1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Kimsesizlerin kimsesi olmak
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Kimsesizlerin kimsesi olmak

12 Ağustos 2009 Çarşamba 02:37A+A-

İstanbul'dan Ankara'ya geliyordum. Öğlen sıcağı, güneş, bitmez tükenmez otoyol. Adeta insanın yaşadığı her yerden uzakta olma anlayışı üzerine kurulmuş otoyolda ıssızlığın içinde giderken, yolun kenarında bekleyen birisini gördüm.

Dikkatimi üzerindeki polis üniforması çekti. Etrafa bakındım, onun tek başına orada olması tuhaftı. Ortada ne ekip arabası, ne polisi gerektiren bir vukuat görünüyordu. El etti, durdum. Koşarak geldi ve nefes nefese 'Selamün Aleyküm' diyerek yanıma oturdu. Daha koltuğa yerleşirken onun polis olmadığını anladım. Üzerindeki üniforma taklitti. Omzunda sakil bir yazıyla "security" yazıyordu. O hayır duaları peş peşe sıralarken ne iş yaptığını sordum. Güvenlik görevlisiyim, dedi. Biraz da kuşkulandığımı düşünerek, hemen şu tepenin arkasındaki fabrikada, diye izahat vermeye çalıştı. Oturduğumuz yerden seçilemiyormuş, biraz yükseldiğimizde fabrikayı rahatça görebilirmişiz. Nitekim gördük de.

Bu dağ başında yolun kenarında ne aradığını sordum. Fabrikadan izin almış evine gidiyormuş. Ev, civardaki kasabaya yakın köydeymiş. Niçin görev yaptığı yere yakın oturmadığını sorduğumda, kiralar çok pahalı, dedi; dört yüz beş yüz istiyorlarmış. Aylık kazancı zaten beş yüz civarındaymış, bu yüzden ucuz olsun diye köyden tutmuş evi. Kirası iki yüz liraymış. Yüz lira mühim, dedi. Ne de olsa maaşının beşte biri. Sekiz günlük çalışmanın karşılığı. O konuşurken ben de zihnimde yüz liranın onun için anlamını düşünüyordum. Ekonomistler para itibaridir derler, doğru, aynı zamanda para anlamını hayatlar üzerinden kazanıyor.

Evine ancak on beş günde bir gidebiliyormuş. Bugün bir mesele dolayısıyla izin almış, eve gitmek zorunda kalmış. İzni saat beşte bitecekmiş. O sırada saat öğleden sonra birdi. Yirmi kilometre ötedeki ineceği yerden yaklaşık üç km. yürüyerek ancak eve varacakmış. Patronu beşte geri dönmezse işine son vereceğini de eklemeyi ihmal etmemiş...

HERKES KENDİ OTOYOLUNDA MI GİDİYOR?

O arada cep telefonu çaldı. Arayan bir kadın sesi, endişeli bir tonla, "O kapıda duruyor, dışarı çıkamıyorum, ne yapayım?" diye sordu. Adam hiddetle, merak etme, hemen geliyorum, ben ona gösteririm" diye bağırdı. Ses tonundan ne yapacağını tahmin etmek zor değildi. Telefonu kapattığında, izahat ihtiyacı ile eşim, dedi. Hayırdır, sorusu üzerine de ne olup bittiğini bir çırpıda anlattı. Kapıdaki adam ev sahibiymiş. Kirayı on beş gün geciktirdiği için kapıya dayanmış. Oysa ay başında adama uğramış, ödemeyi biraz geciktireceğini, gelecek ay iki kirayı da vereceğini söylemiş, ama o zaman sesini çıkartmayan ahlaksız adam, şimdi onun yokluğunda kapıya dayanmış. Tekrar, ben ona göstereceğim, hele bir ağzını burnunu kırayım da görsün, diye söylendi. Durdu, içkicinin biri, sarhoş, içki parası bittiği için gelmiştir o, ama kapıya dayanmak ne demek, görecek. Çaresiz kaldım, başka ev yoktu, en uygun ev de orası görünüyordu, diye parça parça konuşmaya devam etti. Bana mı anlatıyordu, kendi iç dünyasına mı sesleniyordu, belli değildi. Elinde oynayıp durduğu telefon tekrar çaldı. Arayan yine eşiydi. Mehmet abiye gidemiyorum, o hâlâ kapıda duruyor, diye konuştu. Adam, ev sahibine haddini bildireceğini yine en sert ve hakaretamiz sözlerle ifade edip, "korkan eşe" manevi bir destek verdikten sonra, git, diye üsteledi, Mehmet abi gaz verecek, lambayı da çıkar, temizle, yoksa akşam karanlıkta kalırsınız.

Bu geceyi demek eşi bir çadırda, gaz lambasıyla geçirecekti. Belki daha sonraki geceleri de. Kendisini arabasına alarak küçük çapta da olsa minnet borcu doğuran şahsa, neler olup bittiğini bir parça olsun anlatmak yükümlülüğüyle devam etti. Deprem çadırım var abi, şimdi gidip onu kuracağım, yatağı taşı, dolabı taşı. Çamaşır makinesini kira yerine bırakacağım açgözlüye. Elektrik yok orada, gazı söyledim Mehmet abiye, parasını sonra vereceğim. Akşam beşte dönmem lazım, nasıl kalacaklar o çadırda, ben de bilmiyorum. Ama kalacaklar. Yapacak bir şey yok. Ne olacak, çıkarıp kirayı verince haydi diyecek yeniden taşının eve. Başka vereceği kimse yok ki. Boşuna o yükler omzuma binecek. Döner miyim, bilmiyorum.

Yirmi yedi yaşındaymış. Anadolu toprağı gibi bir delikanlı. Öfkeli, kabına sığamıyor. Ev sahibi belki bir vesile öfkenin boşalmasına, daha derinlerde birikmiş bir kızgınlık, hayata karşı bir hayıf duruyor, öylesine katılaşmış. Eşiyle konuşmalarında kelime tınılarına yerleştirilmiş dayanışma ve sevgi bildirimleri vardı sanki. Yeşilçam repliklerini hatırlatan bir arka plan da söz konusu muydu acaba? Zorluklar insanları aynı kader çizgisinde buluşturduğunda ayrıca tuhaf bir ortaklık duygusu doğuyor. Dramlar galiba hep katmerli oluyor. Ancak buna dayanabilirim, denilen yerde bir başka dert daha kapıyı çalıyor. Popper, hayat problem çözmektir, demişti. Söz, kitap başlığı olarak güzel, ama hayattaki karşılığı acının zalim ihtişamı. Abi, dedi delikanlı, küçük bir çocuğum var, üç yaşında. Haftada üç kez diyaliz alması gerekiyor. Böbrek çalışmıyor. Allah devlete zeval vermesin, her şeyini karşılıyorlar, gelip alıyorlar, sonra getiriyorlar. Sadece bir hortum var, onu benim almam lazım. Elli lira abi.

Acaba bana hikâye mi anlatıyor, diye düşünüyorum. Bir ömrü bir buçuk saate sığdıran sinema filmlerinin yoğunluğunda dertler. İfadeleri doğal, bana anlatırken bir yandan da hayatını yeniden ellerinin arasında topluyor. Deprem çadırı, korkan bir eş, gaz lambası, taşınacak yükler, gece bekçiliği yapılacak fabrika, sessizliğin içinde bakılacak gökyüzü. O ara otoyolda bizi sıkıştırıp korna çalan bir arabanın ardından sesleniyor öfkeyle: Hele bir dur da adam sıkıştırmak neymiş sana da göstereyim.

Sakin ol diyorum, öfkelenme, kızma. Sükûnetle hallet işleri, bağırıp çağırmadan derle topla. Ev sahibini dövsen ne olacak, hayatındaki hangi problemi halletmiş olacaksın? Sadece öfken dinecek belki biraz. Ama bunun da bedeli olacak. Bunları söylerken bir yandan da farklı kültürlerin kendine has problem çözme yöntemleri olabileceği şöyle bir yokluyor aklımı, geçiyor. Belki dövme değil ama bağırıp çağırma bir iletişim biçimi, sorun çözmede bir yöntem olabilir mi? Antropolojik bir ruhla davranıyor olmanın utancıyla susuyorum.

Aynı gök kubbe altında çok farklı hikâyelerimizle koyun koyuna yaşıyoruz. Onu bir altgeçidin orda bırakıyorum. Koşarak yolu geçiyor. Dikiz aynasından kendini yokuş yukarı vurduğunu görüyorum. Durmasaydım, çok canlı çok gerçek ve zalim bir hayatın yanından habersizce geçecektim. O arkada kaldığında yol kenarındaki levhalar kadar sıradan ve unutulur bir figür olacaktı. Durdum ve hikâyesiyle yüzleştim. Toplum olarak tıpkı toprak gibi tektonik sınıfsal katmanlarda yaşıyor olabilir miyiz? Herkes kendi otoyolunda, asfaltında, topak yolunda, keçi yolunda mı gidiyor acaba? Bu anlatı belli ki bir süre yakamı bırakmayacak. Akşam evin penceresinden Ankara'nın ufkuna baktığımda ışıl ışıl elektrik lambalarının arasında gaz lambaları göreceğim. Bir rüzgâr deprem çadırının iplerini sarsacak. Yokluk, yoksulluk ve çaresizlik üzerine dile gelmez parlama anlarına çarpılacağım. Toplumun tüm katmanlarına nüfuz etme, insani bir sorumlulukla davranma hallerini ifade eden "kimsesizlerin kimsesi olmak" siyasetini düşüneceğim. Buradan ne çıkartabilirim bilmiyorum ama ne yazık ki ve ne iyi ki hiç olmazsa elimizde bu var.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT