1. YAZARLAR

  2. Süleyman Seyfi Öğün

  3. Bir banal Darwincilik olarak rekabet dünyası
Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir banal Darwincilik olarak rekabet dünyası

10 Nisan 2010 Cumartesi 04:41A+A-

Popüler kültürün TV'deki son patlamalarından birisi "yeteneklerin teşhiri ve yarıştırılması" oldu. Türkiye de bundan nasibini aldı. Malum bir "format" üzerinden hemen uyarlaması yapıldı. Program müthiş derecede ilgi çekti ve izlenmede büyük bir pay kopardı.

İpini koparan bu programlara katılıyor. Amaç büyük ikramiyeyi almak ve de sonrasında şöhrete kavuşmak. Kapitalist dünyada kültür kolay kolay kendi masumiyetini sürdüremez. Nesneleştirilebileceğine dair bir koku salıyorsa, hemen kültürel endüstrilerin dikkatini çeker ve onların kodlarında yeniden şekillenerek pazarlanır.

Kapitalist toplum kültürü nesneleştirip meta'laştırırken örtük olarak bir tür Darwincilik yapar. Darwin'in biyolojik görüşlerini tartışabiliriz. Bu uzmanlık ister ve Darwin burada elbette ki tezlerinden dolayı sorumludur. Ama Darwin'in bizzat sorumlu tutulamayacağı etkileri vardır ki, o noktada fail bulmak hayli güç gözüküyor. Mesela Sosyal Darwincilik denilen bakış, Darwin'i bağlamayan bir zihniyet yapılanmasını ifade ediyor. Bu, Darwin'in biyolojik tezlerinin yorumlanmasıyla ve beşerileştirilmesiyle ilişkili. Sözü edilen yorumun ırkçılıkla ya da seçkincilikle birlikte anılan çok tatsız bir politik açılımı da mevcut. Ama bize kalırsa, daha derinde olan ve ayrıca ele alınması gereken husus, Darwinciliğin kültürelleştirilmesinde kapitalizmin etkileriyle ilişkili olan etkileridir.

Kapitalizm kaçınılmaz olarak Sosyal Darwincidir. Bunu rekabet kavramı üzerinden anlayabiliriz. Tabii, Darwin'in adını geçirmeyince sorun olmuyor. Rekabet, kapitalist zihniyetin bir estetizasyonudur ve çağrışımları alabildiğine olumludur. Oysa rekabet ve rekabetin elemeleri alabildiğine Darwinci bir kavrayış içerir. Bu haliyle de Sosyal Darwinciliği yerleşik, hegemonik ve olağan bir durumdur. Rekabetin koşullarını adilleştirmek sorunu ortadan kaldırmıyor. Önemli olan, rekabetçiliğin modern zihniyetin çizem dünyasındaki tahripkâr etkileri.

Geleneksel dünyada rekabet bir ayıplamanın konusudur. Yoktur denilemez elbette; ama hakim kültür onu baskılar; açığa çıkmasını engeller. Kapitalist modernlik ise rekabet duygularını özgürleştirir, erdemlileştirir ve başarı-ödül merkezli sistematik bir olgunluğa ulaştırır. Modernliğin başat erdemlerinden birisi eşitlik ise bu rekabeti meşrulaştırmakla ilişkili bir zihni manevradır. Bütün bunlar özünde banal bir Darwinciliktir. Modern insanlar işbu banal Darwincilikle kuşatılmıştır. O kadar ki, durum aile hayatlarına bile sirayet etmiştir. Modern ebeveyn, çocuğunu acımasız ve rekabetçi bir dünya konusunda uyarır. Makbul ebeveyn, çocuklarına rekabette avantaj sağlayan şartları sağlamış olanıdır. Eğitim rekabettir. Bu rekabette herkes birbirine karşı hasımlaşır. Bu husumet taşkınlaşmaz tabii ki. Rekabetin adilliği ve olağanlığı telkin edilerek bastırılır. Masum yarışmalar, münazaralar, spor müsabakaları bu olağanlaştırmanın operasyonel karşılıklarıdır. İş hayatı aynı rekabeti sürdürür. İş arkadaşlarınız sizin rakiplerinizdir. Birileri sizin üstünüze çıkmadan siz erken davranmalı, herkesi aşmalısınızdır. Bunun için vasıflarınızı artırmaya matuf her türlü yatırımı yapmalısınızdır. Herkes iki yabancı dil mi öğrendi? Size üçüncüsünü öğrenmek düşer.

Oysa sorunlu olan bizzat rekabetin kendisi; ya da rekabet içinde olmanın insanlık durumlarında yarattığı tahribattır. Rekabet, kazanmak ile kaybetme arasındaki keskin farklılığı jilet kıvamına getirir. Rekabetin koşullarını istediğimiz kadar centilmenleştirelim ve eşitlikçi bir yapıya kavuşturalım; sonuç düpedüz eşitsizdir. Mesela liberaller bunun kabul edilebilir bir eşitsizlik olduğunu söylerler. Tercümesi şudur: Yani rekabetin koşullarını eşitlediğimiz zaman, aslında eşitsizliği kabul edilebilir kılmış oluyoruz. Kazananların nasıl ödüllendirildiğini biliyoruz. Ya kaybedenler? Kazananların azınlığı ve kaybedenlerin ezici çoğunluğu oluşturduğunda ortaya nasıl bir sonuç çıkmaktadır acaba? Sorunun derinliği ve tahribatın ağırlığı bu konuda duruma esastan vaziyet eden bir tartışmayı başlatmak için yeterli gerekçelerdir. Nihayet, bütün bir insan hayatını "işletmeleştiren" Yeni Kapitalizm'in; rekabeti, iktisadi akılcılık muvacehesinde her zaman olduğundan daha fazla kutsaması, körüklemesi tartışmanın elzemliliğini daha derinden hissettiriyor.

Rekabeti esastan tartışmak, soruna kaybedenlerin açısından bakmayı gerektiriyor. Bu genellikle yapmadığımız bir şeydir. Oscar yarışmasında adayların -genellikle " 4" ayrı kare olarak- birlikte ekrana geldiği bir an vardır. Bu manzara birkaç saniye sürer. Derken sunucu Oscar'ın kime gittiğini söyler ve o anda üç kare eksiliverir. Kazananın karesi büyür ve bütün haşmetiyle ekranı kaplayıverir. Burada merak edilmesi gereken diğer üçünün hali ya da halet-i ruhiyesidir. Akıllarından neler geçmiştir? Yüzlerindeki ifade nedir? Salonu nasıl terk etmişlerdir? Evlerine gidince ne yapmışlardır? Ama bunlar asla gösterilmez. Oscar kadar steril olmayan başka yarışmalarda ise, kaybedenlerin münhasıran gösterildiği oluyor. Görüntü tam bir yıkımdır. Cenaze marşı kıvamındaki müziklerle kaybedenler uğurlanır ve onlardan bir daha haber alınmaz.

Dünyada isteyerek ya da istemeyerek girdiği rekabetlerde örselenmemiş olan yoktur herhalde. Richard Sennett buna "karakter aşınması" diyor. Kazanma umudu, insanları daima bu ihtimalin sallandığı "bu defa olmadı, bir dahaki sefere" diye bakılan bir uzak noktaya sabit kılıyor. Hikâye dağarcığımız örnek ve hepsi birbirinden parlak başarı hikâyeleriyle yüklü. Banal Darwincilik işte, ne olacak?

Rekabetçi toplumu ya da medeniyeti esastan sorgulamak, etkinsizliğe, dinamikleri boğmaya ve tembelliğe davetiye çıkarmak olarak mahkûm ediliveriyor hemen. Oysa ne kazanmak ne de kaybetmek yeryüzü maceramızda siyah-beyaz gibi ayrışmıyor. Modern zihniyetler diyalektiğe kapalı. Oysa diyalektik bilgelik, kazanırken neler kaybettiğimizi, kaybederken neler kazandığımızı ya da kazanabileceğimizi sorgulatıyor bize. Seneler önce, aristokratik köklere sahip, maddi şartları alabildiğine güçlü, ailesinin üzerine titrediği ve kendisine büyük "yatırımlar" yapmış olduğu bir Alman arkadaşım olmuştu. Almanya'nın en mükemmel üniversitelerinden birisinde hukuk tahsil ediyordu. Dertliydi. Biraz yakınlaşınca bana açıldı. Etyemez olduğunu, "Rumi" okuduğunu, hayatının arta kalan kısmında her türlü rekabetten uzak olarak, kimseyle yarışmadan en basit ve yalın ölçülerde ve sadece inançları doğrultusunda yaşamak istediğini; ama en büyük sorununun ailesini ikna etmekte olduğunu söylüyordu. Derdi de buydu. İlk kez ondan işitmiştim "rekabetçi toplum" kavramını. Bu kavram arkadaşımın ağzından çıkarken bakışları keskinleşiyor; yüz hatları geriliyor ve bütün varlığı adeta ciğerinden gelen reddedişle sarsılıyordu. O zaman pek bir anlam verememiş; bu meselenin "ileri Batı Medeniyetinin" bir meselesi olduğunu düşünmüştüm. Bugün ise bu meselenin dokunmadığı hiçbir yerküre parçası ya da topluluğun kalmadığını çok berrak olarak görüyorum.

Dâhi matematikçi Grigori Perelman ile ilgili haberleri okurken aklımdan geçenlerdi bunlar.. En çapraşık matematik problemlerinden birisini çözmüştü. Çözümünün sağlaması çok özel matematik otoritelerince yapılmıştı ve seneler sürdüğü yazılıyor; etkilerinin ise tahmin edilenlerin ötesine gideceği ifade ediliyordu. Bu haberler abartılı mı; bilmiyorum. Ama kesin olan bir şey var; kendisi Matematik Nobel'i sayılan bir ödüle layık görülmüş ve 1.000.000 doları bulan bir parayı kazanmıştı. Perelman bununla zerre kadar ilgilenmedi. Ödülü, mesela Sartre'ın Nobel ödülünü reddederken yaptığı üzere politik-moral nedenlerden dolayı değil; sadece "anlamsız" bulduğu için reddetti. Belki reddetmedi bile. İlgilenmediğini, Petersburg'da, eşyasının sadece bir yatak, masa ve sandalyeden ibaret olan annesine ait basit apartman dairesinde yaşamaktan mutlu olduğunu, etrafının ilgisinin kendisini rahatsız ettiğini; çok daha önemlisi "herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığını" söyledi. Bu derviş meşrep insan; Gogol, Tolstoy, Dostoyevski gibi romancıları vermiş "Derin Rusya"nın şerefini kurtardı. Soljenitsin'in muazzep ruhunu dinlendirdi. Banal Darwinciliğe esaslı bir şok verdi. Tabii ki, Moskova'da Grigori Perelman'ın bebeklerini turistik ayaküstü tezgâhlarda çoktan satışa çıkarmışlar. İdeolojik komplekslerinden arınmış kapitalizm, kendisine yönelik muhalefeti bile kendisine katıp nesneleştiriyor. Buna yapacak bir şey yok. Ama Perelman delilik ile veliliğin hassas diyalektiğinde, hâlâ, eşref-i mahlukat olarak insanlığımızın nerde durduğunu düşündürdü ya. Bu bile ne kadar çok şeydir.....

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT