1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. “Dindarların Hükümeti Mümkün müydü?”
“Dindarların Hükümeti Mümkün müydü?”

“Dindarların Hükümeti Mümkün müydü?”

Şuayb Mekeç, sitemiz okuyucuları için Abdullah Muradoğlu’nun “Atatürk Dindarlara Hükümet Teklifinde Bulunmuş” yazını yorumladı.

22 Ekim 2012 Pazartesi 15:33A+A-

ŞUAYB MEKEÇ / HAKSÖZ-HABER

Bu aralar üzerinde epey şeyler söylenen İslamcılık tartışmalarına Yeni Şafak gazetesinin “Tarihin aynası” sayfasından Abdullah Muradoğlu’nun “Atatürk Dindarlara Hükümet Teklifinde Bulunmuş” adlı yazısı dönemin Müslümanlarının şartlarına ve ayrışma noktalarına da ışık tutuyor.

Zaman zaman yakın tarih değerlendirmelerinde gündeme gelen “İslamcıların Cumhuriyetin banisi olabilme ihtimali var mıydı?” sorusunun cevabıyla alakalı olarak irdelenebilecek bu yazı, geçmişte tek yönlü bir sürecin işlemediği dönemin İslami çevrelerinin “iktidar” mefhumuna yükledikleri anlamlar konusunda aynı şeyleri düşünmediklerini ortaya koyuyor.

Yazı, şu girizgahla başlıyor:

İslamcılık, 'İkinci Meşrutiyet' döneminin en güçlü fikir akımlarından biriydi. Başta Mehmed Akif, Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed Naim, Hasan Basri Çantay, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır olmak üzere çok sayıda şahsiyet tarafından savunuluyordu.

Peki bu güçlü akım nasıl oldu da Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki devirde etkinliğini kaybetti? İslamcılık akımının entelektüel temsilcileri Yeni Türkiye'nin bütün kurum ve kuruluşlarıyla teşekkülünde neden kendilerinden beklenen rolü oynayamadılar?

Bazı yazarlar bu soruların cevabını 'Lozan Antlaşması'nın gizli maddelerinde aranması’ gerektiğini ileri sürdüler hep. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti'nin hangi esaslar üzerinde kurulacağı Lozan Antlaşması'nın gizli oturumlarında karar verilmişti.

Cumhuriyetin ilk dönemine damgasını vuran devrimlerin (Harf devrimi, Hukuk devrimi, Hilafetin kaldırılması, Türkçe ezan vesaire) gerçekleştirilmesi üzerinde çalışan araştırmacılar da, yukarıdaki iki sorunun cevabını vermekte güçlüklerle karşılaştılar.

Kimi yazarlar ise söz konusu devrimlerin, Birinci Dünya Savaşı'ndan artakalan toprakların (Misak-ı Milli) elde tutulması için geçici bir zorunluluk olduğu görüşünü savundular. Yani, Türkiye'nin kabuk değiştirmesi dönemin büyük güçlerine verilmesi gereken bir taviz idi.”

Esasen Osmanlı sonrası geçişin hep tek bir vetireye indirgendiği, dönemsel geçişin tamamen dikey yollardan olduğu işlenir. Oysa kendi döneminde bu geçişi müsait kılabilecek daha eklektik kabullere sahip bir algının mevcudiyetini vurgulamak gerekiyor. Dolayısıyla Muradoğlu’nun sorduğu soruların cevaplarını daha kolay tahmin edebiliyoruz. Belki şöyle bir soruyu da eklemek gerekiyor: “’Dönemin İslamcılarının iyi niyetliliği Cumhuriyeti kuranların işini kolaylaştırmış olamaz mı?”

Yazının ilerleyen bölümlerinden de anladığımıza göre ilke ve inkılâpların bir kısmı yazıda isimleri mezkur bazı şahısların da desteğini alabilmiştir. Bu bağlamda M. Akif’in niye ikna edilemediğini daha rahat anlayabiliyoruz:  İktidar dikey yöntem fırsatçılığının nimeti olmamalıdır. Böyle düşünmek gücün farklı bileşenleri nezdinde İslam’ın yönetimsel despotizmini oluşturacak Osmanlı’dan miras çok yönlü dağınıklığı ve çözülmeyi tedavi ederek yola devam etme sürecini yani İslami dönüşümün yürürlüğünü ortadan kaldıracaktır.

Şu bölümü aktaralım:

“ATATÜRK'Ü TAKDİR EDİYORLARDI”

İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ramazan Yıldırım tarafından hazırlanan Prof. Ali Özek'in hatıralarında Cumhuriyet döneminin bu netameli safhaları hakkında ilginç bilgiler yer alıyor. Prof. Ali Özek hatıralarında Mehmed Akif Ersoy'un yakın dostu olan Hasan Basri Çantay'dan enteresan anekdotlar aktarıyor.

Birinci Meclis'te Karesi mebusu seçilen Hasan Basri Çantay, Mehmed Akif Ersoy'u İstiklal Marşı yazması için teşvik edenlerden biriydi. İstiklal Madalyası sahibi merhum Çantay'ı 1950'lerin başlarında kaleme aldığı 'Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim' isimli eseriyle tanıyoruz.

1964'te İstanbul'da vefat eden Hasan Basri Çantay bir süre İstanbul İmam-Hatip Okulu'nda öğretmenlik de yapmıştı. Cumhuriyet döneminde din eğitimi ve öğretimi konusunda çalışmalarıyla tanınan Prof. Ali Özek de İstanbul'a yerleştiği dönemde Hasan Basri Çantay ile tanışmıştı.

Dr. Ramazan Yıldırım tarafından kaleme alınan 'Medreseden Üniversiteye: Ali Özek' başlıklı kitapta Özek Hoca, merhum Çantay ile tanışmasını şu sözlerle anlatıyor:

'İstanbul'a yerleştikten sonra Hacı Raif Bey'le Küllük kahvesine giderdik. Bir de Hasan Basri Çantay'ı ziyaret ederdik. Beyazıt'ta oturuyordu. Yaşlı bir adamdı. Ondan da çok şey dinledik. Bazı kimseler onu yanlış anlıyordu. Bu adam Atatürk'ü destekliyor diyorlardı bana. Hâlbuki Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Hoca Atatürk'ü takdir ediyordu.”

O dönem fikir çevrelerinde Osmanlı döneminin yanlışlarını düzeltmek sakiyle birlikte, en başta Batı’nın aydınlanma çağına öykünmenin de etkisiyle, kimi zaman ıslah yerine tecdit ve terakkiyi savunan, kimi zaman da geri kalmışlık durumunun her halükarda aşılmasını hedefleyen bir algı belirleyici oluyordu. Hülasa İslamcıların bir kısmı hem emperyalizme hem de içteki çürümeye karşı köklü çözümler üretebilme konusunda herhangi bir yönteme sahip değillerdi. Bazıları bize bizden zarar gelmez kabulüyle dirilişin ve toparlanışın önünü açacağını düşündükleri böylesine iyi niyetli beklentilere girmiş olabilirlerdi. Bu noktada “Mahir İz ve Hasan Basri Çantay'ın Atatürk ve Cumhuriyet hakkında müspet fikirleri olduğundan bahseden Özek Hoca şunları söylüyor:

'Mahir İz tanınmış bir fikir adamı, edebiyatçıydı. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nde hocalık yaptı. Düşünceleri modern İslamiyete yönelikti. Cumhuriyet hakkında müspet düşünceleri vardı. Cumhuriyet Devri'nde cereyan eden bir takım menfi olaylardan dolayı onu bazen tenkit ettiğimiz de olurdu. Bu olaylara Hasan Basri de Mahir İz de farklı bakardı. Onlar Osmanlı Dönemi'nde yaşamıştı. İki dönemi de bildikleri için cumhuriyet döneminde yapılanları (bir iki tanesi hariç) çok yanlış görmüyorlardı. Mesela Tevhid-i Tedrisat'ı yanlış görmüyorlardı.” cümlelerini üzülerek aktaralım. Düz bir okuma yaptığımızda bizim de anlamakta zorlanacağımız M. Akif’in de içinde olduğu bir temkinli duruşun (olayları ihtiyatla ele alan ve tekliflere soğuk bakan Akif profili) üzerinde kafa yormak gerekiyor.

Aktarmaya devam edelim:

“SABAHA KADAR AKİF'E YALVARDIK”

Hasan Basri Çantay, Ali Özek Hoca'ya Cumhuriyetin ilk döneminde yaşananlar hakkında ilginç anekdotlar aktarmıştı. Çantay, Mustafa Kemal Paşa'nın dindar gruptan hükümet kurmalarını istemişti.

Ali Özek Hoca hatıralarında bu iddiayı şöyle dile getiriyor:

'Çantay'ın anlattıklarından en çok aklımda kalan şudur. Tarihini tam hatırlamıyorum ama Mehmet Akif o zaman hâlâ Türkiye'de. Mehmet Akif buradayken Mustafa Kemal onun da içinde bulunduğu dindar guruba hükümeti kurma yetkisini veriyor. Yani o günün muhafazakar mebuslarına hükümeti kurun diyor. Başbakan olarak kimi düşünüyorlardı, onu bilmiyorum ama herhalde Hasan Basri Çantay'ı düşünüyorlardı. 'Bu görevi bize verdi. Biz de toplandık fakat hiç kimse vazife kabul etmedi. Mehmet Akif'e Milli Eğitim Bakanlığı'nı teklif ettik, kabul etmedi. Bir gün sabah ezanı okununcaya kadar yalvardık. Gene de kabul etmedi. O yüzden kabahat bizdeydi. Eğer hükümeti kurabilseydik, bu işler böyle olmazdı' derdi. Anlattığı başka bazı olaylar da vardı.

Ali Özek Hoca'nın hatıralarında yer alan bilgilere göre Milli Mücadele döneminde Ankara'da bir takım gruplaşmalar söz konusuydu. Özek Hoca, Cumhuriyet dönemine rengini verecek nitelikteki bu gruplaşmalar hakkında şunları söylüyor:

'O senelerde, 1921'den sonra galiba, Mustafa Kemal iyice güçleniyor. Birçok olay baş gösteriyor. Oralarda çok sert davranıyor ve başarıyor. Anadolu'da çıkmış birçok isyan var. Bu isyanları sert bir şekilde bastırıyor. Sabatayistler o sırada Mustafa Kemal'in etrafında yerlerini almış zaten. Mustafa Kemal'in burada yaptığı birkaç müspet iş var. O dönemde üç tane gurup var. Biri Dr. Rıza Nur gurubu. Şamanist olmak istiyorlar. Onlar ırkçıydı. Türklerin dini Şamanizm'dir diye bir yola giriyorlar. Mustafa Necati o zaman Milli Eğitim Bakanı'ydı. O da Hıristiyan olalım diyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları da biz ne Hıristiyanız ne de Şamanistiz. Biz Müslümanız ama reform yapacağız diyorlardı. Onun üzerine Mustafa Kemal, Rıfat Börekçi'yi Diyanet İşleri Başkanı yapıyor. Protokoldeki yeri de başbakandan önceydi. Bunlar sonradan değiştirilmiştir. Bu bana göre bir mâna ifade ediyor. Sonradan yapılacak inkılâplar henüz yok daha. ‘’

Her halde o dönem ki İslamcıların üzerinde ittifak ettikleri tek konu Sultan Vahdettin’e, öncesinde de Sultan Abdülhamit’e karşı oluşlarıydı. Bunun birçok haklı gerekçelerinin olduğu ortada ama gelecek günlerin Müslümanların azap günleri olacağı tespitinde de İslamcılar arasında bir homojenliğin olmadığı görülüyor.

Hazin tabloya göz atmaya devam edelim:

“ 'BU İŞİ BAŞARAMADIK'

Sultan Vahideddin aleyhinde yazdığı yazılar nedeniyle hakkında tutuklama kararı çıkartılan Hasan Basri Çantay ve onun gibi düşünen pek çok şahsiyetin Milli Mücadele'ye büyük hizmetleri geçmişti. Ne ki Çantay ve arkadaşları Cumhuriyet rejiminin teşekkülünde pasif kalmışlar yahut pasif kalmak zorunda bırakılmışlardı.

Ali Özek Hoca bu dönemde yaşanan gelişmeleri bakın nasıl anlatıyor:

'Mustafa Kemal'i ilk zamanlarda hocalar, müftüler destekledi. Savaşı beraber kazandılar. O da onlara bir değer veriyordu. Sabatayistler o zaman, Mustafa Kemal'e onlar yani Hasan Basri Çantay gurubu bu işi başaramaz diyorlar. O da tamam diyor, fakat onlara bir görev veriyor. Bunlar hükümeti kuramayınca Sabatayistler devreye giriyor. Mustafa Kemal de buna çok üzülüyor ve kızıyor. Yani bunlar bu imkânı neden kullanamadı, niye reddetti diyor. İşte o zaman Sabatayistler onun etrafını alıyor. Bu işi ancak bizimle yürütebilirsin diyorlar. Mustafa Kemal de zaten o tarafa meyilli bir insan. Müslüman kesime hükümeti kurma işini vermesi, onların hak ettiği bir işi tamamlamak içindir. İşin özeti Hasan Basri Çantay'dan dinlediğim 'Bu işi başaramadık, hükümeti kuramadık' şeklindedir. Bunlar hükümeti kuramayınca Mustafa Kemal bu işi başkasına veriyor ve bu olaydan sonra her şey yavaş yavaş değişiyor. 1924 Anayasası çok önemlidir. Hatta bu anayasa şu anda Türkiye'de uygulansa şu ana kadarki en iyi anayasadır deniyor. Çünkü o anayasada devletin dini İslâm, merkezi Ankara, dili Türkçedir diye yazıyormuş. Bu üç madde çok önemlidir.'

Ali Özek Hoca'nın anlattıkları elbette Cumhuriyetin ilk dönemine ilişkin çalışmalar yapan araştırmacılar için yeni bilgiler sunuyor. Umarız ki bu yeni bilgiler ışığında Cumhuriyet döneminin gizli kalmış bazı safhaları aydınlanır.

Atatürk neden Latin alfabesini tercih etmiş!

1928'de 'Latin Alfabesi'ne geçmesi Türkiye'nin Batılılaştırılması yönünde en önemli gelişmelerden biri olarak kabul edilir. Ali Özek Hoca ise hem Harf devrimini hararetle savunan Batıcılardan, hem de bu devrimin kuşaklar arasında kültür kopukluğu meydana getirdiğini belirterek itiraz edenlerden çok daha farklı bir yorum getiriyor.

Enteresan bulduğumuz için Ali Özek Hoca'nın görüşünü aktarıyoruz:

'Biz Latin Alfabesi'ni 1928'de kabul ettik. Bu konuda fazla açıklama yok ama Latin Alfabesi'nin kabulü bir Batılılaşma programı değildi. Bilindiği gibi 1917'ye kadar Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'nde Osmanlıca vardı. Orada yazılmış bir kitap ortak dille yazıldığı için burada anlaşılabiliyordu. Burada yazılan da orada anlaşılıyordu. Yani ortak bir yazı dili vardı. Bu böyle devam ederken Ruslar bakıyorlar ki bunların Osmanlı ile olan irtibatı devam ediyor, bunu kesmek için alfabe değişikliğine gidiyorlar. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'nde kullanılmaya başlanan Latin alfabesi, daha önce Osmanlı Devletine de teklif edilmiş bir alfabedir. Rus İlimler Akademisi'nde Ahong adında Tatar asıllı bir Rus bu alfabeyi hazırlıyor. İki defa Osmanlı Devletine gelip teklif ediyor fakat burada pek kabul görmüyor. Harp dolayısıyla vazgeçiyorlar. Bu alfabeyi Ruslar Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'nde mecburen uyguluyor. Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan ve Tacikistan olmak üzere altı devlette uygulanıyor. Bu oralarda on iki sene kadar devam ediyor. 1928'de Türkiye aynı alfabeye geçiyor. Orta Asya’da Rusların getirdiği alfabenin hiçbir noktası dahi değişmiyor. Hedef, Orta Asya ile olan irtibatı devam ettirmek. Atatürk'ün Orta Asya'ya ilgisi büyüktü. Bu konuda belgeler var. Atatürk'ün, arkadaşları ile birlikte, Orta Asya ile irtibatı kesmemenin bir yolunu bulması gerekiyordu. Alfabe değişikliği İnkılâp Tarihi'nde Batılılaşma programının bir parçası olarak algılanıyor. Hâlbuki bu, yanlış bir değerlendirme. Latin harfleri yeniden dökülmek yerine Azerbaycan'dan sandıklarla Türkiye'ye taşınıyor. Türkiye'nin bu alfabeyi kabul etmesinden sonra Ruslar, tekrar irtibâtı kesmek için, Türk dünyasının kullanmakta olduğu Latin alfabesini Kiril alfabesi'ne çeviriyor.'

Ömer Nasuhi Bilmen'den gelen itiraf

Prof. Ali Özek'in yakınlık kurduğu şahsiyetler arasında 'Hukuku İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu', 'Kur'an-ı Kerim'in Meâl-i lisi ve Tefsirii' ile 'Büyük İslâm İlmihali' isimli eserleriyle tanıdığımız Ömer Nasuhi Bilmen de yer alıyor. Merhum Bilmen Cumhuriyet döneminin beşinci Diyanet İşleri Başkanı idi.

İsmet Paşa devri'nde İstanbul Müftülüğüne tayin olunan Bilmen Hoca 30 Haziran 1960 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilmişti. Ancak Bilmen Hoca bir yıl bile dolmadan emekliye ayrılmıştı. Rivayetlere göre 'Tek Parti' rejiminin dini politikalarına teşkilatı alet etmek istemediği için emekliliğini istemişti. İlmi çalışmalarına devam eden Bilmen Hoca 12 Ekim 1971 günü vefat etmişti.

Ömer Nasuhi Bilmen, Ali Özek Hoca ile Fatih'te komşuydu. Aynı mahallede oturuyorlar, namaz kılmak için Fatih Camii'ne birlikte gidiyorlardı. Ömer Nasuhi Bilmen de Özek Hoca'ya, Atatürk ve Cumhuriyet'in ilk dönemlerine ilişkin olarak ilginç anekdotlar aktarmıştı. Ali Özek Hoca hatıralarında Nasuhi Bilmen Hoca ile aralarında geçen bir diyaloğu şöyle anlatıyor: 'Ömer Nasuhi Hoca, her zaman eski dönem mevzuları açıldığında, 'Kabahat bizdedir' derdi. Şunun için kabahat bizdedir derdi. Mustafa Kemal o senelerde bir 'Tâdili Mecelle Komisyonu' kuruyor. Çünkü Mecelle'nin ahvâli şahsiye kısmı zaten hazır. Ömer Nasuhi Hoca da bu komisyonun içinde. O zaman Mustafa Kemal'in emriyle şu kararı veriyorlar. Mecelle'nin tamamı dört kısımdan oluşmaktadır. Ahvali şahsiye, ticaret kısmı, ceza hukuku ve muâmelâtı diniye. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir İslâm Devleti olduğu için Batı kanunlarını almak yerine Mecelle'yi tamamlayıp uygulamaya çalışıyor. Ömer Nasuhi Bilmen'e de ibadet hukuku kısmını veriyorlar. Ömer Nasuhi Bilmen'in bir ilmihâli var. Bu ilmihâl maddeler halinde yazılmış. Aslında onu İbadet Hukuku olarak hazırlamış. Sonra bu iş olmayınca onu 'Büyük İslâm İlmihâli' diye neşretmiş. Bu komisyona 10-15 kişi seçiliyor. Hepsine bir bölüm verilmiş. Onların hazırlayıp getireceği taslak mecliste görüşülerek uygulamaya konulacak, zamanla da geliştirilecek. Program bu. Altı ay kadar da bir süre vermişler. Ömer Nasuhi, 'Altı ay sonra, birisi ben olmak üzere iki üç kişi dışında hiç kimse bir şey hazırlayıp getirmedi' diyor. O zaman Mustafa Kemal, bunlara kızıp bağırıyor. 'Olmaz böyle şey' diyor. 'Sonra da Batı hukukunu almaya karar verdiler' diye anlatıyordu Ömer Nasuhi Hoca, onun için daima 'Kabahat bizdedir' derdi.’’

Konuya ilişkin analojinin yönlerine neyi yerleştirdiğiniz önemli. Bir tarafa “İslam-iktidar”, diğerine de “Cumhuriyet-Devlet” hükmünü yerleştirdiğinizde, varlığında mündemiç hilafeti asla bulamayacak bir meclis, inhirafa uğramış ümmet ve darmadağın Alem-i İslam!!!

Rabbimiz meseleleri idrak eden bakış açısı ve İslam Ümmetinin inşasına dönük bir geleceği nasip etsin.

 

HABERE YORUM KAT

6 Yorum