1. YAZARLAR

  2. Muhsin Önal Mengüşoğlu

  3. Cidde’den Mısır’a Gezi Günlüğü -8
Muhsin Önal Mengüşoğlu

Muhsin Önal Mengüşoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Cidde’den Mısır’a Gezi Günlüğü -8

06 Eylül 2013 Cuma 16:52A+A-

İnsan Ancak Bedel Ödediği Zaman Özgürdür

Mısır’da; karanlığın hüküm sürdüğü bir coğrafyada; aydınlığa ulaşmak için mücadele verenlerin karargâhında, yeni bir güne uyanıyorum. Namlusu halkına dönük bir Firavunlar ordusunun egemenliğinde, ruhunu esarete teslim etmektense bedel ödemeyi göze alanların şahitliğinde ellerimi semaya kaldırıyor, gözyaşlarımı avuçlarıma saklıyorum: Ey kudreti sonsuz, merhameti nihayetsiz, bütün âlemlerin yegâne sahibi Yüceler Yücesi Rabbimiz! Sen’in Dinine, Kitabına, Peygamberine ve masum kullarına düşmanlık besleyen, cahil, kaba, insanlık ve medeniyet mahrumu zalim mahluklar, kendilerine iyilikte bulunsunlar diye emaneten verdiğin gücü ve saltanatı, inanan insanların hukukuna tecavüz edip onlara karşı kullanıyor ve göz göre zorbalık yapıyorlar. Bilirim ki rahmetin sonsuzdur. Masum kulların hakkında kötülük düşünüp, onlara zarar vermek isteyenlerin emellerini gerçekleştirmelerine müsaade etme. Tuzak kuranların tuzaklarını başlarına çevir. Onları kahreyle. Sen’in her şeye gücün yeter.

Bugün, haritasına kan sıçramış, özgürleşmek adına meydanlara dolmuş taşmış Musa’nın evlatlarına veda edeceğiz. Bugün, elbet bir gün Firavunlar’a mezar olacak, Musa’nın haykırışlarıya dolacak toprakları terk edeceğiz. Bugün elbet bir gün hak, hukuk, özgürlük adına bedel ödeyenlerin naralarıyla çınlayacak; Rabbin yasasına iman edenlerin zaferiyle şanlanacak diyarlara eyvallah diyeceğiz. Acaba ondan mıdır ki kalbime hüznün gölgesi çökmüş; ruhumu acıdan bir perde örtmüş...Ah Mısır! Unutma ki Rabbin vaadi yakındır ve unutma ki “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır” (Âli İmrân 77).

Direniş Senfonisi

Karmaşık duyguların ağından kurtulmalı ve derhal ayağa kalkmalıyım. Ama gözlerimi bir türlü açamıyorum. Sanki bu sahneyi önceden oynamış gibiyim. Bilmem sizlere de olur mu ama bazen ben hayatımı tekrar ediyorum; daha önce başıma gelen bir hadiseyi sanki yeniden yaşıyorum.(De ja  vu)mu diyorlar buna? İşte yine o anlardan biriyle karşı karşıyayım. Hâlihazırda başıma gelenler adeta geçmişte şahit olduklarımın bir kopyası. Herneyse şimdi bunları düşünmenin sırası değil; boylu boyunca uzandığım yataktan doğrulmalı ve lavaboya gitmeliyim. Zihnimden geçenleri, gerçeğe dönüştürüyor ve lavaboya ulaşıyorum. Neden sonra yüzüme çarptığım suyun etkisiyle kendime geliyorum. Yeniden odadayım. Saat 08.00 ve yoldaşım uyuyor. Anı değerlendirmeliyim. Günlüğümü elime alıyor ve birkaç satır karalıyorum. Nedense bugün hiç havamda değilim. Canım sanki bende değil. Adeta kalbim yerinden oynamış gibi...Temiz havaya ihtiyacım olduğunu düşünüyor ve balkona çıkıyorum. Fevkalade bir manzarayla karşı karşıyayım: Akdeniz’in engin ve tertemiz maviliğine şahit olmak adeta beni büyülüyor. Bu güzelliğe eşlik eden martı sesleri beni geçmişe götürüyor.

Çocukken çok sevdiğim dedemin İstanbul Fatih’deki evine gider günümü gün ederdim. Hanede dedem ve anneannemle birlikte dayılarım otururdu. Bursa’da baba ocağındaki ayrıcalıklı konumumu yavaş yavaş kaybediyordum. Zira kız kardeşim dünyaya gelmiş ve doğal olarak ilgi ve sevgi daha çok onun üzerine yoğunlaşmıştı. Zavallı ağabeyim erken pes etmiş ve olanları kabullenmişti. Ama ben direnecektim. Mücadelem sonuç vermeyince de evi terk edecektim. Zihnimde beni bağrına basabileceğini düşündüğüm tek bir adres vardı: dede ocağı...Orada gece olunca denizde yolunu kaybetmiş martıların çığlıklarıyla uykuya dalardım. Bir senfoni, bir ninni gibi gelirdi bana bu haykırışlar.  Onlar ab-ı hayata yeniden kavuşmak, suya ulaşmak için çabalarken, ben yeterince yüz bulamadığımı düşündüğüm hanemden uzakta, zafer kazanmış bir savaşçı edasıyla hayaller kurardım.  İşte yine bugün yeni bir senfoniyle güne merhaba diyorum. Ama bu, Mısır’da direnişin sembolu haline gelmiş meydanlarda, zulme uğramış masum halkların haykırışlarına karışan bir senfoni. Bu bir direniş senfonisi: Esma’nın, Ayşe’nin, Ali’nin ve Ahmet’in kanlarıyla bestelenen, onların şehadetiyle şerbetlenen... 

Gökyüzü bulutlu. Yağmur mu yağacak ne? Allah’ın rahmeti sonsuzdur neden olmasın diye düşünüyorum. Bu arada denizin uçsuz bucaksız maviliğinden yorulan gözlerimi kıyıya taşıyorum. Sağ tarafımızda sonu denize ulaşan, barikatlarla çevrili geniş bir saha var. Sayısız tanklı birlik tarafından korunan bu bölgede çok sayıda bina bulunmakta. Belli ki burayı muhafaza etmek çok mühim. Öyle ya her an düşman (!) saldırısına maruz kalınabilir. Halkını hasım gören ve gölgesinden korkar hale gelen darbeci zihniyetten de başka ne beklenebilir? Onların yegâne görevi silah ve cebir yoluyla insanları korkutmak, kutsal addettiklerini savunmaktır.

Sokaklar bomboş. Tatil beldesinde bulunmamız ve Ramazanı yaşıyor olmamız yöre halkını ve ziyaretçileri sokaklardan uzaklaştırmış. Zira gece cıvıl cıvıl olan hayat gündüz kendisini uykuya teslim ediyor. Odamız yedinci katta. Otel sahibi böyle bir sezonda müşterisizliğin acısını yaşıyor olacak ki en güzel odasını bize tahsis etmiş. Ne var ki klimamız yok. Tavandan zemine doğru uzanan bir pervane ile serinlemeye çalışıyoruz.

Yoldaşımın da güne merhaba demesiyle yola koyuluyoruz. Nihayet bugün sıkıntılı ve yorucu bir seyahatin ardından sınıra ulaşmanın heyecanını yaşayacağız. Rotamız uzun şayet önemli bir problemle karşılaşmazsak akşama Libya’da olacağız. Bu arada, sıkıntılarımızı kısmen unutturan sevindirici bir olaya şahit oluyoruz:  bölgede benzin sıkıntısı yaşanmıyor. Gerçi tedarikliyiz. Yeterince stoğumuz olduğunu söyleyebilirim. Yine de yaşadığımız onca hadisenin ardından yakıt bulabilir miyiz endişesini taşımamak beni bir hayli rahatlatıyor. Mısır’da deniz turizmine açık bölgelerin neredeyse tamamında benzinliklerin harıl harıl çalışıyor olması bende bu meselenin suni gerekçelere dayandığı hissini uyandırıyor. Nitekim bahsi geçen merkezler yerli turistler tarafından fazlasıyla tercih ediliyor. Ülkeye hakim olan karmaşa ve kaos neticesinde, bir zamanlar yoğun bir yabancı trafiğinin bulunduğu bu bölgeler bugün sadece Mısırlılar’a kalmış.

“Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol!”

Akdeniz sahilinde yol alıyoruz. Saat 11.50’de El Negela’ya ulaşıyoruz. Burası son derece küçük ama bir o kadar da bakımlı ve lüks bir tatil kasabası. İnsanların hâl ve davranışlarından ülkede cereyan eden hadiselerin pek de umurlarında olmadığı rahatlıkla anlaşılıyor. Burada bambaşka bir hayat yaşanıyor. Sanki Mısır dışında farklı bir coğrafyadayız. Lüks konut ve araçlar sokakları süslüyor. Şahit olduklarımız ülkedeki gelir adeletsizliğinin ne boyutlara ulaştığını gösteriyor. Bir yanda özgürlük ve adalet uğruna canını feda edenler diğer yanda ise sefahat ve eğlencenin doruk noktasında gününü gün edenler. Ülkede kan gövdeyi götürürken, yetimin ve mazlumun hakkı gasp edilirken sanki başka bir dünyadanmışçasına hareket etmenin izahı mümkün mü?  Ne mutlu Allah yolunda mücadele verip ebedi zenginliğe iman edenlere; ne mutlu dünyevi olana meyletmeyip dosdoğru davranmayı bilenlere... “Çünkü Allah sizin yaptıklarınızı en iyi görendir” (Hud 112).     

Zafer Er ya da Geç Muttakilerindir

El Negela’dan ayrılıyoruz. Sınıra yani Salum’a 145 kilometrelik mesafedeyiz. Zaman zaman rotamız denizden ayrılıyor. Bir müddet bozkırda yol aldıktan sonra tekrar suya kavuşuyoruz. Saat 12.30’da Sidi Barrani’den, 12.55’de ise Bakbak’dan geçiyoruz. Her ikisi de orta ölçekte büyüklüklüğe sahip bu kasabaların deniz kıyısından uzak olmaları gelişmişlik düzeylerini de etkiliyor. El Negela’da şahit olduğumuz manzaralara bu bölgelerde rastlayamıyoruz. Sınıra 40 kilometre kala başka bir hadiseyle karşılaşıyoruz. Asfalt olan yolumuz birdenbire çakıllaşıyor ve insanı bıktıracak bir çalışma başlıyor. Daha da kötüsü çift yol birden bire teke düşüyor. İlginç olan ise geliş istikametine girmemiz gerektiğini gösteren herhangi bir levhanın bulunmaması. Tamamen hissiyatımıza göre hareket ediyoruz. Neyse ki sakin bir hat üzerinde ilerlemekteyiz. Sınıra çok yaklaştığımız uzun kamyon kuyruğundan belli oluyor.

İki farklı bölgede asker kontrolünden geçiyoruz. Neyse ki ilkini çok fazla sıkıntı yaşamadan atlatıyoruz. İkincisinde ise bela kapımızı birkez daha çalıyor. Öncelikle çok sıkı bir aramadan geçiriliyoruz. Sonrasında sorgulama başlıyor. Doğrusu orada bulunmamız bir türlü anlamlandırılamıyor. Aslında yargıçlarımızın tereddütünü çok iyi anlıyorum. Öyle ya iki Türk vatandaşı hem de özel arabalarıyla hem de böylesine sıkıntılı bir dönemde Mısır’dan Libya’ya geçmek istesin. Üstelik bu kimseler işin içerisine bir de Suudi Arabistan’ı karıştırsın. Tüm bu karmaşık denklemi çözmek de bu zavallı askerlere kalsın. Bunları düşünüp sessizce gülümsüyorum. Nihayetinde muhataplarımız bizimle baş edemeyeceklerini anlamış olacaklar ki çareyi komutanlarına başvurmakta buluyorlar.  Haliyle işimiz biraz daha zorlaşıyor. Rütbesi omuzlarına ağır gelen subayımız bir Firavun edasıyla bizi yanına çağırıyor. Dilimde Allah’ın ayetleri hedefe doğru yöneliyorum: “Rabbinizin yardımını ve lütfunu isteyin ve sabır gösterin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonunda kurtuluş müttakilerindir” (Araf 128). Rabbim Musa’yı nasıl Firavunlar’a yem etmediysen bizi de bu zalimler eliyle mahkûm etme, onların gazabından koru. Sen’in herşeye gücün yeter.

Endişe içerisinde komutana yanaşıyoruz. Hazırlıklı olmalıyız. Süveyş tecrübesinden sonra iyice anladık ki bu ülkede her an herşeye maruz kalabiliriz. Kaderimiz adeta komutanın iki dudağı arasında. Kendisi bizi şöyle bir tepeden tırnağa süzdükten sonra nereli olduğumuzu soruyor. Cevap bildik: “Türkiyeliyiz”. Aldığı yanıt komutanın hoşuna gitmiş olacak ki yüzünde sıcak bir tebessüm beliriyor. Rahatlıyoruz. Belli ki muhatabımız nezdinde artık ayrıcalıklı bir konumdayız. Sonrasında bize nereye gittiğimizi soruyor. “Mağrip” diyince şaşkınlığını gizleyemiyor. Ardından Libya vizemiz olup olmadığını merak ediyor. Hizmet pasaportuna sahip olduğumuzu ve vizeye ihtiyacımız olmadığını söylüyoruz. Tereddütsüz davranmamız ve kendimizden emin tavırlar sergilememiz onu fazlasıyla etkiliyor. Bunu hissediyorum. Son sözlerini söyleyerek yanımızdan ayrılıyor: “Yolunuz açık olsun!”Eyvallah!” diyerek kendisini selamlıyoruz.

Büyük Lokma Ye Büyük Söz Söyleme”

Yeniden arabamızdayız. Bir müddet yol aldıktan sonra sınır kasabası Salum’a ulaşıyoruz. Durmaya ve beklemeye hiç niyetimiz yok. Devam ediyoruz. Kısa bir süre sonra oldukça dik bir yokuşa ulaşıyoruz. Son derece dar ve virajlı bir asfaltta ilerlemekteyiz. Adeta Bursa Uludağ’a tırmanıyormuşçasına bir hisse kapılıyorum. Yükseldikçe manzaranın büyüsü de artıyor. Yaklaşık on dakikalık bir yolculuğun ardından tepeye ulaşıyoruz. Ve nihayet gümrükteyiz. Yoğun kamyon kuyruğu burada da devam ediyor. Pasaportlarımız gümrük polisinin elinde. Büyük bir şaşkınlıkla elindekileri şöyle bir evirip çeviriyor ve nereye gittiğimizi soruyor. Aslında biz bu sahnelere o kadar çok alıştık ki... Sorular, sorgulamalar, şaşkınlıklar adeta hayatımızın birer parçası haline geldiler. Binlerce, onbinlerce hatta yüzbinlerce sayfa okuyarak edinemeyeceğimiz tecrübeyi bu seyahat neticesinde elde edebildik. İşte birkez daha bildik hadiselere şahit oluyoruz. Zavallı adamcağız işin içinden çıkamayacağını anlayınca tek bir cümleyle bizi başından savmak istiyor: “Ülkemizin içinde bulunduğu şartlar gereği Libya sınırı özel araç geçişine kapalı...” Hâlbuki biz çok kararlıyız ve bu lokmayı yutmayacağız. Belli ki sen bizimle uğraşmak istemiyorsun diyerek kendimi teskin etmeye çalışıyorum. Polis ısrarımızı görünce arabada beklememizi söylüyor ve cep telefonuyla bir yerleri arıyor. Yaklaşık onbeş dakikalık bir bekleyişin ardından polis nezaretinde gümrük binalarının arasına giriyoruz. Arabamızı park edip binalardan birine dalıyoruz. Oldukça dar bir koridordan geçerek gümrük amirinin odasının bulunduğu kısma ulaşıyoruz. Odaya açılan bekleme salonundayız. İçeride biri genç diğeri yaşlı iki bayan ve dört erkek var. Belli ki erkeklerden birisi hanımların yakını zira onların hemen yanıbaşında oturuyor. Diğer üç erkekten ikisi kendilerine tahsis edildiği rahatlıkla anlaşılan masaların arkasındaki sandalyelere kurulmuşken sonuncusu ayakta bekliyor. Bizimle birlikte salondakilerin sayısı dokuza çıkıyor. Masa başında oturan ve polis olduğunu tahmin ettiğim adamlardan bir tanesi bizi görür görmez ayağa kalkıyor ve pasaportları elimizden alıyor. Bize beklememizi söyleyerek gümrük amirinin odasına giriyor. Çıktığında Libya’ya geçişimize müsaade edemeyeceklerini söylüyor. Doğrusu şaşkınlık içerisindeyiz. Bu durum hesapta hiç yoktu diye düşünüyorum. Bunca emek ziyan olacak ve bu şarkı burada bitecek. Hayır! Bir yolu olmalı ve bu beladan sıyrılmalıyız ama nasıl?

Muhatıplarımızla sıkı bir söz dalaşına giriyoruz. Bağırış çağırışlarımız gümrük amirini rahatsız etmiş olacak ki kendisi dışarı çıkıyor. Böylelikle meseleyi birkez de kendisine izah etme fırsatını yakalamış oluyoruz. Ancak cevap değişmiyor: “Saygıdeğer beyefendiler! Gerçekten çok üzgünüz. Sorun bizden kaynaklanmıyor. Libya tarafıyla irtibata geçtik ancak güvenlik zaafını gerekçe göstererek geçişinizi onaylamadılar.” İşin gerçeği amirin nazik ve kibar üslubu beni şaşırtıyor.

“Hayat Bir Tabur Vukuattır; Kumandanı: Tesadüf”

Çare yok dışarı çıkıyor ve arabamıza biniyoruz. Ama pes etmek niyetinde değiliz. Bir vesileyle İskenderiye Başkonsolosluğuna ulaşıyor ve konu hakkında malumat almak istediğimizi söylüyoruz. Konsolosluktaki yetkililer meseleyi araştırıp bize geri döneceklerini söylüyorlar. Gümrük binalarına yaklaşık 100 metre mesafede, yol kenarında arabamızın burnu Libya’ya dönük beklemekteyiz. O esnada bir polis minibüsü gümrükten çıkıyor yanımızdan geçip yoluna devam ederken kararını değiştiriyor ve geri dönüyor. Bize doğru geldiğini hissediyorum. Çok kısa bir süre sonra yanılmadığımı anlıyorum. Minibüs bize ters istikamette hemen paralelimizde duruyor. Öncelikle sürgülü yan kapı açılıyor. Sivil giyimli polisler aracımızın etrafını sarıyor. Ardından ön cam aşağıya doğru iniyor. Oldukça sinirli olduğu her halinden anlaşılan üst düzey bir polis memuru camdan başını uzatarak İngilizce bilip bilmediğimizi soruyor. Evet, cevabını aldıktan sonra sıra orada ne aradığımıza geliyor. Allahım! İşte yeni bir dert ve çileyle karşı karşıyayız. Bakalım son derece kızgın ve otoriter bir görünüme sahip bu adamın elinden nasıl kurtulacağız. Muhatabımızı ikna edecek bir cevap, bir gerekçe bulmalıyız. Aksi takdirde başımıza gelebilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Başlıyorum konuşmaya. Libya’ya geçişimize izin verilmediğini, kanunsuz bir muameleye maruz kaldığımızı,  sunulan gerekçelerin bizi pek ikna etmediğini söylüyorum. Ardından İskenderiye Başkonsolosluğuyla irtibat kurduğumuzu ve konuyla ilgili bilgilendirme talep ettiğimizi ilave ediyorum.  Adam daha da sinirleniyor. Adeta çileden çıkmış bir biçimde arka koltukta oturan polise birilerini aratıyor. Hararetli bir biçimde telefonun ucundaki kimseyle konuşmaya başlıyor. Geri adım atmamamız ve dirayetli davranmaya çalışmamız galiba başımıza iş açacak diye düşünmeye başlıyorum. Yoldaşım: “Tutuklanabiliriz! Kapıları kilitlesen iyi olacak” diyor. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Allahım! Çaresizlik insana neler yaptırıyor. Kapıları kilitsem ne olacak ki, kimden nasıl kaçacağız? Polisten uzaklaşıp kime sığınacağız? Herşeye rağmen bana verilen talimata uyuyor ve kilit düğmesine basıyorum.

Ene Mecnun Ente Leyla

Tam o esnada telefonumuz çalıyor. Arayan İskenderiye Başkonsolosluğundan üst düzey bir yetkili. Bana kim olduğumu soruyor. İsmimi söylüyorum. Kendisini tanıtıyor. Müthiş derecede rahatlıyorum. Orada bulunma nedenimizi soruyor. İzah etmeye çalışıyorum. Tepkisi beni hiç şaşırtmıyor: “Vallahi sizinki iyi cesaret... Hangi akla hizmet buralara geldiniz bilemiyorum ama ben bu halimle sizin yaptığınızı yapamazdım ” diyor. “Aslında bunları konuşmanın sırası değil. Zira başımızda büyük bir dert var öncelikle bu musibetten kurtulmalıyız” diyerek kendisinden yardım talep ediyorum. Ona etrafımızı kuşatan polislerden bahsediyorum. Büyük bir nezaket örneği göstererek telefonu onlardan birine uzatmamı istiyor. Elbetteki otoriter kimliğiyle bizi bunaltan sorgu yargıcımızı tercih ediyorum. Kısa bir konuşmanın ardından telefon tekrar bana dönüyor: Ses yok... Herhalde konuşmanın ardından polis telefonu kapattı diye düşünüyorum.  Ne var ki konsolosluktan bir görevliyle konuşmuş olmak hasmımızı rahatlatıyor. Minibüs etrafımızı saran aç kurtları da alarak yanımızdan ayrılıyor. Kısa bir süre sonra telefonumuz tekrar çalıyor. Arayan yine aynı şahıs. Öncelikle Libya’ya geçmemiz konusunda müsaade alamadığını belirtiyor. Ardından tedbir mahiyetli bir dizi talimat veriyor: Kesinlikle gece yolculuk yapılmamalı, sokakta sadece sabah ile akşam namazı arasında bulunulmalı, insanlarla tartışılmamalı ve gereksiz yere gerginlik yaşanmamalı, polis noktalarında hızlı hareket edilmemeli, iyi derecede Arapça bilen yabancıların bile kendilerini kurtaramadığı bir ortamda en ufak bir yanlışımızın bizi ölüme götüreceği gerçeği unutulmamalı. Nedense kendimi askerdeymişim gibi hissediyorum. Beyefendinin bir de teklifi var. İstersek bizi Dimyat üzerinden Türkiye’ye gönderebileceğini söylüyor. Bunun mümkün olmadığını Suudi Arabistan’a geri dönmemiz gerektiğini beyan ediyoruz. Bu arada konuşma sırasında yanımıza bir kamyonet yanaşıyor. İçinden orta yaşlarda bir adam iniyor. Birşeyler söylüyor. Açık olan camımızı kapatıp kapıyı kilitliyoruz. Adamcağız bu duruma çok kızıyor ve camı yumruklamaya başlıyor. Bir yandan da arka kapıyı açmaya çalışıyor. Başarısız olunca çılgıncasına bağırmaya başlıyor: “Ene Mecnun! Ene Mecnun!” Bu ne şimdi diyoruz başımızda onca dert varken bir de seninle uğraşacağız. Arabayı çalıştırıyor ve gümrüğe doğru hareket ediyorum. O da kamyonetine atlıyor. Sınırın aksi istikametinde 200 metre ilerledikten sonra duruyor. Belli ki bizi bekliyor. Arabamızın burnunu dönüş istikametine çeviriyoruz. Yola çıkıp çıkmama konusunda tereddüt geçiriyoruz. Biz kararsızlık yaşarken kamyonet hareket ediyor ve tekrar yanımıza yanaşıyor. Bu sefer gafil avlanmayacak ve gerekirse tepkimizi ortaya koyacağız. Camı açıyoruz. Adama pek çok durumda işimize yarayan o gizemli soruyu soruyoruz: “Müslüman mısın?” “Evet” yanıtını alınca bizim de Müslüman olduğumuzu ve yaşadıklarımızı izah etmekte güçlük çektiğimizi belirtiyoruz. Muhatabımız geri adım atıyor ve hiç bir şey söylemeden yanımızdan ayrılıyor.

“Her Yürek Kendinin Kaderidir”

Birkez daha dostumla başbaşayız. Birbirimize bakıyor ve gülümsüyoruz. İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz, bunu hissediyorum. Zira artık onu çok iyi tanıyorum. Bundan sonra rotamızı nasıl tayin edeceğimiz konusunda bir karara varmalıyız. Ya yolculuğu Mısır içerisinde sürdürecek ve bizi kendisine bir mıknatıs gibi çeken İskenderiye ve Kahire’ye yöneleceğiz yahut da arkamıza bile bakmadan geri döneceğiz. Yoldaşımla gözlerimiz kesişiyor: karar verildi, yola devam edeceğiz.  Dönüş rotamız Al Alemein’e kadar geliş istikametimizle aynı. Hızlı yol almalı ve geceyi İskenderiye’de geçirmeliyiz. Saat 18.30 sularında Mersa Metruh’a ulaşıyoruz. Polis bizi durduruyor ve nereli olduğumuzu soruyor. Türkiyeli olduğumuzu öğrenince Erdoğan diyor ve gülümsüyor. Sessiz kalmayı tercih ediyoruz. Kentte mola vermeden yola devam ediyoruz. Ancak birkez daha evdeki hesap çarşıya uymuyor. Zira hava kararıyor. Bu duruma bağlı olarak konaklama tercihimizi değiştiriyoruz. Geceyi Al Alemein’de geçireceğiz. Nitekim bu hızla yolumuza devam edecek olursak ancak gece yarısı İskenderiye’de olacağız ki bu da hiç işimize gelmiyor. Öyle ya şehri tanımıyoruz. Otel bulmakta güçlük çekebiliriz. Daha da kötüsü muhtemel bir asker yahut polis kontrolünde gözaltına alınma ihtimalimiz. Bu arada dönüş yolunda karşımıza çıkan iki askeri konrol noktasından da sıkıntısız geçiyoruz. Saat 22.00’da hedeflediğimiz noktaya ulaşıyoruz. Kendimize uygun bir otel bulup istirahate çekiliyoruz.

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT