1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Modern Paradigma Tahakkümü Karşısında Usûli’d-Din Tutarlılığı ve Özgünlük Sürecimiz

Modern Paradigma Tahakkümü Karşısında Usûli’d-Din Tutarlılığı ve Özgünlük Sürecimiz

Ocak 2022A+A-

Küresel gündeme yeni iliştirilen metaverse (öte evren), sanal gerçeklik teknolojisi ile biçimlendirilen yeni bir göz büyüsü olarak inşa ediliyor. Bu sanal tasarımın dayanakları Aydınlanma felsefesinin öncü filozofları René Descartes (ö. 1650) ve Immanuel Kant’tan (ö. 1804) beri Yaradan’dan bağımsız olarak tanımlanan ve insanın sınırlı yetenekleriyle biçimlenen Batılı modern paradigmaya dayanıyor. Modern paradigmanın ise Batı Roma Hristiyan sisteminin çözülmesiyle inşa edildiğini söyleyebiliriz.

Batı Roma hâkimiyetindeki Katolik Kilisesi teokrasisine, krallık ve aristokrasi yönetimlerine karşı olan, münzel vahiyle gereğince tanışmayan ve onu dışarıda tutan Rönesans’ın takipçilerinin merkezde olduğu; yüzyıllık aralarla gerçekleşen “Sanayi Devrimi ve sömürgecilik”, “Fransız Devrimi ve uluslaşma süreçleri” ve sonra da “Aydınlanma ve Pozitivizm Çağı” ile 16 ve 20. yüzyıl arasında oluşan Avrupa’nın yeni, seküler ve benmerkezci dünya görüşüne veya bu paradigmaya modernite denilmektedir. Bu telakkiye sahip olan anlayış, inanç, ekonomik ve ideolojik akımlara da -artık Avrupa algısını ve coğrafi tanımları aşarak- Batı/Occident denilmektedir.

Batılı paradigma kapitalizmle beraber kültürel, ekonomik ve siyasi emperyalizmi ve küreselleşmeyi üretti. Bugün de modernitenin teknoloji ve iletişim çağı ile insan ve toplumlar fıtrattan kopartılan veya yabancılaştırılan sanal âlemlere (metaverse veya transhümanizm’e) sürüklenerek nesneleştirilmek isteniyor. Daha doğrusu modern paradigma, bilimsel ilerlemeci felsefenin hegemonik gücü ile insanı nesneleştirme yolunda. Diğer bir ifadeyle hepimiz Batılı iletişim çağının tekebbür içindeki siyasi, ekonomik, kültürel kuşatması altındayız. Deist yaklaşımlar artık büyük ölçüde arkaik kelam ve mezhep tartışmalarına bağlı olarak değil, bu hegemonik dijital çağın şeytan gibi insanların gelecek tasavvurlarını saptırması ve sanallaştırmasıyla çoğalıyor.

Köken itibariyle ilahi vahyi ve onun korunmuş olan kitabı Kur’an-ı Kerim’i ve o kitabın inzal edildiği Allah’ın Elçisi Resulullah’ın(s) uygulamayla ilgili zamanı aşkın sünnetini görmeyen, görmek istemeyen, dışlayan hatta İslam dininin evrensel sabitelerini 19. yüzyıldan bu yana oryantalist akademik çalışmalarla tahrif etmeye çalışan Batı hâkimiyeti ve küresel dayatması ihya ve ıslah çabalarımızı da barikatlarla Filistin’deki “utanç duvarı” gibi bölmek istiyor. Bu küresel dayatma, kuşatma ve barikatlar Kur’an vahyi inzal olurken Mekke dönemi cahiliyesi ve şirk itikadı ne ise benzerini, -belki çok daha örgütlü yeni bir cahiliyeyi- yani fıtrat ve vahiy karşıtı itikadları ifade ediyor. Batılı paradigma hem hak olan sözü örtmeye veya gündemden düşürmeye hem hak olan sözü kavramamızın önüne geçmeye çalışıyor.

Batılı paradigma insanlarımızı uzantısı olan ulusal iktidarlar vasıtasıyla pozitivist düzeyde eğitmeye, İslami telakki ve kavramlarımızı bozmaya çalışıyor. Bu tahribatı yapamadığında da İslami söylemi “cumhuriyet, ulus, demokrasi, çağdaşlık/modernizm, özgürlük” tezleri veya ideolojileri ile; gayb âleminden kopuk olarak insanı ele alan “cogito” temelli insan hakları, çoğulculuk, liberalizm, sosyalizm veya sosyal-demokrasi kavram ve anlayışlarıyla bütünleştirmeye çalışmaktadır. Bunu başaramazsa bu sefer muhalefetini de kendi yaratarak “dinî kurtuluş teolojileri, neo-gelenekçilik, öze-dönüşçülük” gibi Batı paradigmasından beslenen devrimci veya muhafazakâr akım ve anlayışlarla Müslümanların telakkilerini kuşatmak veya kimlikleriyle bağdaştırmak istemektedir.

Bağdaştırıcı-kuşatıcı post-modernist çabalar bir yöntem olarak her görüşe hak verirmiş gibi görünerek “hakikat” anlayışını muğlaklaştırıp buharlaştıran tuzakları ifade ediyor. Bu tür soft tuzaklar insanın hazlarını, egosunu yani nefs-i emmaresini ve sınırlı aklını kışkırtarak bencilliğini ve benmerkezciliğini köpürtüyor, böylece seküler ve laik eğilimlerin önü açılıyor.

Bu bağlamda halkı Müslüman olan ülkelerden Türkiye’den sonra en fazla yabancılaşma politikalarına maruz kalmış ve uluslaştırılıp Batılılaştırılmış olan Tunus’tan Nahda İslami Hareketi lideri Raşid Gannuşi “Laiklik ve Sivil Toplum” kitabında laikliği şöyle izah ediyor: “Laiklik, bencilliktir ve dünyanın ilahlaştırılmasıdır.” Bu eğilimin zemini “Ardeşir Vasiyetnamesi”nden; Saddukilerden olan Pavlus’tan (ö. 64/67); İznik Konsülünün mucidi İmparator Konstantin’den (ö. 327) beri kutsal alanı krallık çıkarlarıyla ve pagan değerlerle bütünleştirip biçimlendiren şeytani bir beslemeye sahiptir.

Bizler Enfal Sûresi’nde belirtildiği gibi tarihî süreç içinde “nimet”ten uzaklaşmanın acılarını ve çözülüşünü yaşayan zaafa düşmüş bir ümmetin çocukları olarak yaşıyoruz.

Osmanlı medreselerinde Hristiyan teolojisine, dehrîliğe, ene’l-hakçılığa, bilgiyi tanrılardan çaldığı iddiasındaki Grek felsefecilerine verilen cevapları Ömer Mahir Alper, Osmanlı yazmalarından derlediği “Osmanlı Felsefesi Seçme Metinler” kitabında ana hatlarıyla toplamıştır. Osmanlı müellifleri, kelam disiplini içinde gayba taş atan bu yaklaşımlara hududullahı gözeterek Kur’an merkezli cevap vermek yerine, soyut düşünce ve telakkilerinde büyük ölçüde Eski Grek feylesoflarının Helenistik yaklaşımlarından intihaller yapmışlardır.

Şûrâ uygulamasından mahrum veya meşveret anlayışları bulanık dindar Osmanlı yönetimiyle ve münzel vahyin belirleyiciliğinden uzaklaşan eğitim süreçlerimizle gelen mağlubiyetler ve çözülmeler karşısında “devlet ricali”nin çaresizliği ve düşkünlüğü söz konusu olmuştur. Bu çözümsüzlük süreci içinde “kalemiye” ve “seyfiye” zümrelerinden etkin unsurların galiplere benzemeye çalışan çözüm arayışları daha sonra da bazı doğal liderlerimize, hocalarımıza ve müderrislerimize de musallat olmuştur.

İngilizlerin işgali altındaki Hindistan’da Sir Seyyid Ahmed Han (ö. 1898) ve Aligarh İlahiyat Okulundan mezun olan birçok insan “ilmiye” alanında bu yabancılaşmayı yaşadı. Bugün de Avrupa’da ve ABD’de oryantalistlerin yön verdiği okullarda ve think tank kuruluşlarında neo-gelenekçiliği veya tarihselciliği etüt etmek üzere araştırmacı meziyetlerini geliştiren Müslim adlar taşıyan Garpzedelerimiz mevcuttur. Ayrıca bu akademisyenler veya sivil araştırmacılar ilerlemeci veya dehrîliğe yönelen çalışmaların gönüllü katılımcıları olabilmektedirler.

Garpzedeler ve Modern Yabancılaşma

Kur’an’ın gaybi bildirimlerini ve içinde mucizelerin olduğu kıssaları Batılı paradigmanın bilimsel ve maddeci ölçüleriyle tevil etmeye çalışan ve gayba taş atan ilk Garpzede Müslüman modernistlerden Sir Seyyid Ahmed’e ve Aligarh İlahiyat Okuluna ilk cevabı Şah Veliyullah ıslah ekolünün imkânlarıyla yetişen 19. yüzyıl ıslah öncüsü Cemaleddin Afgani (ö. 1897), “Dehriyyun’a Reddiye (Natüralizm Eleştirisi)” kitabı ile vermeye çalıştı.

19.yüzyılda Urvetu’l-Vuska ıslah hareketi Müslümanların dayanışmasının zorunluluğunu (ittihad-ı İslam), siyasi bağımsızlığını, yeni sorunlar karşısında Kur’an ve sahih Sünnet temelli fikrî yenilenmelerinin gerekliliğini ortaya koydu. Ancak bu ekolün mensuplarını tasfiye ettiler ve yeni Türkiye’de Aligarh Okulunun hedefleri paralelinde ideolojik bir düzen kurdular. Bu Batıcı yeni ideolojik sisteme göre:

1- Diyanet İşleri Reisliği dini “dar ibadet ilmihali”ne hapsetmek ve uluslaşmaya katkıda bulunmak için kurumlaştırılmıştı. Türkçe ezan, Türkçe ibadet ve kilise gibi sıralarda Türkçe namaz kılma talimleriyle salâtın reforme edilmesi planları bu işin bir parçasıydı.

2- 1924’te Darülfünunda ilahiyat fakültesi kurulmuş, 1925’te de fakültede Türkçe ekiple uzlaşan öğretim kadrosu Darülfünun İlâhiyat Mecmuası yayınlanmaya başlamıştır. Fakülte müfredatında hadis, tefsir, fıkıh gibi bilimler bulunmasına rağmen dergideki yazılar tarihî, içtimai, felsefi, antropolojik alanda yayınlanmış; “siyaset ile ahlakı, akaid ile şeriatı” ayıran yazılara, Auguste Comte (ö. 1857) ve Émile Durkheim’ın (ö. 1917) pozitivist-ilerlemeci felsefelerine yer verilmiştir.

Dergide açık bir biçimde din olgusu materyalist sosyolojik bir izahla ele alınmakta, "vahiy" vakıası beşerî bir yapıya indirgenmektedir. Dergi adeta Güneş-Dil Teorisinden “Güneş-Din Teorisi”ni oluşturma çabası içine girmiştir. Bütün bunlara rağmen Türkiye'de yaşanan ideolojik ve kültürel dönüşüme Darülfünunun yeterli ilgiyi ve katkıyı göstermediği kanaati ile hem dergi hem bu üniversite kapatılmıştır.

3- İkinci Dünya Savaşı galipleri Anglo-Sakson ülkelere yanaşma sürecine bağlı olarak 1949’da İnönü döneminde kurulan Ankara İlahiyat Fakültesi hakkında da Prof. Mehmed Said Hatiboğlu ile 1987’de yaptığımız mülakattan bir bölüm aktaralım. O, diyordu ki Ankara İlahiyat Fakültesinin ilk beş yılında hep Kemalist hocalar vardı ve dini anlama usulüyle ilgili bir ders okutulmadı. Tefsir usûlü, hadis, fıkıh ve kelam usûlü dersleri binbir zorluklarla öğretim kadrosuna dâhil olan 4-5 dil bilen Bosnalı Tayyip Okiç (ö. 1977) ile sağlandı. Ve İsmail Cerrahoğlu, Talat Koçyiğit, Abdülkadir Şener, Hüseyin Atay ve kendisinin merdiven altlarında fincancı katırlarını ürkütmemek için gizliden gizliye yürüyen bir muhabbet süreciyle İslami bir kimlikle yetiştirilmelerine yardımcı olmuştu. Kemalist misyondan hiç hoşlanmıyordu ama profesörlük tezi olan “Halifeliğin Kureyşiliği”ni Mustafa Kemal’i (ö. 1938) yücelterek bitirmişti.

Tayyip Okiç’in çabalarını Fars-Tunus hattından gelen Muhammed Tanci (ö. 1974) İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde, Pakistan uluslaşma sürecine karşı çıktığı için Türkiye’ye gelen Muhammed Hamidullah (ö. 2002) da Erzurum ve İÜ İslam Etütler Merkezinde yapmıştı. Ama hepsi de ıslah ekolü olarak Urvetu’l-Vuska’nın takipçileriydiler.

Köklerimizle Buluşma Çabaları

Türkiye’deki ıslah çizgisi resmî ideoloji tarafından dağıtılmıştı. Yeniden uluslaşma süreçlerinin eğitim, ekonomik ve siyasi kuşatmasına karşı İslam’ın sabiteleriyle ortaya konulan bir mücadele geleneğimiz ve rehberlik mirasımız oluşmamıştı. Ancak ıslah ve ihya hareketinin sivil gücüyle, Mevdudi (ö. 1979), Kutup (ö. 1966), Nebi (ö. 1973), Hamidullah gibi müelliflerle Türkiyeli Müslümanlar çeviriler yoluyla 1960’larda tanışmaya başladı. Ama sistemin zulmü ve yasakları karşısında 1945 sonrası büyüklerimiz Demokrat Parti’nin milliyetçi-muhafazakâr söylemine sığınarak var kalmaya, İslam’ın öğrenimi ve tebliği konusunda alan açmaya imkân buldular. Ama karşıtına sığınan bu yaklaşım Müslüman cemaatleri ve camianın büyüklerini sağcı, milliyetçi, devletçi hale getirmişti.

Bizler bu kirlerden, seyyielerden açık bir şekilde ancak tahkik ehli bir avuç gencin öncülük ettiği Düşünce dergisiyle kamuoyunda varlığımızı hissettirdik. Sağcı, milliyetçi, devletçi olmadığımız, mezhepçilik yapmadığımız ve bâtınî telakkilere karşı olduğumuz ilk defa kamuoyuna açıkça Nisan 1976’da çıkan bu dergi ile ilan edildi. Sonra bu sunum ve çağrı Ankara ve İstanbul’da yayınlanan Yeni Ölçü, Talebe, Tevhid, Aylık Dergi, İslami Hareket, Hicret gibi dergilerde ifade edildi.

Bu çabalar, Mehmed Âkiflerden sonra Türkiye’de İslam’ı anlama ve yaşamada ıslah hattının yeniden doğuşuydu. Bu yayın çizgisi ilkin gelenekçi ayrıca modernist-ulusalcı Müslüman çevrelerce büyük tepkilerle karşılandı. Ama bu çizgi, 1970’li yılların ikinci yarısından sonra Müslüman gençliğe rehberlik oluşturdu. Ve Müslüman gençlik büyüdü.

1970’li yılların ikinci yarısından sonra Türkiye’de yaygınlaşmaya başlayan bu İslami uyanış ve kendini Kur’an ve sahih Sünnet ile tanımlama çabalarına “İslami Bilinçlenme Sürecimiz” veya “Tevhidî Uyanış Sürecimiz” diyoruz. Said Halim Paşa’nın yeniden iman etmeye davet eden kelimetullahın Nisa Sûresi’ndeki ilgili ayeti (4/136) ile irtibatı kurulabilecek “İslamlaşma Süreci” gibi. Zaten Osmanlı bakiyesi Türkiye Müslümanları milli ve bâtınî kirlerden ancak 1970’lerin ikinci yarısından sonra arınmaya başlayabildiler. Ancak bu İslami uyanış süreci rehbersiz, şûrâsız ve aceleci bir tutumla demokratik ya da devrimci yollarla iktidar olma veya devlet kurma önceliği ile bir kalkışma heyecanı yaşadı.

Yeniliği, fikrî ve siyasi alanlarda ihtisas şûrâlarına sahip olmaması ve fiilî rehbersizliği nedeniyle bu süreç düşe kalka ilerledi. Dikkat edilirse “İslami bilinçlenme” veya “tevhidî uyanış”tan değil, “uyanış süreci”nden bahsediyoruz. Birçok söz söyleyen, yazı yazan, birliktelik oluşturmaya çalışan bu sürecin insanları “Kervan yolda düzülür” diye hareket etti. Ama dinimizi şer’i delilleriyle öğrenmek tarzında yoğunlaşan bu gayretler ortaya Rabbimizin ifade ettiği “fie, fırka, ferik” (3/13; 9/122; 23/109)tarzında ufak bir ümmet modelini, işlerimizin müşâvere ile görüleceği bir şûrâ modelini ortaya çıkaramadı. Ama ideal olan seviye buydu ve halen de budur.

Eski muhafazakâr-mukaddesatçı üstadlar hegemonyasını aşarken, bu süreçte muslih çabalarıyla temayüz eden genç mütefekkir, araştırmacı, tebliğci, organizatör öncülerimizin tahkik, fıkıh, usûl, müzakere ve karar şûrâlarını; yani yeni yetişen ulu’l-elbabımızın, rasihunumuzun ortak aklını oluşturamadık. Ayrıca arkaik üstadlık, teorisyenlik komplekslerini aşamadık. İtikadi, fikrî, siyasi, ibadi, metodik ve usûlî/metodolojik boyutta İslami bütünlüğü yakalamadan oluşturulan heyecanlı ve iktidar öncelikli birçok İslami oluşum da şûrâ yeterliliği ve fıkhı üzerinde yeterince durmadı.

İslami bilinçlenme sürecine adım atan Türkiye Müslümanları henüz daha “tearuf” yani birbirini karşılıklı anlama ve anladıkça tanıma-anlamlandırma yoluna bile, yeni yeni adım atıyordu.

Hattımızla birlikte yürümeye başlayan bazılarının İslami olanı modernitenin liberal, sosyalist, tarihselci veya teolojik kalıpları içine sıkıştırma eğilimlerinden; bazılarının da milli dindarlık veya sığınmacılık ruhundan kopamamalarından kaynaklanan arızalar söz konusu olmaktadır.

İslami bilinçlenme ve mücadele sürecimizde acelecilikten veya İslamî bütünlüğü, şûrâ gücünü ve takvayı yakalayamamaktan kaynaklanan zihnî, sosyal ve yapısal sorunları aşamayanların savrulmaları söz konusu olabiliyor. 1975’te Hindistan’da kurulan Aligarh İlahiyat Okulundaki veya 1925’te çıkmaya başlayan Darülfünun İlâhiyat Mecmuası’ndaki gibi seküler-pozitivist sapmalar ya da devlet destekli “Şeb-i Aruz” törenleri ve sema gösterilerinde canlanan neo-gelenekçilik gibi inhiraflar ortaya çıkabiliyor. Bu savrulmaları yaşayanları modern paradigmanın oryantalist İslâmiyat çalışmalarıyla, bilimsel yöntemler veya tarihselci yorumlarla, think tank kuruluşlarının şaz ve yapay gündemleriyle saptırıp ayartması ya da bu tarz eğilimde onlarla uzlaşması daha imkânlı ve kolay olmaktadır.

Ya da modernitenin Lions ve Rotary kulüpleri gibi ulusal uzantıları, idolleştirdikleri kurucu isimlerini veya ilkelerini Yaşar Nuri Öztürk (ö.2016) gibi Kur’anî kavramlar ve tasavvuf üzerine uzmanlık yapmış akademisyenleriyle gündemleştirerek dindarlığı seküler ve cahilî alanlara çekmeye çalışmışlardır. Bu tür kişiler eski saray uleması gibi karşıtına sığınarak ulusal ve küresel sistemin uleması olmaya çabalamaktadırlar.

Bu bağlamda Türkiye’de zorunlu kaldığı ya da umursamadığı için Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne birçok din adamı, sonralarda da teolog-ilahiyatçı akademisyen ve bazı sivil araştırmacılar resmî bayram ve matem günlerinde resmî ideolojinin ikonlaştırdığı isme yani Atatürk’e şirk oluşturacak şekilde tazimde bulunabiliyorlar.

Bu konuda Türkiye’deki tevhidî uyanış sürecinin fikrî ve fiilî mücadele saflarında bulunmamış Yaşar Nuri Öztürk, Ömer Özsoy, İlhami Güler, Mustafa Öztürk, Emre Dorman gibi kişilerin TC’nin kutsallarına ve kurucu liderine rahmet okumaları çok beklenmedik bir durum değildir.

Ama Türkiye’deki tevhidî uyanış sürecinden gelen, fikrî emekleri bulunan ve cemaatle namaz kılma ve ribat tarzı toplantılar yapma gayretleri olan ama münekkitliği ön planda bulunan bir hocanın “uydurulmuş din” diye muhkem ve muharref ayrımı yapmadan bütün geleneksel birikimimizi dışlama pozisyonuna düşmesi; 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra da Kemalist bürokrasinin ve aydınların cemaatlere açtığı savaş kampanyasına paralel olarak cemaat olmadığını ilan etmesi; arkasından da resmî ideolojinin kutsal günlerine güzellemeler yapması ve pozitivist bir inançla ölen Atatürk’e rahmet okumaya başlaması ise beklenmedik bir durumdur.

Ayrıca tevhidî uyanış sürecinin en acilci kanadından gelip de eski çizgisinden radikal bir şekilde sapanlara örnek olan ve kendi nefsi adına hiçbir özeleştiri vermeden İslamcılık eleştirisi yapan, Marksist öğelerle sentezlenen Latin Amerika Katolik kurtuluş teolojisini “Antikapitalist Müslümanlar” mottosuyla Türkiye’de kurmaya çalışan; tarihsellik ve tarihselcilik söylemiyle sınırlı aklına göre Kur’an kelimelerinin yerini değiştirerek başta aslı Kur’an’da olan Resulullah’ın mütevatir uygulamalarını ve zamanını aşkın sünnetini tahfif etmeye çalışan, kendi ifadelerine göre “eski İslamcı” tiplerin de inhiraf çizgilerinin tahlili gerekmektedir.

İşaret ettiğimiz ve Türkiye’de İslami bilinçlenme ve mücadele çizgisinin bir dönem taşıyıcılığını yapmış bu kişilerin hem fikrî çalışmalarını geliştirirken ihtisas şûrâsı ya da istişaresi fikrine ehemmiyet vermemeleri ve hem de “tearuf” içinde olmaları gereken ulu’l-elbab kişiler ve öbekler ile tezlerini müşavere etmekten çekinen bir bencillik içinde olmaları; kendilerini ve çevrelerini yanlışa sürüklemekte ve yıpratmaktadır. Üstelik bu isimler hem hareket hem cemaat olmak hem de iktidar gücüne ulaşmak konularında aceleci ve yüzeysel zaaflarla malul idiler. Kendilerini nazikçe uyaranları ise dinlemediler.

Türkiye’de İslami uyanış ve mücadele sürecinden gelip de bahsi geçen hataları hatta sapmaları yaşayan bu birikim sahibi insanların zihinsel ve davranışsal kirlerinden arınmaları için Rabbimize dua etmekteyiz.

Türkiye’deki “ıslah, ihya, şahidlik, direniş ve inşa” çizgisi ya da ekolü ümmetin çağdaş sorunları karşısında ilmihalini, kelami tasavvurunu, merhaleci mücadele ve şahidlik anlayışını yenilemek zorundadır. Ama değişen zaman ve mekân faktörleri nedeniyle İslam’ın asıllarına/sabitelerine, Kur’an’ın delaleti açık ayetlerine ve aslı Kur’an’da olan Resulullah’ın (s) zamanı aşkın sünnetine dayanarak yorum ve içtihatların yenilenmesi, Batılı paradigmanın ölçü, yöntem ve mitleriyle bağdaşmak anlamına gelmemelidir.

Özgünlük Sürecimizin Yolu

İsa’nın (a) tevhid çizgisinden ayrışan Pavlus ve Yuhanna’nın (ö. 100) “İnsan şeriat ile değil, İsa Mesih’e iman ile kurtulur.” sözünün kelami muğlaklığı gibi, Müslümanların tarihindeki sezgici veya akılcı mutasavvıfların ve felsefecilerin ıslah çizgisinin usulünden uzaklaşan yaklaşımları dün de bugün de şüpheler ve sorunlar oluşturmuştur. Oysa korunmuş olan münzel vahyin ve yetkileri Kur’an’da bildirilen Resulullah’ın bağlayıcı sünnetinin ölçü ve formunu açıkça gösterdiği şeriatın, dinin yaşanmasında ya da amellerimizde ölçü edinilmesi Allah’a, resullerine ve gayb âlemine imanımız kadar önemlidir. Zira fıkıh lehimizde ve aleyhimizde olan hükümlerin bilinmesinde kelami veya felsefi muğlaklığa yönelmeden takip edilen bir usûldür.

Bizim özgünlüğümüzde ilk öncelik, hakkı kavramak ve onunla adaleti ve şahidliği sağlayacak bir ümmet olmaktır. (7/181) Ama daha “biz” olmadan, nefsimizi arındırmayı, diğer İslami oluşumlarla da “tearuf”u gerçekleştirmeden; bir “fie, feik” veya “zümre” olarak şûrâ temelli bir model ümmet nüvesi olmadan çağdaş cahiliyeyi aşma hedefimiz sünnetullaha uygun değildir.

Liderinin arkasında duracak, hakka yönelen ve onunla adalet yapacak bir ümmet nüvesi haline gelmeden ve kitlede fikrî ve sosyal güç oluşturma merhalelerini yaşamadan devrimci ya da demokratik yollarla iktidar ve güç olma peşinde oyalanmamalıyız. Bu tür eğilimler şûrâ bilincinden ve sünnetullahı okumaktan oldukça kopuktur. Bu nedenle İslami kimliğimizi oluşturacak fikrî ve amelî kazanımlarımız kadar bizi istişari dayanışmadan “teşavur, şûrâ veşavir” ortak üretimine sevk edecek çalışmalar hayatidir.

İlmî etütlerimizde gerek tebliğ faaliyetlerimizde ulu’l-elbab diyeceğimiz donanımda itaat edeceğimiz “ulu’l-emr meclislerimiz” yoksa tabiî ki donanım sahibi doğal liderlere, öncülere ihtiyacımız olacaktır. Ancak İslami bütünü ve uygulama gücünü yakalayıncaya kadar bu tür dayanışmalar sürgit devam edemez.

Yazılı, sözlü ve eylemsel tanıklıkta ve salih amellerde öne geçen şahsiyetler ulu’l-emr meclisini, şûrâ meclisini oluşturacak insanlar yetiştirmeye yönelmezlerse doğal öncülükleri süreç içinde üstadlığa, monarşiye yani tek adamlığa yönelir. Her alanda oluşabilecek bu zaaflar başında görülmeli ve oluşum süreçlerinde takdire şayan tanıklıkları görülmüş ama şûrâ işleyişini kurumlaştıramamış İslami mücadele öncülerinin ya da ıslah ve ihya sürecindeki doğal liderlerin fikrî ve eylemsel rolü ve konumları mutlaklaştırılmamalıdır. Bu konudaki yaşanan yanlışların da tek taraflı olmadığı unutulmamalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR