Hak ile fitne sarmalında: Kürt meselesi
Bazen hak ile fitne arasındaki mesafe, kılıç sırtı gibidir. Bir adım attığında adaletin yolundasındır; bir adım daha attığında ise fitneye kapı aralarsın. Bugün “Kürt meselesi” tam da böyle bir yerde duruyor. Bir yanda asırlardır bu topraklarda yaşayan bir halkın hak ve adalet arayışı, diğer yanda emperyal güçlerin bu arayışı kendi kirli hesaplarına alet etme çabası… İşte bu iki uç arasında, hepimizin imtihanı başlıyor.
Modern çağlarda İslam coğrafyasına yönelen her saldırının ardında, Batı’nın çıkarlarını tahkim etmeye yönelik sistematik bir mühendislik, jeopolitik bir kurgu ve uzun vadeli bir hesap illa ki vardır. Sömürgecilik döneminde doğrudan işgallerle yürütülen bu fasit hesap, Soğuk Savaş’la birlikte vekâlet savaşlarına, 11 Eylül sonrasında ise doğrudan askeri müdahalelere evirilmişti. Bugün ise daha sofistike, daha görünmez, ama çok daha derin sonuçlar doğurabilecek stratejiler devrede.
Tarihsel olarak Batı müdahaleleri önce doğrudan işgal ve sömürgecilikle başladı; ardından askeri darbeler, cuntalar ve monarşik rejimler gibi devşirilmiş vekil güçler eliyle sürdürüldü. Yöntemler değişti, araçlar çeşitlendi; fakat Batı’nın işgalci, sömürgeci ve tahakkümcü karakteri hiç değişmedi.
Şimdi ise Batı, bölgemizdeki bazı kimlikleri, talepleri ve acıları yeniden yorumlayarak İslam coğrafyasının içinden yeni “sopalar” üretmeye çalışıyor. Afganistan, Irak, Libya, Mısır ve Tunus’ta taşeronluğu farklı aktörler üstlenmişti. Bugün ise Suriye sahasında, toplumsal fay hatları ustaca tetiklenerek coğrafyamız büsbütün istikrarsızlaştırılmak isteniyor. Bu çerçevede İsrail ve ABD öncülüğündeki emperyal güçler, bölgenin kadim halklarından Kürtleri, Dürzileri ve Nusayrileri birer vekâlet gücüne dönüştürme arayışında. Meşru taleplerin ve gerçek acıların araçsallaştırıldığı bu süreçte, yeni bir çatışma dinamiği kurgulanıyor.
“Kürt meselesi” bu bağlamda, küresel güçlerin bölgesel denklemde kullanabileceği yeni ve işlevsel bir aparat olma potansiyeli taşıyor. Osmanlı’nın yıkılış sürecinde kullanılan “Ermeni meselesi” nasıl uluslararası müdahalenin aracı olmuşsa, bugün de “Kürt meselesi” benzer bir işlev görme riski taşıyor. Çünkü mesele, yalnızca Kürt halkının hak ve adalet arayışı değil; bu arayışın hangi küresel projelere eklemlenmek istendiği meselesidir.
Bölgenin kırılgan dengeler üzerinde yürüdüğü bu dönemde, hak ile fitne arasındaki ince çizgi nasıl korunacak? Adaletten sapmadan, fitneye de kapı aralamadan bu mesele nasıl çözüme kavuşturulacak? Bu sorular, sadece Kürtler için değil, bütün bölge halkları için hayati önemdedir.
Kürt ulusalcılığı, hak arayışının ötesine geçerek Batı’nın çıkarlarıyla örtüşen bir politik aygıta dönüştürülmek isteniyor. Evet, Kürtler yüzyıllardır bu coğrafyanın asli unsurlarından biridir. Onların adalet ve kimlik talepleri meşrudur ve annelerinin ak sütü gibi helaldir. Ancak bu taleplerin hangi zeminlerde, kimlerle ve hangi amaçlar doğrultusunda yürütüldüğü, işte hak ile fitne arasındaki ince çizginin tam da kendisidir.
Görünen şu: Batı, silahla işi bittikten sonra PKK’ye “demokratik muhalefet” maskesi altında yeni bir vekil rolü biçiyor. Suriye sahasında PYD/YPG eliyle kurulan “özerk bölge” bu yeni stratejinin somut örneğidir. Vitrinde barış, kardeşlik, özgürlük, kadın ve ekoloji söylemleri; arka planda Amerikan üsleri, İsrail danışmanları ve Batılı STK ağları…
Evet, Kürt halkı mazlumdur ama bu mazlumiyet Batı’ya taşeronluk yapmayı meşrulaştırmaz. Kürt halkı, emperyalizmin vaatlerine değil, kendi hakikatine yaslanmak zorundadır. Haklar ve talepler, adalet ve kardeşlik zemininden çıkarılıp karanlık hesaplar doğrultusunda biçimlendirildiğinde, bu durum sadece toplumsal yaraları derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda adalet ve kardeşlik ufkunu da karartır.
Bir diğer açıdan; Kürt hareketlerinin emperyal bir aparat hâline getirilme tehlikesi elbette vardır. Çünkü, meselenin çözümsüz kalması, bizatihi emperyalist müdahalelere davetiye çıkarır. O halde, Kürtleri Batı taşeronluğuna karşı korumak, aynı zamanda onların haklarını savunmayı da gerektirir.
Bin yıllık kardeşlik vurgusu sıkça tekrarlanıyor; ancak bizi gerçekten kardeş kılanın ne olduğu pek ifade edilmiyor. Bizi kardeş kılan ortak inancımız ve değerlerimiz ise –ki buna şüphe yoktur–, bu söylemin slogan düzeyinde kalmaktan çıkarak, ortak inanç ve değerlerimiz temelinde bin yıllık kardeşliğimizi yeniden tahkim edecek bir zihniyet devrimine ihtiyaç vardır.
Batı’nın Kürtleri bu coğrafyaya karşı bir sopa olarak kullanma planını, ancak vahiy merkezli, adalet ve kardeşlik temelli bir siyasal perspektifle bozabiliriz. İslami kardeşlik, ortak değerlerimiz ve tarihsel hafızamız, bugün elimizdeki en değerli ve stratejik imkânımızdır.
Ve unutmayalım: Eğer hak ile fitne arasındaki çizgiyi Kur’an’ın adalet terazisiyle biz belirlemezsek, birileri bu çizgiyi, karanlık mahfillerde kardeşler arasında tel örgüler ve mayınlı alanlar döşeyerek çizer.












YAZIYA YORUM KAT