1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Modern Türkiye’nin seküler elitlerinin İslâm dünyasına dair algıları...
Modern Türkiye’nin seküler elitlerinin İslâm dünyasına dair algıları...

Modern Türkiye’nin seküler elitlerinin İslâm dünyasına dair algıları...

Taha Kılınç, Kudüs hakkında iki izlenimi dile getirirken kendi tercihini açıklıyor.

02 Kasım 2022 Çarşamba 10:15A+A-

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Hangi Kudüs

Dedemin babası Molla Yusuf rahmetli, 1880 doğumluymuş. Uzun bir ömür sürmüş, 1973’te 93 yaşında vefat etmiş. Onun oldukça sıra dışı bir hikâyesi var. Her hatırlayışımda beni sarsan, derinden etkileyen, belki de şuur altımda istikametimi tayin eden bir hikâye bu:

Molla Yusuf, Selvi adında bir hanımla evlenmiş. Yusuf ile Selvi’nin çok mutlu bir evlilikleri ve beş çocukları olmuş: Süleyman, Halil (dedem, babamın babası), İbrahim, Fatma ve Raziye. Kışı Mersin’in Bozyazı ilçesinde, yazı da Tersakan yaylasında geçirerek sıradan bir hayat süren büyük dedemizin aile düzeni, 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’yla bozulmuş. İmparatorluk çapında ilân edilen seferberlik gereği, eli silah tutan bütün erkekler cepheye gönderilmiş. Ordunun memurları şehir ve kasabaları dolaşarak, tespit edebildikleri herkesi asker yazmışlar. 34 yaşındaki evli-barklı Molla Yusuf da askere alınanlar arasındaymış. Birlikler farklı cephelere gönderilirken, kelimenin en gerçek anlamıyla “nasip” gereği, Molla Yusuf’a Kudüs düşmüş.

Cepheye gittikten bir süre sonra, Molla Yusuf, salgın bir hastalık -muhtemelen kolera- sebebiyle yatağa düşmüş. Altı ay kadar, Kudüs’te Almanların kurduğu bir sahra hastanesinde dermansız şekilde yatmış. O dönemde imparatorluk çeşitli cephelerde bozguna uğramaya başladığından, cephe gerisinde salgın yüzünden yatan binlerce askerin bakımı büyük bir külfet oluşturuyormuş. Bunun üzerine, yürüyebilecek durumda olan her askerin terhisine karar verilmiş. Rahmetli Molla Yusuf, tabur doktorunun önünde attığı birkaç adımın ardından “sağlıklı” sayılıp terhisini almış.

Yıl 1916 olmalı. Molla Yusuf, Kudüs’ten ayrıldıktan sonra, yürüyerek bugünkü İsrail, Lübnan ve Suriye’yi aşarak Hatay’a gelmiş; Adana ve Mersin üzerinden memlekete ulaşmayı başarmış. Seferberlikte geri dönemeyen, bugün mezarları bile bilinmeyen on binlerce gariban Anadolu evladı düşünüldüğünde, büyük bir nasip. Savaş şartlarında yeme-içme, barınma ve yol güvenliği gibi birçok zorluğu hesaba kattığımızda, dönüşü mucize bile sayılabilir. Aylar süren yürüyüşün ardından evinin kapısını çaldığında yaşanan sevincin derecesini kelimelerle tarif etmek ise imkânsız.

Mersin yaylalarındaki kısa ve göreceli dinginlikten sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle beraber, Kurtuluş Savaşı sırasında Molla Yusuf’u tekrar askere almışlar. Dedemiz bu defa Sakarya Meydan Muharebesi’ne yollanmış. Çatışmalara bizzat katılmış, ağır şekilde yaralanmış, ölümlerin kıyısında gezinmiş. Kaderin cilvesine bakın ki, bu savaştan da sağ çıkmayı başarmış. Cumhuriyet kurulup Türkiye’de yeni bir dönem başlarken, Molla Yusuf, Bozyazı ve Tersakan’daki sakin hayatına çoktan geri dönmüş.

Ben kendisine elbette yetişemedim, ama kendimi bildim bileli, hafızamı hep onun hatıraları süsler. Hatta bana “İslâm coğrafyasına ilgin nasıl başladı?” diye soranlara, Molla Yusuf’un Kudüs macerasını ve sonrasında yaşadıklarını anlatarak cevap veririm ve eklerim: “Benim hikâyem ben doğmadan başlamış.”

Rahmetli büyük dedemizi bugünlerde yeniden hatırlayışım, Falih Rıfkı Atay’ın meşhur kitabı “Zeytindağı” vesilesiyle oldu:

Hafta sonu, dün başlayan Kudüs seyahatime hazırlanırken, Zeytindağı’nı yıllar sonra yeniden ele aldım ve tekrar okudum. Modern Türkiye’nin seküler elitlerinin İslâm dünyasına dair algılarını şekillendiren temel metinlerden biri olan bu “kült” kitabın içindeki galîz ifadeler, Araplara dair kaba ve düşmanca tasvirler ve Osmanlı İmparatorluğu Ortadoğu’suyla ilgili küçümseyici yorumlar, kaç nesli Müslüman dünyadan uzaklaştırmıştı, kim bilir. “Ümmet” mefhumuyla “millet”i kafa kafaya tokuşturan ve reyini ikinciden yana kullanan, “kulluk”tan çıkıp artık “vatandaş” olduğunu savunan kim bilir kaç nesil, Zeytindağı’nı başucu kitabı yaptı…

Falih Rıfkı, Zeytindağı’nda kendi penceresinden görünen Kudüs’ü tasvir ederken “garp tiyatrosu” tabirini kullanır. Onun Kudüs’ü sefaletle, ihanetle ve keşmekeşle eşdeğerdir. Medine-i Münevvere de Falih Rıfkı için “ahalisinin, ziyaretçileri sürekli soyduğu bir Asya pazarı”dır. Bu tasvirlerin sadece birer yorum ve gözlemden ibaret olmadığı, aksine bir dünya görüşünü ve kalp kıvamını yansıttığı ortada.

Ben ise oyumu büyük dedem Molla Yusuf’un Kudüs’ünden yana kullanıyorum. Onca çileyi simgeleyen, nice geri çekilişlerle ve hezimetlerle kayıtlara geçirilen, ama buna rağmen heybetinden ve güzelliğinden hiçbir şey yitirmeyen Kudüs’ten yana…

Başlıkta sorduğum sorunun cevabı da şu benim için: Dedelerimizin iman atlasında zamanlar ve zeminler üstü bir yıldız gibi parlayan, Hz. Ömerlerin, Salahaddînlerin, Yavuz Sultan Selimlerin Kudüs’ü…

HABERE YORUM KAT

3 Yorum