1. YAZARLAR

  2. Ümit Kardaş

  3. Kilitlenen demokrasi ve çözümsüzlük
Ümit Kardaş

Ümit Kardaş

Yazarın Tüm Yazıları >

Kilitlenen demokrasi ve çözümsüzlük

07 Ekim 2008 Salı 04:02A+A-

12 Eylül'ün istisna halini sürekli kılabilmek için yaptığı en bilinçli anayasal düzenleme MGK yapılanması olmuş ve Türkiye'nin geleceğine uzun yıllar açılamayacak bir kilit vurulmuş, askerî vesayet rejimine süreklilik kazandırılmıştır.

Bu konuda yapılan yasal değişikliklerin bir yararı olmamıştır. Anayasal organ olması gerekmeyen MGK halen anayasal bir organdır ve anayasal görev alanında da hiçbir değişiklik yapılmamıştır. Ancak bunun ötesinde fiilî durumlarla pekiştirilmiş, muhalefetteki siyasi partilerce ve medyaca da desteklenmiş bir gelenek oluşmuştur. Bu gelenekle komutanların ve özellikle Genelkurmay başkanlarının söylediklerinin erklerin tümünden daha çok önemsenmesi ve hatta askerce talep edilenlerin diğer erklerce yerine getirilmesi tabii hale gelmiş, bu hal siyasî kadrolarca da içselleştirilmiş, medya desteğiyle toplum bu duruma alıştırılmıştır. Halktan aldığı vekaletin verdiği yetkiyi vesayet organına bırakan siyasî kadronun aczi ve medyanın çoğunlukla bu durumu çıkarlarıyla bağlantılı olarak tabiileştirmesi Türkiye'yi tam bir çıkmaza sokmuştur.

Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın, görevi Orgeneral Hilmi Özkök'ten devir alırken yaptığı konuşma bu çıkmazın açık bir göstergesiydi.. Orgeneral Yaşar Büyükanıt, konuşmasında silahlı bürokrasiye anayasal birtakım görevler yükleyerek, fiilî müdahalelerin meşruiyetini anayasaya dayandırmıştı. Bu konuşmada darbelerin dayanağını İç Hizmet Kanunu'na dayandıran eski anlayışlar yerine sürekli müdahalelerin kaynağı olarak Anayasa gösterilmekte, üstelik bu müdahalelerin siyasi bir müdahale sayılamayacağı belirtilmekteydi.. Bu vahim değerlendirme bazı siyasi kadrolarca alkışlandı, bazılarınca geçiştirildi, birçok köşe yazarınca yerinde bulundu ve hukuk âleminden de hiç ses çıkmadı. Oysa hangi demokratik ülkede, silahlı bürokrasinin başı sosyal devletin, hukuk devletinin, laik devletin ne anlama geldiğini yorumlamak, değerlendirmek hakkını kendisinde görebilir ve tamamen siyasî olan kamu hukuku ve anayasa hukuku alanlarını askerî güvenlik alanına sokabilirdi? Siyasî ve hukukî kavramlara verdiği anlamları siyasî kadrolara ve millete dayatabilirdi? Silahlı bürokrasinin apaçık siyaset ve hukuk bilimleri alanına giren konularda kendisini tek anlamlandırıcı olarak görmesi bir tehdidi de ima etmekteydi.

Her konuyu tartışabilmek esastır...

Yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un görevi devir alırken yaptığı konuşma da aynı çizginin devam ettiğini göstermektedir. General Başbuğ, Cumhurbaşkanı, siyasî kadro, medya ve toplum önünde yaptığı konuşmada hepimize ulus ve ulus-devletin ne anlama geldiğini Mustafa Kemal'e göndermeler yaparak anlatmakta, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ortak paydalara ve üst kimliğe zarar verebilecek faaliyetlere hiçbir zaman müsamaha göstermediklerini belirterek, bütün vatandaşların "Ne mutlu Türk'üm" ve "Ben Türk ulusunun bir ferdiyim, vatandaşıyım" demekten çekinmemelerini ve onların bu konudaki tereddütlerinin giderilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece toplum, siyaset kadrosu, yargı bürokrasisi, akademi dünyası ve medya silahlı askerî bürokrasinin başında bulunan generalden görev alanı içinde bulunmayan ve uzmanı olmadığı siyasî, hukukî ve sosyolojik kavramların nasıl düşünülmesi gerektiğini öğrenmektedir. Kuşkusuz bu konularda askerlerin de kişisel görüşleri bulunabilir. Ancak bu konuşmanın darbe pratiği olan ve rejim üzerinde vesayet oluşturmuş bir silahlı kurum adına yapıldığını unutmamak gerekir. General Başbuğ, konuşmasının sonraki bölümünde ise ifade özgürlüğünün sınırını çizmektedir. General Başbuğ aynen "Ulus devlet yapısını zayıflatmaya çalışmak ve tartışmak Türkiye'nin ülkesi, ulusu ile bütünlüğünü istememek demektir. Her konuyu tartışabilme özgürlüğü, devletlerin varlığını riske sokacak konuları içermez. Devlet içinde entelektüel tartışmaların yapılabilir olması, devleti ayakta tutan unsurların tartışmaya açılması anlamını taşıyamaz. Bu gerçek yalnızca Türkiye için değil, çağdaş devlet tanımı taşıyan tüm devletler için de tavizsiz olarak geçerlidir."

General Başbuğ daha sonra devlet, birey, özgürlük kavramları arasındaki dengeden siyaset adamları ve medyayı sorumlu tutarak titiz davranmalarını istemekte, demokrasi için yasalara saygı ve topluluğa bağlılığın önemini vurgulayarak, topluluğa bağlılığı ise ülke çıkarlarını gözetebilen sivil toplum örgütlerinin sağlayacağını belirtmektedir. General Başbuğ daha da ileri giderek etnik sorunun tartışılmasındaki sınırları da şöyle çizmektedir: "Kimse Türkiye'den belirli bir etnik gruba kültürel alanın dışında, siyasal alanda grupsal düzenlemeler yapmasını demokratik istekler aldatmacasıyla gizleyerek isteyemez ve bekleyemez. Daha önce de ifade ettiğim gibi, her konuyu tartışabilme özgürlüğü, devletlerin varlığını riske sokacak konuları içermez." General Başbuğ daha sonra Cumhurbaşkanı'na hitap ederek Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu hatırlatıp, tüm değerlerin temel taşı olarak nitelediği laiklik ilkesinin anayasal anlamını ayrıntılı olarak anlatmakta, demokrasi ve hukukla ilgili görüşlerini ise bu kavramlarla ilgili bir sorun görmediğinden kısa geçip, sosyal devleti cemaatler üzerinden irdelemektedir. Başbuğ konuşmasının son bölümünü dış politikaya ayırarak, TSK'nın dış politikadaki çizgilerini belirtmektedir. General Başbuğ basına karşı yaptığı toplantıda ise toplumu, siyasi alanı ve hukuku militarize eden 28 Şubat darbe sürecini toplumu, siyaseti ve hukuku bloke eden bir sonsuz gerçeklik olarak ortaya koymaktadır. Yine general Başbuğ, Doğu ve Güneydoğu'ya yaptığı gezide ikinci bir başbakan tavrıyla akredite olmuş sivil toplum örgütleriyle toplantılar yapmakta ve tamamen siyasî bir konu olan, parlamentonun yetkisinde bulunan af konusunda fikir beyan ederek, bunun imkânsızlığını son bir irade olarak açıklamaktadır. Gerçek bir demokraside generaller bu tür konuşmalar yapamazlar, yapmaya kalkanlar ise emekli edilir ve yargılanır. Oysa Türkiye'de 1960 askerî darbesiyle başlayan ve özellikle 1980 askerî darbesiyle bugüne kadar gelen süreçte bir istisna hali yaşanmaktadır. Bu istisna hali kural haline gelmiştir. Askerî bürokrasi siyaseti, toplumu ve iç güvenliği düzenleyen bir gücü kullanmaktadır. MGK yapılanması içinde ve dışında anayasaya dayandırılan sürekli siyaset yapma, siyaset üretme ve siyaseti yönetme fiili durumu, askerî yargı alanının genişliği (çift başlı ceza yargısı), askerî idarî yargının varlığı (çift başlı idarî yargı), EMASYA protokolüyle askere sosyal olaylara kendi inisiyatifiyle müdahale etme yetkisi verilmesi, TSK içinde ötekileştirme ile birlikte ötekileştirdiklerini baskıyla sindirme eylemlerinde bulunan Batı Çalışma Grubu, Cumhuriyet Çalışma Grubu gibi örgütlenmeler ve darbe planları, 12 Eylül yönetiminin ülke genelinde, özellikle Diyarbakır'da uyguladığı kurumsallaşmış sistematik işkenceler ve Şemdinli'de suçüstü yakalanan devlet terörü, faili meçhul cinayetler, vicdanları hapseden ve istisna haline övgüler düzen bir medya örtüsü, toplum içinde darbenin ortamını hazırlayan istisna halinin çete örgütlenmeleri, 2003-2004 darbe teşebbüsleri, 27 Nisan e-muhtırası, vicdani ret itirazında bulunanlara uygulanan baskı, şiddet ve işkence, Kürtlere yönelik iç ve dış askerî operasyonlar, JİTEM, özel tim ve koruculuk yapılanmaları ve hukuk dışı uygulamaları, ülke içinde girilmesi yasaklanmış askerî yasak bölgeler, polis devlet uygulamalarına yol açan iç güvenlik kanunlarında yapılan değişiklikler, Anayasa Mahkemesi'nin hukuku araçsallaştırdığı 367 kararı, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliklerin iptali kararı, Başsavcı'nın % 47 oy almış iktidardaki bir partiyi suç oluşturmayan eylemleri nedeniyle kapatma ve Başbakan ile Cumhurbaşkanı hakkında siyaset yasağı istemi, Yargıtay ve Danıştay'ın hukukun askıya alınması halini destekleyen açıklamaları, üniversitelerin istisna halinin uygulama alanları durumuna gelmesi. Yasasızlığın, hukuk dışılığın bir yasaya ve hukuka dönüşmesi. Gücün ve şiddetin, hukuku ortak iyilik amacından ve adaletten saptırarak gücün ve şiddetin hukuku haline getirmesi. Vahim olan bu tablo karşısında 'Türkiye'nin koşulları bunu gerektiriyor' gerekçesi hakikate, akıl ve vicdana uymamaktadır. Aksine Türkiye bu sürekli istisna hali nedeniyle yapması gereken sıçramayı yapamamakta, insanlarını mutlu edememektedir. Askerî vesayeti dolayısıyla istisna halini, kalıcı yapıları ve anlayışları sonlandırma etkisi yaratmayan bir Ergenekon soruşturmasının ise bir yarar sağlayamayacağı açıktır. Yeni bir anayasa ile gerçek bir demokrasinin çatısı çatılmalıdır. Silahlı bürokrasinin bir daha anayasadan kendisine meşruiyet sağlayarak görev çıkarmaması için yeni anayasada ordunun görevinin sadece dış güvenlik ile sınırlı olduğu vurgulanmalı, egemenliğin sadece yasama, yürütme ve yargı erkleri eliyle kullanılacağı açıkça belirtilmelidir.

Türkiye'nin önünü tıkayan ve atılım yapmasını engelleyen önemli bir sorun da yukarıdaki durumla çok bağlantılı olarak ifade özgürlüğü üzerindeki ağır baskılardır. Askerî vesayetin bulunduğu yerde siyaset, hukuk ve ifade özgürlüğü zemin kaybetmektedir.

Sonuç olarak önce her anlamda ve her alanda toplumsal bilinç ve vicdanı uyandırarak geçmişimizle yüzleşmeliyiz. Bununla birlikte askerî vesayetten arınmış, demokratik yeni bir anayasa ile TCK'daki ifade özgürlüğünü sınırlayan ve baskılayan antidemokratik düzenlemeleri kaldırarak sorunlarımızı tartışabileceğimiz bir ortamı yaratmalıyız. Sorunlarımıza çözümler bulabilmek için yönetimleri diyalog ve barışa zorlayacak sivil itaatsizliğin önemli bir yöntem olduğunu unutmamalıyız. Sürekli istisna halinde yaşamaktan kurtulmanın başka bir yolu bulunmamaktadır.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT