1. YAZARLAR

  2. Süleyman Seyfi Öğün

  3. Politik barok ve kurumsal itibar
Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün

Yazarın Tüm Yazıları >

Politik barok ve kurumsal itibar

07 Mart 2010 Pazar 03:29A+A-

Kurumlar insan yapıntısıdır bu dünyaya aittir ve tarihseldir. Kurumların inşa edildiği ve meşruluğunu sağladığı gönderimsel çerçeveler işin bu yanını unutturmaktadır.

Gönderimsel kaynakları apaçık dinsel olanlar bir yana, sosyolojik karşılığı; yani ona atfedilen kutsallık itibarıyla "dinsel" olmayan kurum yok gibidir. Buradaki fark sadece "apaçık" olmakla, "örtük" olmak arasındadır. Bir örnek verelim: Vatikan'ın müesseseleri ne kadar ve apaçık olarak dinselse, herhangi bir ülkenin şoförler derneği ya da odası da kendisince ve örtük olarak dinsel bir yapılanmadır. Bu bir bakıma kurumların paradoksunu ifade ediyor. Bu paradokstan münezzeh kurum yoktur. Modernleşme, sekülerleşme bu paradoksu ortadan kaldırma iddiasıyla ortaya çıktı. Ne var ki kurumsal ilahiyatlar, bizatihi modernliğin içinde kendisini yeniden üretti ve daha şaşırtıcı olan, hiçbir zaman olmadığı kadar pekişik bir nitelik kazandı. Kurumsal fetişizm, modernliğin baskın özelliğidir.

Politik ilahiyatlar modern kurumların sadece meşruluğunu değil; aynı zamanda onun dokunulmazlığını sağlıyor. Meşruluk aslında dokunulmazlık elde edebilmekle alakalı. Yani, meşruluk bir meşru gösterme eylemiyle beraber tecessüm eder? O zaman herhalde sorulmalıdır: Neyi meşru göstermek zorundayızdır? Cevabı bulmak o kadar zor olmasa gerekir. Meşru göstermek istediğimiz iş veya işlem bizatihi meşru gösterilmesi zor olan bir iş ya da işlemdir. Meşruluk baştan kabul edilmesi zor olan bir şeyin kabul edilebilir kılınmasından başka nedir ki? Biz çoğu kez, krizlerin aşılıp, meşruluğun sağlanmasıyla meselenin bittiğini düşünürüz. Oysa meşruluk, sadece bir ara duraktır. Meşru kılınan her şey aslında sorunludur. Üstelik iki yanlı olarak; hem öncesiyle, hem de sonrasıyla. Öncesiyle sorunludur, çünkü bir "kötülük" ya da "fenalığı" kabul edilebilir kılmaktadır. Bu tarihsel "fenalık" ya da "kötülük" kabul edilebilir olmalıdır. Bunun kabul edilebilirliği ise, ancak mukayeseli üstünlükler üzerinden "kıyaslamacı" ve "görecelikçi" bir akıl yürütmeyle bir zorunluluk fikrinin dayatılmasıyla sağlanabilir. Hobbescu miras budur."Kötülüğün" tarihselliği aynı zamanda onun zorunluluğunu ve bir bakıma da aşılmazlığına vurgu yapmaktır. "Ne yapalım ki", "gönül istemezdi"gibi başlayan, "kaçınılmaz oldu" gibi devam edenbir söylemle anlatılan da budur. Beterin o kadar beteri vardır ki, bunların arasından en az kötüyü kabul etmek gerekir. Bu bir bakıma bütün müesses tarihte gözlenebilecek ve karşılığı bulunabilecek olan bir tarihsel şantajdır. Odağına korkuyu ve güvenlik endişesini alır.

Meşruluk, sonrasıyla da sorunludur. Bir kez, artık bu sürecin öncesi tartışma konusu olmaktan çıkmış durumdadır. Hatta çoğu kez, hatırlanmaz bile. Bunu hatırlatmak ve tartışmaların odağına almak isteyenlere "dinozor" muamelesi çekilir. Romantizmle, idealizmle, gerçek dışılıkla suçlanırlar ve çoğu kez tardedilirler.Onların ekarte edilmesinden sonra kesif bir doktrin oluşturma süreci başlar. Doktrinleştirme, krizli eşiği aşıp, meşruluğunu elde etmiş ve kurumsallaşmış süreçlerin, artık tarihsel bir "zorunluluk" olmasından değil; ve fakat bunların birer tarihsel "nimet" olduğundan dem vuracaktır. Bu doktrinler etrafında toplumsallaşan nesiller zihnen ve ruhen "tarihsel nimetlerle" buluşacaktır. Bu ise meşruluk süreçlerinin en statükocu boyutunu ortaya koyar. İşte kutsallaştırma tam da burada tezahür eder. Dokunulmazlık zırhları buralarda kuşanılır.

Meşruluk oluşturma süreçleri istenmeyeni çarnaçar kabul ettirmeyle sınırlı değildir. Keşke o kadarla sınırlı kalsaydı. O, aynı zamanda "istenmeyeni" istenir kılmaktır. Hatta, onu, kuvvetli bir özdeşliğe ulaştırmak ve kendisi olmaksızın hiçbir şeyin var olamayacağı bir kıvama erdirmektir. Müesses nizam ululamaları, kutsallaştırmanın en ileri evresini ifade eder. Bu kutsallaştırmalar, tarihsel-dinsel pratiklerin yorumlanmasıyla stilize edilmiş çeşitli törenselliklerle beslenir.

Kurumsal tarih anlatılırken, Weberyen bir skolastikle (Weber'i tenzih ederim), kadim müesseselerin kişisellik yüklü olduğu, modern kurumların ise kişisellik dışılığı esas aldığı anlatılır. Oysa kurumsallaşma şu ya da bu derecede zaten kişisellik dışılığı ifade eder. Kadim dünyada kişisellik dışılığı ilahi yasaya bağlılık; modern dünyada ise düpedüz yasalara bağlılık karakterize eder. Her iki durumda da ortak payda dikkat çeker; yasalara bağlılık. Herhangi bir eski zaman egemeni, ilahi yasalardan muaf olma iddiasıyla ortaya çıkamaz. Otokrasi (erkini kendisinden almak) eksik ve sınırlı bir tarihsel deneyimin konusudur. Her ne yapıyorsa, ilahi yasalara göndermede bulunur; yeri geldiğinde muarızları ona ilahi yasalara uygunluğu hatırlatırlar. Kurumsallaşma, ister geleneksel olarak; isterse modern karşılıklarıyla "kişisellik dışılık" iddiasında olagelmiştir. Aralarındaki yegâne farklılık, ilkinin kişisellikten arındırma iddiasını ilahi kaynaklara, diğerinin ise kutsallaştırılmış bir dünyeviliğe dayandırmasından başka bir şey değildir. Meşruluk, iş ve işlemleri kişisellikten arındırma iddialarının ne derecede ikna edici olduğuyla alakalıdır. Bu noktada bir başka sosyoloğu hatırlamakta fayda var. Durkheim, dinin toplumsallığını (ona göre zaten toplumsal olmayan hiçbir şey yoktur) tartışırken, odaktaki meseleyi, bir toplulukların kutsallarına tapınırken aslında kendisine tapınması olarak gösteriyordu. Kültürel antropolojinin de bu konuda Durkheim'in bakışını destekleyen önemli bulgu ve bilgileri sunduğunu söyleyebiliriz. Bu değerlendirmenin son derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Burada kastedilen din, en avami, hatta pagan karşılığıyla "din"dir. İbrahimi dinler, özellikle de İslamiyet'in bu konudaki hassasiyeti de dikkat çekicidir. Cahiliye devrini ve kültürünü, bu tarz bir kendine tapınmanın örneği olarak da görebiliriz. Paganlar ya da müsteşrikler, sadece putlara değil; daha önemlisi putlar aracılığıyla kendilerine tapıyorlardı. İbrahimi itiraz, sadece çok sayıda Tanrı olmasına değil; çok daha esaslı olarak tapınmanın araçsallaşmasına ve dünyevi karşılıklara oturtulmasınaydı. Başka bir ifadeyle kutsallaştırmanın ve tapınmanın özneleştirilmesine (kendine tapınmaya dönüşmesine) yönelikti. "Ben sadece Sana tapar, Sana kulluk ederim" ifadesinin anlamı budur. Mefhum-u muhalifinden gidecek olursak bu ifade, "ben bu dünyadaki hiçbir şeyi senin yerine koymayacağım, kimseye -en başta kendime- tapınmayacağım" demektir. Yunus Emre'nin "Bana Seni gerek, Seni" demesi de, hiçbir karşılık beklemeden ve araçsallaştırmadan Yaratıcı'ya yönelişi anlatır. Şimdi Durkheim'ın dikkatimizi çektiği husus; yani tapınmanın, "tapınılandan" "tapınana" dönüşmesi kurumsal tarihe de pekâlâ uygulanabilir. Kurumsal tapınmalar bütün girdi ve çıktısıyla paganlığın yeniden üretiminden başka bir şey değildir. Modernlik esasta paganlığın yeniden üretimi ve eskisinden daha etkin bir donanımla yeniden örgütlenmesidir. J.J.Rousseau'nun sivik din odaklı paganlık övgüleri de buradan geliyor. Modern dünyanın politik teolojileri şu ya da bu derecede pagan esaslıdır. Bunun bizdeki karşılığı Cahiliye'den başka bir şey değildir. Yeni-Cahiliye'ler ya da yeni-paganlıklar kurumsal meşruluk oluşturmada başat rolü oynamaktadır. Bunu kazıdığımız zaman kendine tapınmanın şaşırtıcı pratikleriyle yüzleşiriz. Kurumları kişisellikten ve kutsallaştırmadan arındırma iddiasının, en azından bazı iddia sahipleri için halisane bir sunum ya da niyet beyanı olduğunu söyleyebiliriz. Ama işleyişte ise bu iddianın kuvvetli bir fetişleştirme ve kişiselleştirmeye dönüştüğünü görüyoruz. İşbu noktada C.Schmitt'in sözünü ettiği "istisnalaştırmalar" meselesi çok önemli. İstisnai durumlar olağan durumları bastırıyor. O kadar ki artık her durum istisnai durumun kendisini hissettirdiği bir durum haline geliyor. Yani istisnai durumlar olağanlaşıyor. Bunun bir psiko-dinamiği de var: Paranoya. "Tehdit algısı" teriminin politik dilleremusallat olması da bu yüzden. Düşünüş çok basit: Durumlar istisnaidir, çünkü tehdit yakındır. "O halde" ibaresiyle başlayan bir aciliyet hissi, tuhaf bir zindeleşme hali üzerinden vazife çıkarmalar kaçınılmaz olacaktır.

Kurumlarla özdeşlik kurmak; yani kurumsal işleyişleri kişiselleştirmek, sürekli alarm veren, sert iniş ve çıkışlar sergileyen bu tuhaf "Politik Barok" ortamda çok tabii görülür. Bunu moral bir taçlamayla desteklemek en yaygın karşılaşılan durum. W.Reich'ın, sayıları milyonlarla ifade edilebilecek, öznelikleri silikleşmiş "küçük adamları" yapıyor bunu. Cüce kişiliklerini kutsallaştırılmış kurumların boy aynalarında büyütüyorlar. Kurumları kuşatan pagan ritüeller; ciddi sezarist resmi duruşlarla, popüler kültür kodları üzerinden "cıvımaları" ve Freud'un hysteriasını çağrıştıran duygusal taşkınlıkları bir araya getiriyor. Bu her meşrebe uygun özdeşleşme kanalları aracılığıyla "kendine tapınmanın" pratikleri gerçekleşiyor. Kurumların itibarı, günlük hayat tecrübelerinde zedelenen kişisel itibarlarımızı onaran bir işlev görüyor. Kurumlara dönük en küçük eleştiriyi kendimize yapılmış kadar görmemiz bu yüzden değil mi?

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT