1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Kemalizm Halka Kan ve Zulümle Dikte Ettirildi
Kemalizm Halka Kan ve Zulümle Dikte Ettirildi

Kemalizm Halka Kan ve Zulümle Dikte Ettirildi

Haksöz Dergisi’nden Bahadır Kurbanoğlu ile tarihe dair İskilipli Atıf’tan Şalcı Şöhret Bacı’ya dair konuştuk.

27 Şubat 2012 Pazartesi 11:58A+A-

 

 

Haksöz Dergisi’nden Bahadır Kurbanoğlu ile tarihe dair İskilipli Atıf’tan Şalcı Şöhret Bacı’ya, tarihin öneminden gençlerin tarih okumasında yapması gerekenlere, yakın tarihte yaşanan zulümlerden gelecekle tarih arasındaki ilişkiye uzanan geniş bir söyleşi gerçekleştirdik.

Röportaj: Esad Eseoğlu / Dünya Bizim

Konuşmalarınızda ve yazılarınızda sıklıkla belirttiğiniz bir husus var: “Bir ideoloji, dava yahut hareketi tanımak için mutlaka tarihsel arka planına bakılmalı.” Bunu çokça ifade ettiğinize göre, önem verdiğiniz bir mesele. Bu konuyu niçin bu kadar önemsiyorsunuz?

Tarih, size sizin birikiminizi sunuyor. Size kim olduğunuzu hatırlatıyor. Bu çok önemli. Düşünebiliyor musunuz? Yüzlerce tecrübeli insan sizden önce düşünmüşler, sizden önce o konuya dair kafa yormuşlar. Bu yadsınacak bir şey değil. Bir konuda sonuca ulaşıyorum meselâ, bakıyorum, Ebû Hanife ona benden önce ulaşmış. Zaman kaybetmeden aynı sonuca ulaşma imkânı doğuyor.  Bunu, ben Ebû Hanife’den 40 yaşında okudum, niçin 20 yaşında okumayayım? Tarih, bu anlamda oldukça önemli.

“Geleceğimizi tarihle inşâ edeceğiz”

Kemalistlerin ürettikleri bir tarih var, bir de yakın tarihleri var. Uydurmuşlar bu yakın tarihi, yalanlarla dolu. Kendilerini belirli bir konuma oturtmak için, insanlar üzerinde bir tahakküm oluşturmak adına yapılmış bu yalan tarih. Alternatiflerini geliştirenlerin de muhâfazakâr tarih algısını ürettiklerini görüyoruz. Birileri Abdülhamit’i överken, birileri yeriyor. Ya ikisi de doğru değilse? Zâten ister istemez kendinizi bir yerde buluyorsunuz. Kemalist tarih algısına karşı birileri muhâfazakâr tarih algısını geliştiriyor ve bu bir süre sonra Müslümanlar üzerinde ciddi bir etkinliğe ulaşıyor.

1000 yıllık bir tarihten bahsediliyor meselâ, sormak lâzım kim söylüyor bunu, niçin 1400 yıllık değil, niçin Adem’den bu yana denmiyor yahut? Bu soruların cevabı için başlıyorsunuz incelemeye. İlerleyen safhalarda görüyorsunuz ki bunların hepsi bir amaca hizmet ediyor. Üretilmiş şeyler olduğunu görüyorsunuz. Yahya Kemal gitmiş Fransa’ya, bir tarihçiden aktarmış, zaman içerisinde de gittikçe ünlenmiş, bünyeye yerleşmiş. Nerede üretildi, pek bilinmiyor ama üzerine bir sürü şey yazılıp çizilmiş. Bizim “millî dindarlık” dediğimiz şey muhâfazakâr tarih algısı üzerine oturur. İçinde Fatih Sultan Mehmet’ler, Abdülhamid’ler vs. vardır. İktidar ve güç özleminin merkezde olduğu nostaljik bir tarih okuması vardır. Bunların hiç yanlışları yoktur. Farklı bir tarih kutsamasını içerir bu durum, Kemalist tarihe alternatif olarak.

Marksizm’e bakalım meselâ, size bir tarih şeması sunar, 5 dönemden oluşur. Oradan, size bir gelecek tasavvuru oluşturur. Sadece tarih olarak bakılmamalı olaya, geleceğimizi tarihle inşâ edeceğiz. Söylediklerim tarihe/ tarihî bilgiye saplanıp kalmak olarak anlaşılmasın. Bir tarih perspektifi, hatta akîde edinmek anlamında bir şeydir bu. Ki Kur’an’daki kıssalarda “kimin başına neler gelmiş”in anlatısı değil; her döneme ilişkin sağlam bir duruş ve açılımlar üretmemizi sağlayan “ilkelerin tarihi”dir.

Gelecek tasavvuru için.

Evet, geleceği inşâ açısından bunu bilmek zorunluluğu vardır. Biz tarihimizden kopmuş durumdayız. Diyelim ki Sebil’ur Reşad devam etseydi 1920lerde, 30larda, düşünebiliyor musunuz o birikimin devam ettiğini? Nasıl bir gençlik ve nesil oluşurdu? Bambaşka bir şey ortaya çıkacaktı. İnanılmaz şeyler olacaktı belki o dönemde.

“Suçlu arama gayretinde değiliz”

Hafıza kaybı dediğimiz şeyi düşünün. Kafanızı bir yere vurmuşsunuz. 25-30 yıl öyle yaşamışsınız, 30 yıl sonra kendinize gelmişsiniz. Kaybı düşünün. Burada olan da aynı şey. Kafanızı bir yerlere vuruyorlar. Silkeliyorlar sizi, susturuyorlar Takrir-i Sükûnlar ile vs. Siz ise tekrardan bir hatırlama gayreti gösteriyorsunuz. Bu arada bir sürü hata yapılıyor, zaaflara düşülüyor. Suçlu arama gayretinde değiliz elbette, sadece gözlemliyoruz. Adalete mebnî (adalete dayalı) olarak yapılması gerekenlerden bahsediyoruz.

Mücadeleler çeşitli yöntemlerle zamanına göre değişim gösterebiliyor. 50’li yıllar mesela. Bir yeniden silkiniş, yeni fıkıhlar oluşturma, döneme göre kendinizi yeniden tanzim etme çabaları. Sonradan gerek solun, gerekse bazı uç görüşlerin tesiriyle sağcılık ve Müslüman halkın sisteme entegrasyonunun sağlandığı yıllar olarak nitelenegelmiştir. Oysa doğru değildir. Aksine DP’ye de tavır almış, Müslüman halkı o dönemde İslâm’ın şiarlarıyla yeniden buluşturma çabasını içerir, tüm zaaf ve eksikliklerine rağmen. İnsanların bulunduğu durumu ve dönemin şartlarını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu konuyla ilgili iki bölümlük bir makale var Haksöz dergisinde. Eşref Edipve Said Nursî örnekleri üzerinden. İlgilenen arkadaşlar bakabilirler. 250 ve 251. sayılarda.

Yakın tarihe baktığımızda İstiklal Mahkemeleri eliyle ve başka birçok şekilde sindirilen/ yok edilen ismini bilmediğimiz birçok isim var. Daha ismini duymadık belki birçoğunun, bir şekilde açığa çıkıyor yavaş yavaş. Sizin araştırmalarınız oldu mu bu konuda?

Babaeski müftüsü Ali Rıza Efendi var meselâ. Adam savunma bile yapmadı. Anladı durumunu, ona bile ihtiyaç hissetmedi. İbrahim Hakkı’lar,Ethem’ler, Makriköylü Hasan Efendi’ler,Erbilli’ler, kimler kimler, yüzlerce, binlerce insan...

“O dönemde bir ‘isyankâr’ profili var”

İstiklal Mahkemeleri’nin misyonunu ve şapka kanununun ruhunu iyi kavradığımızda olayı anlarız. Bir devlet form değiştiriyor, birtakım insanlar da engel olarak beliriyorlar. Böyle anlatılır tarih. “Onlar şapkadan dolayı yok edilmediler, isyankâr oldukları için yok edildiler” denir. “Yeni cumhuriyet kurulmuş, bu cumhuriyetin düşmanı çoktu; yavaş yavaş pençelerini gösterdiler” denir. Halbuki yok edilenlerin hepsi bu coğrafyada evi barkı, ailesi, aşireti olan insanlar ve bu coğrafyanın kurtuluşu için mücadele etmiş insanlar. Hepsinin bir cephede emeği geçmiştir mutlaka.

Said Nursî Bitlis’te Ruslar’a karşı savaşmış. Seyid Rıza, Kazım Karabekir’in ordusuna 10.500 kişiyle destek vermiş bir insandır. O dönemde zaten geniş bir “isyankâr” profili var, Kazım Karabekir’e kadar genişliyor bu. Cumhuriyet tarihi, Mustafa Kemal’in kendi diktasını oluşturma tarihidir. Kendi yapmak istediklerini, önüne hiç kimse geçemesin diye gerek kanunlar yoluyla (yetkilerin kendi üzerinde toplanması), gerek İstiklal Mahkemeleri yoluyla cebir, tenkil (uzaklaştırma), taktil, tehcir, tedip (yola getirme) ve terör yoluyla hayata geçirmesinin tarihidir.

Bir kimlik, hem fizîken hem de fikren ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Toplumu değiştirirken önce kanaat önderlerinden başlarsınız. Takrir-i Sükun bunu rahatlıkla yapabilmek için çıkarılmıştır. Muhalif bir basın olmamalı, mecliste konuşan bulunmamalı. Önce bir susturma, ondan sonra istediğini yapma.

İskilipli Atıf da simgesel olarak şunu temsil ediyor: Müslüman kimliğin zor yoluyla tamamen susturulması ve bu coğrafyadan silinmeye çalışılması. Şunu unutmamak gerekiyor, ulus-kimlik İslâmî kimlik bastırılmadan oluşturulamazdı. Cumhuriyet tarihi, iki kimliğin çatışmasıdır aslında. Tekke-zaviye-medreselerin kapatılması, Kur’an eğitiminin yasaklanması, harf devrimi... Bunlara bakın, tamamen bakiyenin görünür olmaktan çıkarılması, ortadan kaldırılıp yok edilmesi, unutturulmasına yöneliktir. Elbette en önemlisi de, vahyi bir vicdan ve akılla hayatın, toplumun ve bireyin ıslahı, kişiliğinin, kimliğinin, ahlakının tanzimi geleneğini yok ediyorsunuz. Hâlâ bunun yeniden inşası çabalarını bu yüzden konuşmuyor muyuz?

“Şal ören, 2 çocuğu olan gariban bir kadın Şöhret Bacı”

Sormak istediğim bir kişi var, İskilipli Atıf’a geçmeden evvel: Şalcı Şöhret Bacı. Anlatabilir misiniz Şöhret Bacı’yı?

Şalcı Şöhret Bacı’nın olaylarla hiçbir alâkası yok. Gariban bir insan o. Dul bir kadın. 2 çocuğu var. Şal örüyor. Çocuklarının zaptiyeler tarafından alındığını öğreniyor, hükümetin önündeki kargaşaya gidiyor ama çocuklarını göremiyor. Çocuklarını göremeyince zaptiyelere hakaret ediyor; “Şapkanıza da bilmem nenize de, nerede çocuklarım” gibi bir şeyler söylüyor. Zarar verdiklerini düşünüyor çocuklarına. O arada tutuklanıyor. Ama sonuçta şapkadan dolayı idam edilmiş oluyor. Başına –kadın olduğu anlaşılmasın ve infial oluşmasın diye- çuval geçirerek asıyorlar… Biz bunu yıllar sonraÇetin Altan’ın anlatısından öğreniyoruz. Dönemin Jandarma komutanı dedesi Tatar Hasan Paşa’nın marifeti imiş bu. Yıllar sonra yazıyor, öğreniyoruz. Ha, belki bölgeye gidip araştırılsa başka şahitlikler de olabilir; ama ben rastlamadım. Bu tür dramatik olaylar da var.

Bu olaya dair söylenecek çok fazla bir şey de yok, insan kalıyor sanki öyle.

İlginç olan bir yer şurası olabilir: İdam edilen tek kadın, kadın olduğu belli olmasın diye çuval geçiriliyor (infial uyandırabilir diye), ilaveten hiçbir gazete bundan söz etmiyor diğer olayları abartarak vermelerine rağmen. Bilgisi yok da mı bahsetmiyorlar, yoksa özellikle mi gizleniyor? Bence özellikle gizleniyor.

Devlet, değiştirmek istiyor, değişeceksin diyor. Bundaki ciddiyeti sana göstermeye çalışıyor. Şapka Kanunu, Müslüman halka müdahalede bulunan ve yeni rejimin demir yumruğunu halka gösteren ilk kanundur. Tesettüre direkt olarak bir şey yapamadıkları için erkek üzerinden başlatılmıştır süreç. Ayrıca o dönem yaşananlara kanun arayanlar da komik duruma düşüyorlar. Kanunsuz zâten birçok şey. Hukuk yoktu. Varmış gibi davranılıyordu.

İskilipli Atıf hakkında konuşalım biraz da. Çokça suçlanıyor belirli çevreler tarafından “hain” “İngiliz yanlısı” “isyankâr” diye. Siz ne diyorsunuz bu söylenenlere?

Şunu sormak lâzım: Mâdemki haindi, niye meşhur 150’likler listesinde yoktu? Niye geçmişte hiç yargılanmamıştı? Geçmişi sürekli kendini takip eden bir insan, riskler olduğunu düşünen insan; “10 yıl boyunca 50 kitap basacağım” deyip de yayınevi kurar mı, gelecek tasavvuru oluşturur mu? Laleli’de evinde oturuyor, çoluğu var çocuğu var; ekonomik durumları da iyi değil. Yayınevi kuruyor kendisine layık olan görevlere gelemeyince; kendine bir iş kuruyor yani. Bir sürü kitabı vardır.Tesettür-ü Şer’i kitabı basılmıştır, İslam’da İçkinin Zararları hakkında bir kitabı vardır, sonrasında Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesi.

Yargılamaları esnasında mahkeme heyeti, sürekli geçmişe dönük hukuksuzca hatırlatmalarda bulunuyor, kendi vicdanî kanaatini güçlendirmek için. Delil yok, sadece vicdani kanaate mebni isnadlar var. Sorular karşısında gösterdiği deliller de dikkate alınmıyor. Yalancılıkla itham ediliyor heyet tarafından. Bu vicdanî kanaat meselesi de mahkemelere verilmiş bir hak(!) o dönemde. Delilsiz de olsa, vicdani kanaate göre adam asabilirsiniz, karar alabilirsiniz denmiş oluyor. Zaten Kemalist tarihçiler bu mahkemeleri hukuken savunma yoluna pek gitmezler. O dönemde şartlar böyleydi derler. “İnkılabın ruhuna göre hareket etmek zorundaydı bu mahkemeler” derler. “Nedir bu ruh” dediğinizde, bir otoritenin politikalarını hayata geçirebilmek için tüm muhalif addettiklerini cürüm olsun olmasın, gelecek açısından tehlike görerek sindirme operasyonudur. Meşruiyetinin tek gerekçesi inkılapların gerekliliğidir. Kim karar vermiştir buna: Tek Adam!

Düşünün meselâ Alman vulgar materyalizmi, biyolojik pozitivizm, sosyal darwinizm hayat bulacak diye, Ziya Gökalp’in görüşlerine göre bir toplumun değişmesi gerektiği kanaatine vardığınız için nice hayatları yok ediyorsunuz. Tabii Lozan’ın arka bahçesinde İngilizlerle neler konuşulduğunu arşivsel açıdan bilemiyoruz. Bu da işin uluslararası boyutu, emperyalizmle ilişkili yanı. Maalesef 100 yıldır açılmayan İngiliz arşivleri açılana dek de öğrenemeyeceğiz. Yani mesele sadece kişisel ihtiraslarla açıklanabilecek kadar basit de değil. Ama somut görünürlükte, yaşanmışlıklarda açık olan taraf bu.

İstiklal Mahkemelerine dönersek “vicdani kanaat”ten bahsetmiştiniz...

Evet, öyle. Bu kanaati güçlendirmek için mesela Mahmut Şevket Paşa suikastıyla alâkası kurulmaya çalışılıyor. Bu söyleniyor. Böyle bir iddia atıyorsan iyi araştır. İskilipli bu suikastla suçlandıktan 1,5 yıl sonra sürgünden çağrılıyor. Sürgüne gönderenler de 1,5 yıl sonra çağıranlar da aynı İttihat ve Terakki Hükümeti.

“Hukûken yapmıyorlar, bunu da söylüyorlar”

Mahkemedeki adamların kimlikleri ortada zaten. Asker adamlar. Milli mücadele’de başarıları olmuş adamlar. Hukukçu değiller. Özellikle bir kısım insan için geçmişten öç alma durumu mevcut. Sürekli geçmiş kurcalanıyor. Hukûken yapmıyorlar, ki zaten hukuken yapmadıklarını da söylüyorlar.

Ergun Aybars’ın kitabını okuduğunuzda geçmişe dair yapılmış bir özeleştiriyi görürsünüz. “Potansiyel tehlike (gelecekte tehlike olabilecekler diye de söyleniyor) olabilecekleri niye ortadan kaldırmadınız?” diye sorar mahkeme reislerine. Geçmişte yapılanların mazur görülmesi, o dönemin şartlarının göz önüne alınması falan söylenir. Başka ihtilallerde daha fazla kan olduğunu belirtirler. Meselâ “Fransız İhtilali’nden sonra 1793’te bir gecede 17000 kişi idam edildi ama cumhuriyet döneminde bu olmadı” denir. Tabii buna da bakmak lâzım, acaba burada söylenildiği gibi daha mı azdı? Şeyh Said isyanında, Dersim’de bahsedilen resmi rakamlar ne kadar doğru? İstiklal Mahkemeleri için 1050 kadar kişiyi idam ettiği söylenir, resmi kayıtlara. Oysa bu mahkemeleri canla başla savunan Aybars bile “5000’den fazla insan idam edildi” der. Cellat Kara Ali, sadece kendisinin 6000 küsur kişiyi ipe gönderdiğinden bahseder.

Şöyle denir: “İnkılapları bir an evvel hayata geçirmek istiyordu Mustafa Kemal. Karşısına çıkanlar, gerek görüşlerine, gerekse siyasi konumunun güçlenmesine muhalefet edenler de engel oluyorlardı kendisine.” Bunlar da kişisel ihtiras sahipleri olarak lanse edilir. Böyle bakıyor tarihçi, gazeteci ve siyasiler. “O engeller kaldırılmalıydı. Doğal olan bu. Ha, bazı yanlışlar yapılmış olabilir, bir tarafta Hitler vardı, Mussolini vardı, rejim yerleştiriyorsun, kolay değil” diyorlar ve biraz evvel bahsettiğim diğer iddiaları tekrarlıyorlar. İyi de, geriye dönüp baktığımızda tahlil etmeyecek miyiz? Yalan ve zulüm üzere oluşturulmuş bir siyasal kimliği sorgulamayacak mıyız?

Tarihçilerden hiç mi basiretli kimseler yok o dönemde?

Tarihçiler aşağılanmış, tehdit edilmiş ve susturulmuş, sırf belirli bir tarih oluşturulmak için. Türk Tarih Kongreleri incelenebilir bunları görmek için. “Burada bilimcilik yapılmıyor, başka bir şey yapıyoruz.” denilmiştir açıkça. Tarihçi olmayanlar tarafından yapılmıştır tarih çalışmaları. Böyle bir süreci görüyoruz, sorgulanacak elbette. Böyle dediğinizde sizin söylediğiniz şeyler bilimsel değilmiş gibi duruyor. Oysa daha cumhuriyet döneminde kendi kurgularından bir-iki yıl içerisinde tornistan edilen hususlar da var. Meselâ dilin sadeleştirilmesi (daha doğrusu kelime uydurulması) gibi gülünç girişimlerden geri adım atılması gibi. Gülünç diyoruz ama buz gibi ideolojik. Belli bir amaca matuf. Tornistan ise özür değil, zamana bırakalım anlayışının bir uzantısı. Falih Rıfkı Atay, bir paragraflık cümleler için meşhur sofranın etrafında nasıl kırk takla attıklarından bahseder meselâ anılarında. Bu arada hemen belirtmeliyim ki bu konuları araştırırken bu anılar meselesi önemli. Çünkü tek adam övülürken pek çok malzeme sunulur bu hatırat kitaplarında.

Ben de tam bunu soracaktım. Bu kadar karışık bir durum var önümüzde. Özellikle gençlere o dönemi öğrenmek nasıl bir sistem önerirsiniz? Bilgiler çok dağınık. Meselâ İskilipli Atıf’ı öğrenmeye çalışan bir genç nasıl bir okuma yapmalı, hangi eserleri okumalı?

Bir konu araştırılırken önce bir ansiklopedik bilgiye bakılması lâzım. Ansiklopedi önemlidir. Çünkü ansiklopedik bilgi bize kronoloji verir. Kafamızda bir harita oluşturur. Doktora çalışmasında dâhi bu yapılır, teknik bir bilgi olarak söylüyorum bunu.

Pek çok kitap saymak mümkün ama gençler için ilk elden Ahmet Cemil Ertunç’un Cumhuriyetin Tarihi (Pınar Yayınları) kitabını önerebilirim. Diğer kaynaklara yönelimde de oradaki dipnotlar ziyadesiyle yönlendirici olabilir. Konumuzla alâkalı ise Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları 1926 (İşaret Yayınları) kitabı mutlaka edinilmeli bence. Çünkü bundan sonra çok lâzım olacak. Orada şapkayla alâkalı şeyler var, onları görebilir okuyucu. Mehmet Sılay’ın İskilipli Atıf Hoca (Düşün Yayıncılık) isimli kitabı çıktı. Ayrıca mevcudu olmasa da araştırılıp bulunmasında fayda olan diğer eser;  Tahir’ul Mevlevî’nin Nehir Yayınları’ndan çıkan kitabı. Araştırılarak bulunabilir, sahaflarda olabilir. (Tahir’ul Mevlevi, Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri) İnternet üzerinden (yetmiyor ama kolay öğrenme açısından söylüyorum) Mustafa Armağan’ın Tarih Atlasıprogramında var, birkaç farklı videosu var. İskilipli’ye nasıl hücum ettiklerine dair 2008’de yapılmış Ceviz Kabuğuprogramı (5 bölümlü videolar hâlinde) izlenebilir. Karşılaştırma açısından önemlidir, kesinlikle bakılmalı Youtube’dan. Bir Devrin Din Mazlumları kitabı Necip Fazıl’ın yazmış olduğu bir eserdir. Oradan bakılabilir. Ama oradaki anlatılar delillendirilmemiştir.

O zaman ilk defa dile getirilen bir şey bu, niye Necip Fazıl ayrıntılı bir şekilde anlatmıyor?

O da duyumlarla elde ediyor bilgileri. Sonra araştırılıyor. O vesile oluyor.

Olayın ciddiyetini biliyor ama Necip Fazıl.

Elbette. Nereden biliyor peki? Büyüklerinden, o dönemi yaşamışlardan aktarılmış şeyler. Tanıklıklar önemlidir. Şeyh Said ya da Dersim olayında da mesela yaşanmışlıkları canlı şahitler eşliğinde aktaran belgesellerin önemli olduğu gibi. Bunlar bizim iz sürebilmemizi kolaylaştırıyor.

Yunan uçaklarından atılan bildirilerden çokça söz eder bazı kesimler. Siz ne diyorsunuz buna?

Böyle bir şey yok. Altında imza yok. Cemiyetle bunun bir ilgisi yok. Ama mahkeme bunu 6 yıl sonra önüne koyuyor. Ama belge de sunduğu hâlde (Vakit gazetesinde Atıf hocanın yayınlattığı tekzibnamenin makbuzu) o kindar yaklaşım biçimi mahkemenin ruhuna yapışmış adeta. Vicdanî kanaat oluştuğu anda(!) yargılayanlarda olay aslında bitiyor. Diğerler hususlar birer bahane.

İskilipli’nin ayrıca dramatik bir yönü vardır. Savcı belirli bir süre ister, 3 ila 15 yıl talep eder İskilipli için; ama heyet idam verir. Bu da hukuk tarihine geçmiş apayrı bir katliamdır. Tahir’ul Mevlevi beraat eder. Delilden bahsedip durur mahkeme ama yoktur böyle bir şey. Delil dediğimiz şey Rize olaylarına dairdir ve bir de risalenin tekrar basılıp ikinci basımının o bölgeye ikinci kez gönderilip gönderilmemesidir. “10 tane veya 30 tane gönderildi mi gönderilmedi mi” gibi bir hesap içindedirler yani. O kadar. Mahkemenin asıl olarak kendini kilitlediği nokta iddianamede de geçen Frenk Mukallitliği’nin yazıldığı andan itibaren neye tekabül ettiğine dair isnaddır. Şapka Risalesi’nden dolayı idam edilmedi, kanun geriye işletilmedi diyorlar, oysa öyle değildir; direkt şapka risalesinden dolayıdır. Geçmişi falan dolgu malzemesidir. Kanaati güçlendirmek için konulmuş şeyler. Çağdaşlaşma yolunda engeller gibi görülür, zaten ortadan kaldırılması gerekenler (!) grubuna dahil edildiği Giresun mahkemesinde beraat etmesine rağmen serbest bırakılmayıp Ankara’ya gönderilip bu işlerde en mahir mahkeme heyetinin karşısına çıkarılması da bundandır. Bunlar bütün direktifleri direkt olarak Mustafa Kemal’den alırlar.

İskilipli Atıf’ın arkadaşı Tahir’ul Mevlevî kimdir peki?

Yakın arkadaşı. Teâlî-i İslâm’ın azası (üyesi). İlmî çalışmaları olan birisi. Mütefekkir bir şahsiyet. O dönem yazan-çizen, dersler veren kişilerden birisi.

Tahir’ul Mevlevî’yi önemli kılan husus şu bizim için: Hem hatıratını yazarak o döneme ışık tutması hem de Şeyhulislam Mustafa Sabri ile olan toplantıya İskilipli ile beraber gitmesi. Onun aktarımı sayesinde öğreniyoruz birçok şeyi. Tealî-i İslam’ın toplantısında alınan kararı, oylamaları, İskilipli’nin hainliğine delil olarak gösterilen beyannamenin altına aslında cemiyetin mührünün vurulamadığını. Şapka olayları çıktıktan sonra 5 adet risale için sorgulanır. O 5 tane risale satıldı mı satılmadı mı, bunun sorgusu yapılır.

O dönemlerde (Milli Mücadele yılları) İslamcıların neler yaptıklarını çok fazla öğrenemiyoruz…

O dönemin İslâmcı kadroları, Eşref Edip’te de görürüz bunu, millî mücadele yıllarında yaptıklarını anlatmazlarmış; bu bir gelenek imiş o zamanlar. “Allah için yapıldı, halk için yaptık” diyerek bahsedilmesinin ayıp olduğunu düşünüyorlardı. Ben “ayıp” derken hafif bir tabir bile kullanmış olabilirim. Resmen sır küpü oluyorlar sonradan. Eşref Edip’in böyle bir yazını yoktur meselâ. Ama Eşref Edip çokça yazan bir şahsiyet. Ama biz bunu İstiklâl Mahkemeleri’nde savunma yaparkenki sözlerinden öğreniyoruz, mecburen söylüyor. Ama bunları anlatırken mahkemeye bunların anlatılıp anlatılamayacağını soruyor. Ayıp olmayacak mı endişesiyle muhtemelen. Mahkeme “anlat anlat” diyor. Mahkeme burada tabi “sizi gidiler, neler yaptınız bakalım, neler karıştırıyordunuz millî mücadele döneminde” kastıyla soruyordu. O dönemi kavramak açısından bu savunmalara bakmak da önemli. Eşref Edip’inkiler Beyan Yayınları’ndan çıktı. İstiklal Mahkemelerinde- Sebilürreşad’ın Romanıadıyla.

Yakın denebilecek bir tarihte yaşanan haksızlıklara dair konuştuk. Yeryüzünde haksızlık çok fazla. Her haksızlığa karşı çıkan, döneminde yaşananları dile getiren, kayıt altına alan bir dil var:  muhalif dil. Muhalif dil, genel olarak baktığımızda, sizce nasıl olmalı?

Kendi tarihimizle buluşuyoruz ama, bu buluşma yalnızca bir “vefa borcu” olarak algılanmamalı. Aslında bugünü konuşuyoruz, tarihe gidişimiz bununla alâkalı bir şey. O dönemde yapılanlar bugün devam ediyor, bitmedi. Meselâ kuyular açılıyor, kemikler çıkıyor; fail-i meçhuller var. Darbeler sonrası yapılanlar, olağanüstü hâller aynı mantığın uzantısıdır. Belki kimlik sahipleri değişmiş olabilir, o da Türkiye’nin geçirdiği toplumsal süreçle alâkalı bir şey. Seküler ideoloji mensuplarının tutumlarıyla da alâkalı. Ama egemen yapının refleksleri hiç değişmeden sürgit devam etmiştir.

“Birçok şey gün yüzünde”

Sistem sahiplerinin bazı şeyleri kendilerine hak olarak görmeleri durumu da var. Meselâ bazı arşivler zamanında Genelkurmay’ın eline geçmiş, alıkonulmuş. Ne hakla? Şimdi geri istendi gerçi, geri veriliyor. Mâdemki tarihten söz ediyoruz, o zaman hiçbir şey gizli kalmamalı. Genelkurmay vb. bütün arşivler açılmalı. Bu sistemin hangi hukuksuzluklar, katliam ve tecavüzler üzerine kurulduğu, hangi kimliklerin ulus kimlik pahasına yok edildiği ortaya dökülmeli. Bu sadece İslâmî kesimler açısından değil, tüm toplum kesimleri açısından önemli. Ama bütün bunları sadece arşivlerin açılıp açılmaması meselesine de tıkamamak gerekli. Her şey sadece orada değil. Birçok şey gün yüzünde zaten. Sistemin bugüne kadar Müslümanlara ve diğer toplumsal kesimlere karşı takınmış olduğu tavır önemli. Hep o ulus-kimliğin inşası ve korunma çabasıyla yapılmıştır gerçekleştirilenler. Birçok kimliğin üzeri seküler ulus kimlik yapılanmasıyla kirletilmiş ve buradan entegre kimlikler üremiştir. Mesela bakın Seyid Rıza’nın evinden çıkan kitaplara, Enam-ı Şerif, Kur’anı Kerim, hadis kitapları görürsünüz. Ama bugün Dersim’li kimliği bize Dersimliler tarafından bile farklı anlatılır. Çünkü bu kimlik de zaman içinde seküler değişimlere uğramıştır.

Bizim kesimde de özellikle 50li-60lı yıllardan itibaren menfi değişim yönünde muhâfazakâr kesimin şiirler, öyküler, romanlar vs. yoluyla önemli etkisi olmuştur. Bu anlamda bu tarihin de iyi bilinmesi lâzım gençler tarafından. Muhâfazakârlarla kendimizi bu anlamda ayrıştırmamız lâzım. Yahya Kemal’e bakın, Babanzâde’yi aşağılar. Birikim olarak yanına bile yaklaşamaz ama oluyor bu işte. Yahya Kemal bu coğrafyada yerlici-muhâfazakâr görüşlerin, milli dindarlığın üzerinde önemli etki sahiplerindendir. Oysa gerek onun gerek Peyami Safa, Mustafa Şekip Tunç, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hilmi Ziya Ülken, Ahmet Hamdi Tanpınar vb’lerinin vahyî kültürle bir ilgileri yoktur. Osmanlı son döneminin kimlik arayışlarının yarattığı iklimde Batılı muhâfazakâr anlayışları Osmanlı’ya taşımışlardır. Özellikle Bergsonculuğu. Mesela Kemalizme onca eleştirilerine rağmen, Ümmetçilikten kopuş ve Batılılaşmadaki kararlılığına arka çıkmışlardır. Oysa zaten meselenin bam teli de burasıdır.

Bu açıklamadan sonra sorunuza dönersek dil dediğimiz şey kendi bağlamı/süreci içerisinde oluşur. Zorlama kavramlarla veya sosyal realitede karşılığı olmayacak şekilde iş görmeye çalışmak insanı farklı yerlere de itebilir. Kavramlar çok önemli, zihnimizi onlarla inşa ediyoruz ama kavramlarla birlikte sağlıklı tarih ve bugün değerlendirmeleri de bir o kadar önemli. Okumanın doğruluğu kavramların da yol haritasını belirler. Diğer türlü kavramlarımız da boşlukta kalır. Dediğim gibi, tarih okuması bu noktada bize yardımcı oluyor; aynı zamanda günü iyi okumak gerekiyor. Özelikle siyaseti takip edebilme anlamında . Birçok konu hakkında bir sürü yorum yapılabiliyor. Sizin onların arasından kıvrılıp birilerinin abarttığı ya da saptırdığı nüansları bastırıp insanların farkında olması gereken şeyi açığa çıkarmaya çalışıyorsanız ben buna “tevhidî çaba” diyorum. Tevhidîlik 30-40 yıl önce ezberlenmış kelimelerin bugün tekrar edilmesi değildir. 100-200 yıl önceki ilmihali alıp bugüne yerleştirmeye, uygulamaya çalışmak gibi. Yorumsallıktan bahsediyoruz. Onu mutlaklaştırmamak gerek. Kelimelerle oynamak risklidir bu yüzden. Ben başka bir şey anlarım, başkası başka bir şey anlar. Beni bastırabilmek için ayet getirir, yanlışın üstüne bir yanlış daha biner. Bence bu ameliyenin reçetesi şudur: “Emek vermediğin şey senin değildir!” Emek vermek gerekir ki o şey bizim hâle gelsin. Unutmamak gerekir ki her şeyin İslami kavramlarla konuşulduğu dönemlerde de insanlar bu kavramları saptırarak dünyevileşebiliyorlardı. Hilafet, saltanat, tevhid, adalet, iman, hakikat, salih amel, kader, cebr, emri bil maruf nehyi anil münker, farklı anlamlara büründürülüp kitleler dönüştürülüyordu. O hâlde sadece kavramlar değil, bu kavramlarla birlikte, Kur’an bütünlüğünde vahyi mübinle birlikte, bizden önceki tecrübelere de yaslanarak hayatı doğru okuma çabası at başı gitmeli diye düşünüyorum.

Son bir mesajınız var mı söylemek istediğiniz?

Genç kardeşlerim özellikle şu hususu iyi bellemeliler: Bu coğrafyanın umudu tüm yerkürede olduğu gibi Müslümanlardır. Ama bilinçli Müslümanlar. Çünkü bu coğrafyanın tarihi aklı ve vicdanı bizleriz. Ama donanımımızın güçlü olması lazım. Bunu sadece bizler söylemiyoruz; Etyen Mahçupyan gibi, Ferhat Kentel gibi, seküler kimlik sahibi olsalar da, fıtri vahye yaslanmaya gayret eden, bu ülkenin dinamiklerini iyi bilen, vicdanlarını bastırmamış kişilikler de bizzat yüzümüze karşı söylüyorlar. Bizler bu coğrafyada yıllarca farklı kimlik sahipleriyle, onlara haksızlık etmeden yaşayabilmenin hukukunu, sosyalitesini, siyasetini üretebilmiş bir neslin devamcılarıyız. Bu Mısır’da da böyle, Tunus, Libya, Şam’da da böyle, Kudüs’te de. Bunu romantik, duygusal bir tarzda değil, bizatihi realitelere, yaşanmışlıklara dayanarak söylüyorum. Ulus-kimlik’le ve sekülarizasyon politikalarıyla her alanda mücadele, sloganla değil, ancak hayata gerçek mânâda dokunarak, kavramlarımız ve kimliğimizle sahih çizgilerimizi koruyarak geliştirilebilir. Bunu da ancak Müslüman bakiye, tevhidî çizgi sahipleri yapabilir. Bu sorumluluklarını geliştirmesi için Cenab-ı Allah’ın yardımını her daim talep etsinler, öncülerden olmak için çaba göstersinler.

Unutmamak gerekir ki, bizler türedi değiliz ama yeniyiz, yaşadığımız süreç kendimizi yetiştirme süreci. Bu yüzden inkılâbî dönüşümleri yanlış sünnetullah algılarıyla, aceleci tutumlarla, sabırsız beklentilerle değil; durmaları gereken yeri, sahip olmaları gereken birikimi ve tecrübeyi göz ardı etmeden inşa etmeleri gerektiğini unutmasınlar. Rabbimizin günleri insanlar arasında evirip çevirdiğini unutmayalım, ama imtihanımızın da bu sürece hazırlıklı olabilmek olduğunu her daim aklımızda tutalım.

Kaynak: Dünya Bizim

HABERE YORUM KAT