1. YAZARLAR

  2. Mehmed Kürşad Atalar

  3. ‘Fikri’ Tartışmada ‘Mutabakat’lara Vurgu, Eleştiri Kadar Önemli Değildir
Mehmed Kürşad Atalar

Mehmed Kürşad Atalar

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Fikri’ Tartışmada ‘Mutabakat’lara Vurgu, Eleştiri Kadar Önemli Değildir

04 Temmuz 2008 Cuma 16:04A+A-

Mehmet ağabeyin, sırf  “eleştirmek için eleştirdiğim”e dair iması, serd ettiği görüşlere yönelik ‘yeni’ eleştiriler yapma imkanını elimden alıyor tabiatıyla. Ancak şunu ifade etmeme izin veriniz: bu ima gerçeğe tekabül etmiyor. Çünkü bizatihi mutabakat (veya ‘iltifat’) eksikliğini, “eleştirmek için eleştiri yapıldığına” hamletmek, başka kusurları yanında (en azından) güçlü bir karineye dayalı bir çıkarım olarak görülemez. Ayrıca bu imanın altının dolu olmadığı, Mehmet ağabeyin son yazısının büyük kısmını, ‘değini’ türü ifadelerime reddiye yazmaya ayırmasıyla da fiilen kanıtlanmıştır. ‘Değini’ bunca reddiye döşenmeyi beraberinde getiriyorsa, bu, eleştirmek için eleştiri yapıldığını mı, yoksa birkaç cümlede sayfalar dolusu ‘mana’nın ifade edilebildiğini mi gösterir?

Neyse, Mehmet ağabey meseleyi gereksiz noktalara götürmüş olsa da, ben oralara girmeyeceğim. Sadece eleştirilerinde (belki ‘ithamları’ demek daha doğru olacak) cevap verilmesi gereken yerler var, oralara değinmeye çalışacağım.

Mehmet ağabey, son yazısının başlığını “fikri tartışmada mutabakatlara vurgu da, eleştiri kadar önemli ve gereklidir” diyor. Bendeniz, daha önce de ifade ettim; bu konuda farklı düşünüyorum. Fikri tartışmada ‘mutabakatlar’ öne çıkarılmaz, çıkarılmamalıdır. Mutabakatlara değinmek ayrı bir şeydir; ‘eleştiri’ gerektiren yerlerin vurgulanması ayrı şeydir. Bu nedenle, daha önceki değini yazımda, Hz. Ömer’in: “bize yanlışımızı söyleyenden Allah razı olsun” sözünü baz aldığımı söyledim. Bu görüşümde ısrar ediyorum. Ben, uçuruma doğru gidiyorsam, bana uçuruma doğru gittiğimin söylenmesi gerekir; cennet’e doğru gidiyorsam, bana cennete gidiyorsun denilmesi, benim hayrımı artırmaz. Müslümanlar! Uçuruma gidenleri uyarınız, cennete giden zaten oraya gidecektir. İşte mesele bu kadar basit. Hakikati arayan insanlar için başka bir tavrın olabileceğini de kabul etmiyorum. Hatta “mutabakatların, eleştiri kadar önemli ve gerekli olduğunu” savlayan tezi, ‘duygusal’ bulduğumu da ifade edeyim. Mutabakat, fikri tartışmada değil, ‘eylem’ aşamasında daha önemlidir. Kişiler, eylem aşamasına geçtiği zaman, mutabakatlar öne çıkar, çıkmalıdır. Ancak eyleme geçmeden önce de, fikren payda eşitlemesi lazımdır. Hiçbir insan, ortak fikre sahip olmadığı insanlarla birlikte eyleme geçmez. Geçerse, ya amacı başkadır ya da manipüle edilmiştir, kandırılmıştır, vs. vs. O nedenle, fikri tartışmalarda, seviyeli bir üslupla, öne sürülen görüşün ‘zayıf’, ‘eksik’, ‘hatalı’ yönleri üzerinde durulmalıdır ve böylece yanlışların tashihi yapılmalı ve buradan da ‘hayr’a ulaşılmalıdır. Bu noktada ‘mutabakatlar’ı öne çıkarıcı bir üslup, yanlışları tashihe yönelik tavırda ‘ihmalleri’ beraberinde getirebilir. Örnek isteyenler, son yıllarda ‘vahdet’ arayışları çerçevesinde yaşanan olumsuzlara bakabilirler. ‘Asgari müşterekler’i öne çıkararak vahdeti arayan bu girişimlerin hemen tamamı sonuçsuz kalmıştır. Çünkü bu girişimler, daha önceden yerine getirilmesi gereken bir ‘ön şart’ yerine getirilmeden gerçekleştirilmiştir. Yani tabir-i caizse, temel atmadan duvar örülmeye çalışılmıştır. Tabii ki, sonuç hüsran olmuştur. Hatta başlangıçta var olduğu kabul edilen sözde-‘müşterekler’ de, ayrılıkları artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. O nedenle, hassaten ‘fikri’ tartışmada, mutabakatlar değil, ‘hatalar’ üzerinde durulmalıdır. Seviyeli bir üslupla olduğunda, bu süreçten rahmet çıkar. Hz. Ömer, o sözü, bunun için söylemiştir. Ama tabii bu eleştiriye muhatap olan Hz. Ömer ayarında bir mümindir; siz gidin bu eleştirinin onda birini Muaviye’ye veya Yezid’e yapın da, görün bakalım haliniz nice oluyor! Bizim amacımız, bağcıyı dövmek ise, zaten söz söylemenin veya dinlemenin gereği yoktur. Ancak, bir kişinin amacının bağcıyı dövmek olup olmadığı konusunda teşhiste bulunurken hassas olunmalıdır. Bu konuda bir ‘kanı’ya varmadan önce, titiz davranılmalıdır. Bazı ‘intibalar’dan hareketle ‘zan’larda bulunmak, kişiyi mes’ul kılar. Biliniz ki, bendeniz, “eleştirmek için eleştirmiyorum” (veya eleştirmemeye ‘çalışıyorum.’) Beni bu şekilde itham eden kişi veya kişiler, kanıtlarını göstermelidirler. Görüşlerini eleştirmiş olmam, bunun ‘yeterli’ kanıtı mıdır? Değildir. Kalbimi mi yarıp bakmışlardır? Onu da yapacak güçleri olmadığına göre, geriye tek seçenek kalmaktadır: o da “eleştirilmekten hoşnut olmamak”tır. Bakınız, herkes gibi bendeniz de bir insanım ve benim de nefsim var. Eleştirilmek nefse ağır gelebilir. Ama bendeniz ‘açık çek’ verdim. Tekrar söylüyorum, iki kitabımın önsözünde de, başka yerlerde de, bunu deklare ettim. İfade ettiğim görüşleri eleştirenlerden Allah razı olsun, dedim. Mehmet ağabey ise, bu tartışmadaki üslubu ve tavrı ile bunu yap(a)madı. Yapsaydı, kendisi için daha iyi olurdu. Bundan sonra da yaparsa, yine “hatasından döndü” deriz, bu güzel davranışını tebrik ederiz. Ama hem ‘davet’ edeceksin, hem de eleştirilince, eleştireni kınayacaksın. Bu olmaz. Eleştirinin sınırlarını, eleştirilecek kişi çizemez. Tarzını, üslubunu da o belirleyemez. Eleştirinin adabı, erkanı vardır. Buna uyanın sözleri dinlenir, uymayan ise kınanır ve itibar kaybeder. Niçin sadece, yazı sahibi, görüşlerinin eleştirilmesinden rahatsız olmuş ve eleştiri sahibinin “eleştiri yapmak için eleştiren biri” olduğu tanısını koymuştur da, sitede görüş belirten başkaları aynı ‘hassasiyet’i gösterip, eleştiri sahibini kına(ya)mamıştır? Ben bu camiada dünkü çocuk değilim; yıllardır yazıyorum ve genelde üslubumun ‘seviyeli’ olduğu da söylenir. Genel okuyucu, 20 yıldır benim “eleştirmek için eleştiri yapan” biri olduğumu keşfedememiş de, bu keşfi yapmak Mehmet ağabeye mi kalmış? (Yine de varsa böyle bir şey, keşfin zamanının değil, bizatihi kendisinin önemli olduğunu kabule hazır olduğumu da beyan edebilirim!) Tabiatıyla, Mehmet ağabeyin bu konuda ‘yaklaşım’ı da, ‘tavrı’ da hatalıdır. Bana yönelik ithamlarda bulunduğu için demiyorum, genel olarak söylüyorum. Bu tavrı gösteren kişi, hata eder. Böyle yapılmamalıdır. Doğrusu şudur ve bu konuda şöyle düşünülmelidir: eleştiren kişi, iyi niyetli de olabilir, kötü niyetli de. İyi niyetli ise, en ağır şekilde eleştirmesi, eleştiri alan kişi için ‘hayr’ doğurur. Çünkü eleştirilen, hatasını en temelinden düzeltme imkanına kavuşmuş olur. Kötü niyetliyse, ya eleştirirken tahkir edici ifadeler kullanır, ya da eleştirilmesi gereken yerleri eleştirmez; hatta ‘iltifat’ta bulunur. Eleştirirken tahkir edici ifadeler kullanırsa, bu kişi ‘akil’ insanlar tarafından soyutlanır ve böylece itibar kaybeder. Neticede eleştiri mekanizması, içerdeki bir kötü unsurdan kurtulmuş olur. (Yani mekanizma kendi kendini denetleyecek sübaplara sahiptir). Kötü niyetli kişi, eleştirilmesi gereken yerleri eleştirmez, es geçer, veya eleştirecekken iltifat ederse, bu durumdan, eleştirilecek kişi zarar görür. Çünkü eleştiriden beklenen ‘hayrı’ görmek yerine, o eleştiriden ‘zarar’ görür. Yanlışını doğru bilir, sonunda da, hesap gününde hesaba çekilir. İşte eleştiri konusundaki doğru yaklaşım budur. Ben buna inandığım için, beni en ağır şekilde eleştiren kişinin sözlerinden bile ‘ders almaya’ çalışıyorum. Bunu yapmak tabii ki kolay değil. Ama en azından yapmaya çalışıyorum. İltifat edenlere gelince, onlara da meyletmemeye çalışıyorum. İltifat’ın beni, bulunduğum yerden öteye götürmeyeceğini biliyorum. Belki yazı hayatına yeni başladığım zamanlarda, “marifet iltifata tabidir” sözünün yararını görmüş olabilirim. Ama şimdi, bu sözün bana (ve iltifata konu olan herkese) ‘zarar’ verdiğine inanıyorum. Ha, gereğini ne kadar yapabiliyorum? O, ayrı bir konu. Ama en azından ‘doğru olan’ı ve ona göre hareket etmem gerektiğini biliyorum. Herkesin böyle yapmasının kendi hayrına olacağına da inanıyorum.

Davet meselesine gelince, sizin sadece bana yönelik olarak bir ‘davet’te bulunduğunuzu söylemedim ki. Bana “bu tartışmaya fazla katkı gelmediğini” ve “katılıp fikirlerimi ifade etmemin yararlı olacağını” siz söylediniz. Ben de, belki katkım olur düşüncesiyle, sizin ‘davet’inize icabet ederek, kendimce doğru bildiğim şekilde görüşlerimi ifade ettim. Bu görüşlerimin sizin istediğiniz şekilde, sizin doğru bulduğunuz üslupta vs. olmasını isteme hakkınız var mı? Ayrıca sizin ‘açıkça’ böyle bir talepte bulunduğunuzu söylemiş de değilim. Ama bana şunu söylüyorsunuz: “farklılıkları değil, mutabakatları öne çıkaralım.” Niçin? Bir yere mi gidiyoruz? Vatan mı kurtarıyoruz? Vahdet’e ulaştık da, birilerimiz ‘ayrılıkçılık’ mı yapıyor? Ben böyle bir vasat olduğuna/sağlandığına inanmıyorum. Sizin bu konudaki istekliliğinizi ve samimi gayretlerinizi bilmeme rağmen, böyle bir vasat olduğuna inanmadığım için, (tersine, bulunduğumuz vasatta “fikri tartışmalarda ortak paydaya ulaşma” gayretinin daha önemli ve öncelikli olduğuna inandığım için), görüşlerinizde tartışılması gereken yerlere dair ‘değini’ kabilinden bazı ‘eleştiriler’de bulunmayı, davete icabetin bir gereği saydım. Ama siz, meseleyi başka türlü yorumladınız. Bu meyanda bir sürü ithamlarda bulundunuz. Durduk yerde, beni bu ithamlara cevap verme zahmetine niçin sokuyorsunuz Mehmet ağabey?! Şimdi cevap versem, polemik olacak; vermesem ithamlar gerçekmiş sanılacak. Gel de çık işin içinden: )

Mehmet ağabey: “Kürşad kardeşimiz yazdığı yorumda, nedense genelde her zaman yaptığı gibi, esas konuya fazla girmeden, tartışma konusuyla ilgili olarak serdedilen farklı görüşler hakkında hiçbir söz söylemeye gerek görmeden, bu farklı yaklaşımlardan katıldığı yada katılmadıklarını zikredip nedenlerini açıklamak suretiyle, gündemdeki konunun daha da açıklık kazanıp, netleşip olgunlaşmasına hiçbir katkı gereği duymadan, esas tartışma konusu içinde tali bir unsur olarak kalabilecek bir konuda ve kanaatimce onu da yanlış algılamak ve zorlamak suretiyle, görüş beyan etmiş ve katılımını bu konuda farklı düşündüğünü ifade etmekle sınırlı tutmuştur” diyor demesine de, bu mesnetsiz ithamlarının altını doldurmadığı için, mesuliyet altına da bir güzelce giriyor. Değerli ağabeyciğim! Bendeniz bir konuda söyleyeceklerimin az ve öz olmasına dikkat etmeye çalışıyorum. (İki kitabım da bunun şahitleridir) Ama sizin yaptığınız gibi, ‘destan’ yazmak benim tarzım değil. O nedenle, beni “genelde her zaman” (genelde mi, her zaman mı, buna da karar vermek lazım tabii ki!) “esas konuya girmeden” konuşmakla itham etmenizin  nedeni, herhalde, ancak, görüşlerimi ‘özlü sözlü’ bir şekilde açıklama tarzıma intibak edememenizle açıklamak mümkün olabilir diye düşünüyorum. Yani sizin gittiğiniz yoldan ben birkaç kez gidip-dönmüşsem, bu hızıma yetişememeniz benim kusurum mu?! Tabii ki söylediklerimin “hiçbir söz söylememek” olarak değerlendirilmesi sizin takdiriniz. Buna bir şey diyemem. Ama ya “efkar-ı umumiye” böyle düşünmüyorsa! Mesela ya bazıları da çıkar da yazdıklarım konusunda: “Mevdudi’nin Dört Terim’inden beri düşünsel anlamda bizi bize kritike edecek sağlam bir kitapla karşı karşıyayız” derse, o zaman bu mesnetsiz ithamlardan dolayı, zarar gören siz olmaz mısınız? Sonra da: “niçin böylesi boş sözler sarf ettim ki!” diyerek hayıflanmaz mısınız? “Şeytan’a uyup ayağımı gazdan çekmemekle ve sonra da son sürat ağaca toslamakla ne büyük hata etmişim” demez misiniz? Belki dersiniz, belki demezsiniz. Biliniz ki, ben yine de diyeceğiniz ümidini içimde saklı tutmak istiyorum.  

Mehmet ağabeyin bu yönde o kadar çok ithamı var ki, hangi birine cevap vereyim bilemiyorum. Ama şunu bilmesini istiyorum ki, ben sözümü söyledim. Ve bu söz, okkalı bir sözdü. Siz de bu nedenle yazınızın büyük kısmını bu sözlere vermeye çalıştığınız cevaplara ayırdınız. Ama tabii ki detaylara girmedim. Çünkü girmek istemedim. Bu konudaki uzun izahatlarınıza sizin gibi uzun izahatlarla cevap vermeyi gerekli görmedim. Çünkü izahat uzun, fakat özünde pek fazla bir şey söylemiyorsunuz. Sizin sözlerinizin özeti şudur: “Şeriat’a aykırı olmamak kaydıyla, sistem içi araçlardan yararlanılır.” Bunun için yok Roma’dan yok Sasaniler’den yok Ebu Talip’ten delil getirmeye filan da gerek yok. Bunlar çok yapıldı. Ben de oturup, “yok öyle değil böyledir” tarzı şeyler yazmayı gereksiz görüyorum. Burada mesele “Şeriat’a aykırı olmamak kaydıyla” ifadesinin açılımıdır. Siz bu ifadeyi açıyor musunuz? Ben açmaya çalıştım. Siz geçiştiriyorsunuz. Bu ifadenin açılımı, gerçek anlamıyla, ancak, vakıf, dernek, yayınevi, televizyon, parti vs. gibi sistem içi araçların meşru olup-olmadığını tartışırsanız, yapılmış olur. Siz bunu yapmıyorsunuz, sadece genel bir ifade kullanıyorsunuz. Sonra da gerçek açılım isteyeni “hiçbir şey söylememekle” itham ediyorsunuz. Asıl böyle yapmakla siz hiçbir şey söylememiş oluyorsunuz. Ben tam da “tartışmaya açıksanız, gelin bu açılımı yapalım” diyorum, siz illa bana “Şeriat’a aykırı olmamak kaydıyla, sistem içi araçları kullanmak meşrudur” dedirtmeye çalışıyorsunuz. Ben “et-tekraru ahsen, velev kane yüz seksen” özdeyişine de inanmıyorum değerli Ağabeyciğim: ) Bildiğimiz şeyleri tekrar edip vakit kaybetmeye gerek var mı? Mesele zaten neyin Şeriat’a aykırı olup olmadığı üzerinde odaklanmıyor mu? Bu konuda, size göre uygun olan bana göre de uygunsa, o zaman: “Mehmet ağabey ile bu konularda mutabıkız” şeklinde kısacık bir cümleyle işi bitiririz, mesele de hallolur gider. Mesele, sizin bakış açınızın benim gözümde yanlış olmasından kaynaklanıyor. Siz bu yanlışı ‘tali’ bir sorun olarak görüyorsanız, o sizin sorununuz. Ben öyle görmüyorum. Hatta bu tür yanlışların, ciddi bir ‘tahlil’ zaafından, siyasi bilinç eksikliğinden, genel manada derinlikli düşüncenin olmamasından vs. kaynaklandığını düşünüyorum. Ee, şimdi na’palım; sizden çok farklı düşündüğüm halde, yine de “mutabakatları mı öne çıkarmam” gerekiyor? Valla ben bunu yapmam. Bu, benim kardeşlik anlayışıma ters. Ama siz istiyorsanız, mutabakatlarınızı öne çıkaracağınız kişilerle görüşün, fikir alışverişinde bulunun (pardon, ‘paslaşın’ diyecektim!). Ben de uzaktan sizi seyrederim. Başka ne yapabilirim ki! Geriye, bu konuda söyleyebileceğim tek bir söz kalıyor ki, o da “dost, acı söyler” hikmetli sözüdür. Ben, bana hatamı söyleyeni ‘gerçek’ dost bilirim; benim dostum, acı da olsa bana hatamı söyleyendir. Siz, mutabakatlarınızı öne çıkaran kişilerin sözlerine itibar etmekte tabii ki serbestsiniz. Ama bana göre, bundan çok fazla fayda görmezsiniz. Benim kendimce size hatırlatmam da budur. Çünkü benim inancıma göre, kendim için hayır gördüğümü, başkalarına da tavsiye etmem gerekiyor. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum.

Sonra “özgürleştiğinizi sandığınız anda tutsaklığın daha koyusuna yakalanabilirsiniz” sözlerimin: “zulmün kalkması halinde vuku bulabilecek muhtemel savrulmalar adına zulmün devamını savunmak” olarak anlaşılabileceği yönündeki çıkarsamanız da tamamen yanlıştır. Ben böyle bir şey söylemediğim gibi, bu anlama gelebilecek en küçük bir imada dahi bulunmadım. Bence, böylesine ‘zayıf’ bir çıkarımda bulunmanız, meseleyi ne kadar ‘yüzeysel’ gördüğünüzü kanıtlamaya zaten yetiyor. Burada mesele ‘zulmün nasıl ortadan kaldırılacağı’dır. Sizin ‘görece olumlu’ dediğiniz şeyi, ben öyle görmüyorum. Size göre ‘görece olumlu’ olan bir şey, zulmü hafifletebilir; bana göre, ağırlaştırabilir. Bunu oturup tartışırız. Ben Kutub’un görüşlerini bu konuda gündeme getirdim. Bence Kutup, benim söylediğim şeyi söylüyor. Siz ise hem Kutub’u olumluyorsunuz, hem de onun görüşünün aksini savunuyorsunuz. Üstelik benim bu tespitim, yorum da değildir. Kutub’un kendi eserinde böyle yazıyor. Burada, Yoldaki İşaretler’i açıp bir daha okuyun, diyorum. Hatta, Batılı bir düşünür olması sizin için fazla sıkıntı doğurmayacaksa, Foucault’un ‘iktidar’ kavramı üzerine yaptığı tahlillere de, ‘yardımcı kaynak’ olarak müracaat edebilirsiniz. Sistemlerin, muhaliflerini yok etme taktikleri konusunda Fuller’in yazılarını da, bir başka ‘kaynak eser’ olarak burada hatırlatabilirim. Demem o ki Mehmet ağabey, bu konuda yanlış düşünüyorsunuz. ‘Görece olumlu’ dediğiniz şeyin, baskıların artması gibi bir sonuç doğurabileceği yönündeki tezin de tartışılabileceğini söylüyorsunuz, ama tartışmıyorsunuz. Niçin? Hele bir tartışın bakalım. O zaman belki benim ulaştığım sonuca siz de ulaşırsınız. Ayrıca niçin “Tevhidi bilince ulaşmamış halk kitleleri için” görece olumlu olduğunu söylediğiniz hususları bu kadar önemsiyorsunuz ki? Sizin öncelikleriniz bunlar mı olmalı? Ben size, sizin kendinize ifade edemediğiniz şeyi, başka bir şekilde söyleyeyim. Eğer sizin dikkatiniz, bu tür ‘kazanımlar’a meyletme emareleri gösteriyorsa, sizin ‘popülerleşme’ gibi bir derdiniz var ya da sizde bu yönde bir takım eğilimler gelişiyor demektir. Bu da benim naçizane kanaatim. Ve popülerlik, eğer sabiteler konusunda hassas olunmazsa, her zaman, ilkeli tavrı aşındırıcı bir etkide bulunur. Bu nedenle, benim nazarımda, kendi asli kazanımlarını ve ilkelerini değil de, ‘tali’ noktalardaki ‘görece olumluluklar’ı gündem yapma yaklaşımınızı bir daha gözden geçiriniz. Tevhidi bilince ulaşmamış halk kitlelerinin cebine girenden, cebinden çıkandan size ne? Sizi niçin bu kadar çok ilgilendiriyor? Siz, sizin cebinize girene, sizin cebinizden çıkana bakın. Bu ifadelerimi de, lütfen saptırmadan, Kutub’un ‘İslami hareket, hayır kuruluşu, sosyal yardım derneği değildir” sözüyle birlikte değerlendirin. Benim söylediğimi daha önce rahmetli Kutup söylemiştir. Ben sadece ona ait olan bir sözü tekrar ediyorum. İşte “et-tekraru ahsen” deyimini bu tür yerlerde hatırlamak gerekir! (Ama tabii yine de, yüzseksen kere olmamasına dikkat ederek! Sonuçta normal bir aklımız var, o kadar tekrara gerek de yok!)

Mehmet ağabey, gerçekten hızını alamayınca, şu ifadelerde olduğu gibi, hiçbir şekilde söylenmemesi gereken bir ifadeyi de cümleleştirebilmiştir: “Doğrusu, kardeşimiz hep tevhidi bilinçten yoksun halk ile mü’minlerin bakış açılarını birbirine karıştırmakta, üstelik mü’minlerin bakış açısını sistemin laik parti ve yönetimlerinden bile bekleyebilmektedir.” Değerli ağabeyciğim, benim sözlerimden nasıl böyle bir sonuç çıkarabildiniz, hayret doğrusu. “Müminlerin bakış açısını, laik parti ve yönetimlerin göstermesini mi bekliyorum” gerçekten de. Doğrusu, bu ifadenizden, benim meramımı ‘anlamadığınız’ sonucu çıkarmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Ben, laikler, sırf “demokratik hak olarak başörtüsü yasağını kaldırıyoruz” dediler diye, sonucun özgürlük alanının daraltılması olarak görülebileceğini mi söylüyorum? Hayır. Bunu söylemiyorum. Laiklerin, bu yasağı ‘demokratik bir hak’ olarak kaldırdıkları zaman, bunu bir ‘strateji’ gereği olarak yapacaklardır diyorum. Müslümanların da, bu ‘hileli’ stratejinin kurbanı olmamak için, uyanık olmaları gerekir diyorum. Ama siz, benim, başörtülü hanımların: “başörtüsü yasağı kalktı, ben yine de inat edeceğim, üniversitelere başörtülü girmeyeceğim” gibi komik bir tavrı sürdürmelerini önerdiğimi söyleyecek kadar ‘komik’ bir çıkarımda bulunuyorsunuz ki, bunu, kusura bakmayın ama, ‘ayağın gazdan kesilmemesinin kaçınılmaz sonucu’ olarak görmekten başka elimden bir şey gelmiyor. Abi, yapma, etme. Nasıl böylesine bir şey söylersin. Ama madem ki, böyle bir çıkarımda bulundun. Bana da şunu açıkça söylemek düşer. “Yasak demokratik bir hak olarak dahi kaldırılırsa, ey Müslüman hanımlar, bacılar, kardeşler! Derslerinize başörtülü bir şekilde giriniz.” Ama, biliniz ki, bu yasağı kaldıranlar, size şunu söylemekten geri durmayacaklar ve bu noktada da sizden taviz istemeyi ihmal etmeyeceklerdir: “işte istediğiniz oldu, daha başka şeyler isterseniz, o zaman gerçek niyetiniz ortaya çıkar!” Sakın ola ki, bu gibi ‘ince elenip sık dokunmuş’ taktiklere kanıp da, İslami taleplerinizi ‘ertelemenin’ mazeretlerini aramayınız. İşte benim söylediğim budur Mehmet ağabey! Sözlerimden başka bir anlamın çıkması da mümkün değildir. Ama siz çıkarmışsınız. Olabilir. Ben de diyorum ki, bu çıkardığınız sonuç, yanlıştır!

Mehmet ağabey, şu ‘hiç değilse’ sözcüğünü bu kadar sık kullanmanız da, dikkat çekiyor ve sanki ‘aza razı olmuşsunuz’ intibaını bırakıyor. Aza razı olabilir miyiz ağabey? Olamazsak, niçin dillendiriyoruz, ya da gündem yapıp üzerinde ‘gereğinden fazla’ konuşuyoruz? Bakınız dikkat edin, ‘gereğinden fazla’ diyorum. Yani bu şu anlama gelir: diyelim ki başörtüsü yasağı kalktı. Ben diyorum ki, ‘gereğinden fazla’ olan şey, meydanlara çıkıp, Türkiye milli futbol takımının yarı final maçı oynama hakkı elde ettiği gece sokaklara dökülen insanlar gibi, kutlamalar mı yapmaktır. Gereği ise, sevinen varsa evinde sevinir o kadar. Ama akil ve basiretli olanlar, bu zulmün ‘görece’ giderilmesini, nedenlerini, muhtemel sonuçlarını ve (eğer varsa) muhtemel zararlarını düşünür ve yine (eğer mümkünse) alınabilecek tedbirleri düşünür. Doğru olan da budur. O yüzden, bendeniz, bu konularda, sizin yaptığınız gibi: “özgürlükleri genişletici adımları, hiç değilse altına imza attıkları BM İnsan Hakları Sözleşmesine sadakat göstererek atması neden “görece özgürleşme” olarak görülüp, sistem içi görece bir olumluluk olarak teşvik edilmesin?” tarzı cümleler kurulmasını doğru görmüyorum. Sistem içi görece olumluluksa öyledir. O kadar. Benim ilgim, niçin sistem-içi olumluluklara odaklansın ki?

Bu noktada sizi, rahmetli Kutub’un niçin ‘sistem içi görece olumluluklar’ konusunu, söyleminin herhangi bir yerinde öne çıkarmadığı sorusunu düşünmeye davet ediyorum. Benim kanaatim şu: Kutub, böyle bir ‘mevzu’yu saptırıcı buluyordu; çünkü onun için önemli olan, sistem-içi görece olumlulukların öne çıkarılması değil, sistemin ‘cahili’ boyutunun öne çıkarılmasıydı? Bu, önemli bir ‘yöntemsel’ farklılık değil midir? Siz diyorsunuz ki, “ben öyle söylemiyorum.” Ben de diyorum ki, üslubunuza bir daha bakınız. Evet, yakinen de biliyorum ki, her fırsatta “ilkeler önemlidir” diyorsunuz. Ama bunu somut olarak pratize etmeye gelince, ortaya farklı bir üslup çıkıyor. Bu farkı ben görüyorum, Murat Kayacan görüyor, belli ki başkaları da görüyor (sizin ifadenizden o mana çıkıyor çünkü), peki siz niçin göremiyorsunuz? Bunun için ‘dövünmenize’ de gerek yok. Bence bu konuda biraz daha titiz olmanızda fayda var. O zaman belki göremediğiniz şeyi görme imkanını bulursunuz.

Mehmet ağabey! vakıflar adına Vakit gazetesinde yayınlanan bildiri üzerine yazdığım “fe eyne tezhebun?” başlıklı yazıma ilişkin olarak, aylık toplantıda “bizi dinden çıkmakla suçluyorsun?” gibi yine mesnetsiz bir ifade kullandınız, ama bu (ve benzeri) bildirilerdeki üslubun, sadece bir ‘üslup’ meselesi olmadığını, bilakis düşünce noktasında farklılıklar olduğu gerçeğini gösterdiğini, bu tartışma vesilesiyle bir kez daha görmüş oluyoruz. Evet ağabey, bazı konularda farklı düşünüyoruz. Bazı kavramlara farklı anlamlar yüklüyoruz. Yani bu konularda ‘fikir ayrılığımız’ var. Bunu “üslup tartışması” diyerek hafifletmek, “mutabakatlarımızı öne çıkaralım” diyerek olduğundan önemsiz göstermek doğru değildir. Kavramlarda anlaşamazsak, mutabık da kalamayız. Bu sorunu aşmadıkça da, birlikteliklerimizin çok fazla bir anlamı olmaz. Bakınız süreç nereye doğru gidiyor? Ben “ey müslümanlar! Nereye gidiyorsunuz?” dediğimde itiraz ediyordunuz. Ya ‘Ortak Akıl’ hareketine ne diyeceksiniz? Adamlar son sürat gidiyorlar. Ya sloganlarına ne diyeceksiniz? Toplantıda bu işin cılkının çıktığını bizzat siz söylediniz! Şimdi ben, bu harekete imza koyan,  sizin de isimlerini iyi bildiğiniz bazı kişilere sorsam, desem ki: “Şeriat’a aykırı olmamak kaydıyla” mı bu metinlere imza attınız; eminim ki ‘evet’ diyeceklerdir. Ama sonuçta ne oluyor, bu kişiler “şeriata aykırı olmamak kaydıyla” demokrasiyi de, akılcılığı da, laikliği de olumluyorlar! Buyurun buradan yakın! Ortak Akıl Hareketi, bu gidişin sonuna ilişkin yeterince iyi bir örnek değil mi? Tabii ki sizin, onlarla aynı şeyleri söylediğinizi söylemiyorum. Ama üslubunuzda bulunan ‘özgürlük’ ve ‘insan hakları’ kavramlarının benzer içerikle kullanıldığını siz mi göremiyorsunuz ben mi göremiyorum? Bu kelimelerin içlerini siz doldurduğunuzu ve kavramı ‘islamileştirdiğinizi’ mi söylüyorsunuz? Ben de bu mümkün değil diyorum. O yüzden de, tamamen Batılı içeriklerle dolu bu kavramları kullanmanın ‘sakıncalı’ olduğunu söylüyorum. Diyorsunuz ki “görece olumluluk” kafirlerin ‘hoşuna gidecek şeyler söylemek’ anlamına gelmez.” Sizce Ortak Akıl Hareketi, “onların hoşuna gidecek sözler” söylemiyor mu? Bence söylüyor. Ve bence, yine tekrar edeyim, her ‘özgürlük’ ve ‘insan hakları’ kavramını dillendirdiğinizde, onlar sizin bu kavramları başka manada kullandığınızı bilmelerine rağmen, hoşnut oluyorlar. Çünkü sonuç değişmiyor. Neticede onların ‘eril’ kavramlarını ‘olumlu’ anlamda kullanıyorsunuz. Bu da onların (en azından) ‘ideolojik olarak güçlü’ oldukları gibi bir imaj doğuruyor. Ben de diyorum ki, “abi yapmayın, adamların ellerine koz vermeyin.” Ama siz beni anlamamakta ısrar ediyorsunuz. Olabilir. Bu ısrarın bence yararını görmüyorsunuz. Ama tabii ki siz de kendi görüşünüze göre amel edeceksiniz. Buna da bir şey demiyorum.

Hayr kavramına ilişkin sözlerinizin de, benim kastımla hiçbir alakası yok. ‘Hayr kuruluşu’ ifadesini, siyasi amacı olmayan ‘sosyal yardımlaşma’ kuruluşları anlamında kullandığımı gayet iyi biliyorsunuz. O nedenle, ‘hayr’ kavramı konusunda söylediklerinizin benim söylediklerimle bir alakası olmadığını ifade etmeliyim. Ama ben de sizin gibi, Kur’an’ın ‘hayr’ olarak tanımladığı işlerin, her ortamda yapılması gerektiğine inanıyorum. Bu konuda farklı düşünmeyi de, ciddi bir ‘ahlaki’ sorun olarak görüyorum. Bunu da bu vesileyle ifade etmiş olayım.

İltifat bekleme meselesine gelince, o konu tamamen sizinle benim aramdaki bir ‘özel görüşmeye’ istinaden söylenmiştir. Genel okuyucunun (veya Hamza ve Ali beylerin) bu konuyla hiç alakası yoktur. Bu hususu da böylece ‘genel’ okuyucunun bilgisine sunmuş bulunuyorum.

Son olarak, meseleyi ‘şahsileştirmemek’ istemediğimi de ifade etmek isterim. Daha önce de söylediğim gibi, konuyla ilgili olarak, sadece vakıf, dernek, yayın evi gibi sistem-içi araçların meşruiyeti, yararları, zararları vs. noktasında tartışmayı sürdürebileceğimi, gelebilecek muhtemel cevaplara da karşılık vermek istemediğimi bir kez daha ifade ediyorum. Selam müminlerin üzerine olsun.

 

YAZIYA YORUM KAT

28 Yorum