1. YAZARLAR

  2. Leyla İpekçi

  3. İnsan unutuyor, dere unutmuyor
Leyla İpekçi

Leyla İpekçi

Yazarın Tüm Yazıları >

İnsan unutuyor, dere unutmuyor

11 Eylül 2009 Cuma 16:32A+A-

1990’da Halkalı’daki binasına taşınan Güneş yayınları dergi grubuyla birlikte İkitelli’ye ilk gelen gazete grubu Sabah grubuydu. 1991 yılının nisan ayında orada çalışmaya başladığımda, Halkalı ve İkitelli’deki bazı fabrikalar dışında, etraf boştu. TEM otoyolundan TIR’lar dışında dakikada ancak bir araba geçerdi. Araba kullanmaya orada başladım.

O vakitler ne İkitelli Organize Sanayi Bölgesi vardı, ne otoyol boyunca iki taraflı yayılan semtler, ne de siteler, akıllı binalar, işyerleri. Buradaki zeminin çok kaypak olduğunu, her yanda dereler bulunduğunu, o yüzden buralarda pek öyle kolay yapılaşma olmayacağını söylerlerdi.

1995 yılına gelindiğinde ise Sabah binasından başka birçok yeni akıllı bina ve fabrika o bölgeye yerleşmişti bile. Yan yollar, viyadükler, üst geçitler, adalar yapılıyordu durmadan.

O yıl yine bir sel felaketi yaşandığında Ayamama deresi taştı. Aynı saatlerde, ben de arabamın içinde, birkaç arkadaşımla birlikte Sabah binasına gitmeye çalışıyordum.

Otoyol tamamen tıkanmıştı. Birkaç saat içindeyse sel iyice kendini gösterdi. Yan tarafımızda, suyun arabaların üzerine çıktığını görüyorduk. Güç bela gazeteye ulaştığımızda ise bodrum ve ilk katları tamamen su bastığını görmüştük.

Bir arkadaşımız arabasının camından çıkmayı başararak zar zor kendini kurtarmıştı sulardan. Gazete binasında yaşanan kaybı ve hasarı atlatmak kolay olmayacaktı.

Yanımızda akmakta olan ve etrafa kimi zaman tuhaf kimyasal kokular saçan derenin adını ilk o vakit duymuştum. Mimar Sinan tarafından yapılan köprülerin hasar almamış olmasına rağmen, diğer köprü ve yapıların yıkılması klasiğiyle de ilk o zaman karşılaştım.

Bu sefer daha beteri oldu. Bir yılda yağması gereken yağışın neredeyse üçte biri kırk sekiz saatte yağmış. Meteoroloji uzmanları yağış miktarının son 80 yılın en yüksek yağışı olduğunu söylüyor. İkitelli’ye bir saatte 90 kilogram yağış düşmüş.

Nitekim o bölgedeki otoparka TIR’larını çekmiş uyumakta olan şoförlerden Kadir Değer, aracına birilerinin vurduğunu sanarak uyandığında, suyun iki metre kadar yükseldiğini görmüş. TIR’ın üzerine tırmandığında ise aradan beş dakika bile geçmemişti. Ancak su bir metre daha yükselmişti.

Görgü tanığı Emir Karataş, “sular yükselip hızla aktığında baktım bir halk otobüsü yüzerek geliyor” diye anlatıyor. “Peşi sıra da bir sürü eşya ve araç geliyor yüze yüze. Sonra halk otobüsü TIR’ların arasına daldı, her şey paramparça oldu. Beş dakika içerisinde tüm TIR parkı suyla dolmuştu.”

Dereleri kuruttukça, ıslah ettikçe, üzerlerine beton döktükçe suyun neler yapabileceğini de unuttuk. Çünkü görüp geçirdiğimiz bunca sel felaketi, taşkın ve depreme rağmen, kentin ortasındaki derelerin kenarına bina kondurmaya, yol yapmaya devam ettik.

Çarpık yapılaşma ve rant kaygısı nedeniyle birileri dere yataklarına bina yapmaya göz yumarken, bizler de gerçeğe kapadık gözlerimizi. Tsunamilerin maharetini son derece yıkıcı bir biçimde öğrenmek dahi suyun zihnimizdeki imgesini zenginleştirmeye yetmedi. Ama su unutmuyor, unutmadı.

Islah da edilse, üzerine asfalt da dökülse, otoban da yapılsa, bilmem kaç tonluk kazıklar da çakılsa fark etmiyor. Dere yatağını unutmuyor. Su, onun varoluş hakikati. Asli tabiatı. Biz ise unutuyoruz, çünkü asli tabiatımızı inkâr ediyoruz durmadan.

Akışını engellemeye çalışıyoruz derenin. Bastırmak, kapatmak istiyoruz. Ama suyun tek niteliği dere olup akmak değil. Suyun tek kabiliyeti yataylık da değil. Gökten indiğinde bambaşka özellikleri de ortaya çıkıyor. Bunu da unutuyoruz.

Su, evet, toprağa can verir, yeşertir, insanın canını muhafaza eder. Hayat suyla var. Ancak su aynı zamanda boğabilir, taşabilir, sele, baskına, tufana dönüşebilir. Yerden ve gökten aynı anda harekete geçtiğinde tonlarca ağırlıktaki TIR’ları değil yalnızca, dağları da yerinden oynatabilir.

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Eyüp Muhçu, Ayamama deresi etrafındaki yapılaşmaya izin veren İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni bu felaketten sorumlu tutuyor. 1978’de de çok büyük bir sel yaşandığını hatırlatan Muhçu, o dönemdeki otoyol azlığının ve yeşil alanların daha fazla olmasının sel felaketini engellediğini söylüyor.

Bakalım suyun, toprağın, hava ve ateşin maharetlerini yeniden hatırlayana dek: Çarpık yapılaşmanın rantını yeme hırsıyla daha ne çok kıyımdan geçireceğiz kendimizi?

TARAF

YAZIYA YORUM KAT