1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Olağanlaştırılmış çılgınlık olarak şiddet
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Olağanlaştırılmış çılgınlık olarak şiddet

11 Ağustos 2010 Çarşamba 05:00A+A-

Bir gün öğrencilere hayatta en çılgınca ne yaptıklarını sormuştum. Bir sabah aniden tatile çıkmak, nereye gittiğini bilmeden şehrin içinde kaybolmak, evden kaçmak, gibi cevaplar verdiler.

Başkalarının olduğu yerde çılgınlıklardan bahsetmek kolay değil. Zaten "sınır ötesi" denilince hemen yargılanmaya hazır bir halden bahsedildiği ortada. Yine de oluşturduğumuz hafif mahrem havaya rağmen şöyle tam çılgınlık sayılabilecek, başkalarının dudaklarını uçuklatacak bir hikâye çıkmadı. Zihinlerinden neler geçti, neleri sakladılar, hangi "akıl dışı" yaşanmışlıklara içlerinde dokundular, bilmiyorum. Ancak bu küçük tecrübe bize insana dair iki karakteristik veri sundu diyebilirim. Birincisi, çılgınlıklar uluorta konuşulmuyor. İkincisi ise, uluorta konuşulanlar arasında çılgınca sayılabilecek anlatılar bulmak kolay değil.

Buraya kadar söylenenler anlaşılabilir. Gündelik hayatın içinde hepimiz normal insanlar gibi davranmaya çalışırız. Ancak gündelik hayatın en belirleyici unsurlarından politika söz konusu olduğunda, normalin ölçekleri değişmeye başlar. Bu yanda normal gözüken diğer yanda çılgınlık olur. İnsanlar birbirlerini anlamaz. Politikanın, bütün mevzileri aşan, farklı saflara sırtlarını vermiş insanların akıllarını birleştiren bir ortak "normali" imkânsız gibidir. Hatta daha önemlisi, sınırın hangi yanında olunduğundan bağımsız, ortak bir çılgınlık herkesi kuşatır. O bilinen Çin hikâyesinde olduğu gibi, kâhinlerin haber verdiği zehirli yağmurlar kimsede akıl fikir bırakmaz. Sarayına kapanmış imparator ve bir avuç adamı sakladıkları suyla bir süre idare etseler de fark etmeye başlarlar ki, bu sağlıklı su onları tebaalarından ayırıyor. Yeniden bir olmak için önlerindeki tek çare, aynı zehirli suları içip aynı "akıl"da buluşmaktır. Politik çılgınlıklar da böyledir. Akıllarını muhafaza etmeye çalışanlar bir süre sonra konumlarını, kamularıyla olan bağlarını yitirmeye başladıklarını görürler. Zehirli politik hava öfkenin ve hasımlığın yangınını büyütürken soğukkanlı tutum da artık bir denge unsuru değil, safları ve dayanışmayı bozan ihanet olarak görülür. Buna direnmek, aynı yerde durmak, aklın zayıflamış ipiyle başkalarını "normale" çekmeye çalışmak kolay değildir.

Türkiye'de Kürt sorunu etrafında yaşanan gelişmeler hepimizin üzerinde böyle bir etki yapıyor, fikirlerimizi, akıl yürütme biçimlerimizi etkiliyor. Kendini "her ne olursa olsun çılgınlıkların dışında tutmaya çalışanlar" da bir yere kadar bunu yapabiliyorlar. Sözün bittiği yer, diye adlandırılan hal, gerçekte aklın tükendiği bir hal olarak kiminde bir an, kiminde üç dakika, kiminde aylarca yaşanıyor. "Sözün bittiği yer"den itibaren artık Terra incognita (bilinmeyen topraklar) başlıyor olsa gerek. Bilinen yerlere ait bilinen akılların dışındaki topraklar... İnsan bu topraklara düştüğünde artık normal ile çılgınlık aynı anlama gelmeye başlar. Tıpkı ölüm ve hayatın aynı yerde buluşması gibi. En sevdiklerini kaybetmiş olanların kimi vakitler film repliklerine konu olmuş ancak gerçekte en derin anlamları barındıran "Ben artık yaşayan bir ölüyüm" sözünün bu iki zıt hali birleştirmesi gibi.

E. M. Remarque'nin bir romanından uyarlanmış filmde, iki düşman askeri ormanlık bir alanda karşı karşıya gelirler. Bir an bakışırlar, sonra şartlı refleks: Silahlarına sarılırlar. Biri diğerini süngüler. Genç asker oracıkta can verirken galip gelen onun ceplerinde, tıpkı kendi ceplerinde olduğu gibi ailesinin, sevdiklerinin resimlerini bulur. Ölen kim öldüren kim, bunların birbirine karıştığı, insanlık diye bir şey varsa asıl onun süngülendiği, onun can verdiği bir sahnedir bu. Ama hayatın içinde, bunu sanki normal, olağan, tam da öyle olması lazım geldiği şeklinde dile getiren çok güçlü bir anlatı vardır. Ceplere aynı resimleri yerleştiren hayatın diline karşı kendisini onun yerine koyan, anlatısıyla o cepleri birbirinden ayıran, resimleri ayıran, hasreti, özlemi, buluşmayı, kavuşmayı ayıran politik dilin sahte gerçekliği.

Hepimiz barıştan yanayızdır. Bu dünya hepimize yetecek kadar zenginlik üreten, aklımızı kullanırsak çoluğumuza çocuğumuza yetecek bir dünyadır. Şimdi zamanın tozuna karışmış savaşların döktüğü kanı kendi zamanına has bir yanılsamanın ürünü olarak görürüz. Fakat "hakikat" dediğimiz şey her ne ise, sadece ilgili olduğu zamanın ruhunda mı mündemiçtir, yoksa başka zamanların aklıyla da buluşması gereken bir özelliğe mi sahip olmalıdır? Göreceli bir hakikat için insan öldürmenin İnka tapınaklarında insan kurban etmekten ne farkı vardır? Kürt meselesi etrafındaki terörün sahipleri, kendilerini takdis ettikleri kutsal anlatıyla, kanla yıkanmış imanlarıyla birlikte çılgınlığın içindedirler. Zamanın ruhu değiştiğinde, ulus devlet tahayyülleri yerini bambaşka bir dünyaya bıraktığında ölen ve öldüren Kürt çocuklarının kesinlikle telafi edilemez boşlukları hangi anlatıyla alınacak, bu çılgınlık hangi soğukkanlı aklın diline çevrilecektir? Böyle bir dil var mıdır? Bir gencin hayatının yerine kelimeler ikame edilebilir mi? Bir ülkede birileri dağa çıktığında devlet bunu seyretmez. Niçin dağa çıktıklarını anlamaya çalışır, olağan yollarla bunun önüne geçmek ister, ama dağdakine karşı yapacağı en nihayet mukabil şiddettir. Ancak en üst düzey askerî yetkililerin de ifade ettiği gibi, bunun çare olmadığı, çözüm getirmediği görüldü. Başka bir dil, başka bir yaklaşım, dendi. Ama ne? Belki devletin şiddet kullanma imkânı üzerine de düşünmek, çözüme bir fırsat, bir soluk sağlamak için sükûnet dolu bir döneme zemin hazırlamak gerekir. Terörün yöntemlerine karşı devletin kaçınılmaz bir şekilde şiddete başvurması gerektiği yolundaki aklı da "zorunlu bir akıl" haline getiren ortam üzerine düşünmek, alternatif her fikri bağışlanmaz bir günah gibi gören "çılgınlık" hakkında da kafa yormak doğru olmaz mı? Abant'ta yapılan son toplantıda Kürt çocuklarının, Türk çocuklarının ölümlerinden bahsederken aslında onların sadece çocuklar olduğunu, şimdi sessiz bir dünyada aynı çocuk oyunlarında saf tuttuklarını konuşmuştuk. Çocuklar öyle, askerler farklı mı? Üzerlerindeki elbiselerin onlara kazandırmış olduğu sıra dışı imaj bir kenara, yüzlerine dikkatlice bakın. Henüz sakalları, bıyıkları yeni terlemeye başlamış çocuk genç arası yüzler göreceksiniz. Kanlı politik dil onların şahadetlerini stratejiye destek vermiş "asker sayıları" olarak ansa da, dökülen kan çocukluğun kapısından yeni çıkmış olanların kanıdır. Bundan politik bir sonuç devşirmeye çalışanlar ne bahtsız varlıklardır. Bugün terör etrafında üreyen şiddeti, "olmasaydı iyiydi ama mecburuz" diyerek gerekçelendiren, böylelikle güya insanlığa atıf yaparken ölümleri de meşrulaştırıp olağanlaştıran tutum, en açık çılgınlıklardan biri değil midir? Göz göre göre yaşanan, göz göre göre ortak olunan, heyecanla yüceltilen bir şiddet ve öldürme eğilimi çılgınlık değilse nedir?

Kişisel aykırı halleri çılgınlık olarak değerlendirenlerin bir de politikanın elbisesinde normal gibi gözüken ama kitlelerin ortak olduğu çılgınlıklar üzerine düşünmeleri gerekir. Çayın içinde erimiş şeker gibi olduğundan fark edilmeyen bu çılgınlık biçimini kavramak için biraz yaşananlara mesafeli olmak lazım. O eleştirel mesafe işte kimi resimlerde göz yanılsaması üzerine kurulmuş görüntülerin fark edilmesi gibi bu çılgınlığın anlaşılmasını sağlayacaktır.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT