr Rusya’yı askerî, bürokratik ve teknolojik yönden hayran olduğu Batı ve Orta Avrupa devletleri seviyesine getirebilmek için fevkalâde radikal değişimlere imza atabildi. İlk iş olarak Osmanlıların en önemli kalelerinden Azak’ı alıyor, yani İstanbul’un tahıl ambarını. Osmanlı Devleti ve Kırım Hanlığı bu olay karşısında âdeta şok geçirdi. Bundan sonra Pyotr’un yeni ve gerçek hedefi artık İstanbul idi. Bugün de kudretli Rusya imparatorluğu hayalleri görenler için (ki bunlar şu anda kesinlikle Rusya’nın iktidar elitidir) hâlâ öyledir. Yüzyıllardır hâkim devlet mantığı anlaşılmadan Rusya’yı anlayamayız.

Rusya’nın Ortadoğu ve Türkiye’ye karşı emelleri değişmedi mi, diyorsunuz?

Rusya, bir imparatorluk olarak kaldığı sürece Ortadoğu ve Türkiye için de, Avrupa için de bir tehdittir. Rusya’nın şu an da bilfiil bir imparatorluk, hem de tarihin en geniş imparatorluklarından biri olduğu akıllardan çıkmamalıdır. Pasifik Okyanusu kıyısındaki Kamçatka’dan Baltık kıyısındaki bir zamanlar Prusya’nın taht şehri olan Königsberg’e (pardon, Stalin’in verdiği gülünç adla Kaliningrad’a!) kadar uzanan bir ülke başka ne olabilir ki? Bu sebeple Türkiye’nin tarihî rakibi ve hasmı olmuş bir ülkeye enerji ve diğer konularda böylesine bağımlı olmak akıl alacak iş değildi ve çok büyük bir tarihî hataydı. Ümit ederim, son gelişmeler bunun böyle olduğunu yetkili insanlara geç de olsa öğretmiş olsun.

Bugün Rusya’da ne kadar Müslüman yaşıyor?

15-20 milyon kadar olduğu tahmin ediliyor, fakat sayılarını kesin olarak hesap etmek pek kolay değil. Putin geldikten sonra Sovyetlerin bile yapmadığını yaparak nüfus kâğıtlarındaki milliyet hanesini çıkarttı. Bunun gayesi elbette ki gayri-Rus milletlerin millî kimliklerinin kemikleşmesini önleyebilmek ve onların Ruslar içinde asimilasyonunu hızlandırabilmekti. Rusya Federasyonu idarî açıdan etno-millî birimlerden ve sadece teritoryal birimlerden (yani sıradan vilâyetlerden) oluşmaktadır.

Putin bu etno-millî birimlerin ortadan kaldırılarak bütün idarî birimlerin âdeta üniter bir devletin sıradan vilâyetleri haline getirilmesi gayesinde olduğunu her zaman açıkça söyleyegeldi. Her halükârda, Rusya için İslâm çok önemlidir. Bundan 135 yıl önce İsmail Bey Gaspıralı, “Rusya dünyanın en büyük Ortodoks ve Hıristiyan devletidir. Ama dünyanın da en büyük İslam devletlerinden biridir” diyordu.

Orta Asya cumhuriyetleri yeniden işgal edilebilir mi?

Tabii ki öyle. Putin ve yandaşlarına göre 20. yüzyılın en büyük felaketi Sovyetlerin dağılmasıymış. Bunu trajedi olarak görüyorlar. Dünyanın 20. asırda yaşadığı devasa felâketler ve bizzat Sovyetler Birliği’nin faili olduğu korkunç kitle cinayetleri değil de, bu totaliter diktatörlüğün dağılması trajediymiş!

Putin’e göre Sovyetler Birliği’nin dağılması kanunsuzmuş. Bu emperyal mantığa göre kanunsuz olan mevcut durumu demek ki “kanunlu” hale, yani eski haline getirmek gerekiyor!

2014’te Kırım’ın yeniden işgali bu siyasetin ilk adımlarından biridir. Kırım’ı alınca şimdi olduğu gibi Doğu Ukrayna’yı isteyecek, sonra “Rus tarihinin tarihî merkezi” Kiev diyecek, onu verseniz Lvov’u (yani Lviv) isteyecektir ve böyle devam edecektir.

Öyle veya böyle eski emperyal sınırlara ve hedeflere bakılarak, bir duvara çarpana kadar çağdışı ihtiraslar sürdürülecektir. Aksini sananların Rusya’nın ne tarihinden, ne bugününe hâkim olan çağdışı zihniyetin mantığından haberleri yok demektir. Burada kast ettiğim elbette ki dünyadaki her halk ile aynı temel insanî vasıfları taşıyan Rus halkı değil, yüzyıllardır kabukları değişse de onun üzerindeki hâkimiyetini dış fetihler büyüsüyle örtmeye ve meşrulaştırmaya çalışan diktatoryal yapılar ve onların temsil ettiği zihniyetlerdir.

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT

1 Yorum