1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Ayetullah Munteziri ve İnkılâp
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Ayetullah Munteziri ve İnkılâp

07 Mayıs 2010 Cuma 19:55A+A-

[email protected]

İslam İnkılâbı, İhvan hareketiyle tanışmış Müslümanların hayallerinin gerçekleşmesinin rövanşıdır. Seyyid, Mevdudi, İkbal veya el-Benna’nın ideal haline getirdiği, Necip Fazıl’ın ‘Ayağa kalk Sakarya!’ şeklinde tasvir ettiği halk yönetimi veya Müslümanların iktidarı, uzun ve hummalı bir bekleyişten ve karanlığın en yoğun olduğu bir zamandan sonra İran topraklarında gerçekleşiyordu. Bütün dünyanın ve özellikle bedel ödemiş Müslümanların artık bir vatanı vardı. En azından, muhacir olanların sığınabileceği bir ensar topluluğu vardı. Beklenmedik bir anda gerçekleşen bu inkılâbı “yüz yılda bir, hakkın zafer kazanması”na yorumlayanlar, bu kadar erken gelen bir başarı beklemiyorlardı. Şaşkınlık içerisinde, zihinlerinin izole edildiğinin de farkında değillerdi. Aslında İran Müslümanları da şaşkındı. Hazırlıklı değillerdi. Hiç beklemedikleri bir zamanda yönetim sahibi olmuşlardı. Bu gelişme ya ciddi bir projenin neticesiydi veya yönetim, hareketin seyri arasından tesadüfî bir gelişme olarak önlerine konulmuştu. Bazergan veya Beni Sadr’ın liberal milliyetçilikleri, sadece bir geçiş süreciydi. Aslında, tabii sürecin böyle geliştiği düşünülüyordu. Bütün dünya Müslümanlarını sevindiren bir devrim süreciydi, dünyaya meydan okuyan ses. Mollaların veya İranlı Müslümanların kendileriyle diyalog içerisine giren her Müslümanı Şiileştirme isteklerinin histeri seviyesinde olması da önemli değildi. Ne de olsa onlar, Şah döneminin eğitiminden, önemli bir Şia kültüründen, geleneğinden geliyorlardı. Irkçılık, mezhep fanatizmi zamanla İslam’ın potasında eriyecekti. Gelenekler, tarihî süreç, azınlık psikolojisi, kültürel birikim, sosyolojik yapı ve ulusal yapılanma toplumun hayatının tamamına hâkimdi. Dolayısıyla, dışa vurulan veya muhataba empoze edilen bu birikimden kopuk olmayacaktı. Ulus veya mezhep rengine boyanmış inanç empoze edilen ve kimi zaman bilinçsiz olarak ortaya konan kural, kavram ve ifadeler bilincimizin çevresini tamamen muhasara altında tutan baskıcı bariyerlere dönüşmekteydi, psikolojimiz bizden önce bu kabullenilmesi zor durumu yaşıyordu. Bu tutumu ahlaksızca bulduğumuzu ve dolayısıyla ruhsal bir direniş gösterdiğimizi söylemek gerek.  

Her alanda, Şia olmayanlara yönelik tacizler, hakaretler, aşağılamalar veya mezhebî saldırganlıklar da geçiciydi. Veya en azından kendimizi buna inandırmak istiyorduk. Bu ayrıntılar, büyük İslam İnkılâbını gölgelememeliydi. Bildiklerimizi, İslam İnkılâbının bekası için bilmemiş kabul etmeliydik. Hatta bu konuda rahatlıkla yalan da söyleyebilirdik. Söyleyenlerimiz oldu da. İmam Humeyni’nin inkılâp öncesi yazmış olduğu kitaplardaki bütün aykırılıkları, değerler kuramımıza hakaretleri geçmişe veya Şia kültüründen gelmeye bağlayarak, olaya olumlu tarafından bakmaya çalıştık. Keşfu’l Esrar kitabında, İmam Humeyni’nin Hz. Fatıma’ya vahiy geldiğine dair görüşlerinin değişmiş olabileceğini ümit ettik. Vahyin, vahiy kâtipliğinin, gaybi bilgilerin ‘Sahifet’ul Fatıma’yla ilgili açıklamaların net bir şekilde vasiyetnameye yerleştirilmesi bizi şok etti, derin travmalar yaşadık ama sevgimiz tercümeyi değiştirmemize yol açtı. Biz üzerimizdeki, bütün elbiseleri bir kenara bırakıp, İslam İnkılâbının öğretilerini ruhumuzla birleştirmeye hazırdık. Bunun için bedel ödenmesi gerekirse, öderdik. Ödedik de. Tek istediğimiz, İslam İnkılâbının biraz daha evrensel düşünmesiydi. İnkılâp, İranlılarla sınırlı tutulmamalıydı. Hepimizin özlediği bir inkılâp, bu dar kalıplara hapsedilmemeliydi. Halkın inkılâbı, Müslümanların yönetimi olmalıydı. Evrensel inkılâp, mezhep veya ulus bağnazlığına mahkûm edilmemeliydi. İmam’da bu cevheri gördüğümüz için, onu seviyorduk. Onun daha önce söyledikleri, yazdıkları veya hal içerisindeki tavırları, bu renkteki söylemleri de fazla önemli değildi. Geleneksel halk inançlarını bir anda yok saymak doğru değildi. Ayetullah Munteziri’nin yaşlı babası da böyle diyordu. “Şah döneminde, kim bir Sünni öldürürse cennete gider türünden yüzlerce inanışımız vardı, inkılâbın bereketiyle kardeş olduğumuzu anladık.” dediği zaman, bütün sorunlar bitmişti. İmam’ın tezi, çorak geleneklerin boğmaya çalıştığı ruhumuzu aydınlatıyor, kopma noktasına gelen sinirlerimizi gevşetiyordu. Devletler bizim için önemli değildi. Önemli olan Müslümanlardır, halktır. Bunun için mezhep kaynaklı inanç da önemli değil. Bundan dolayı, inkılâpla birlikte komplekse kapılan komünistler de İslam İnkılâbına büyük teveccüh gösteriyorlardı. ‘Ne ABD, Ne Sovyetler’ şiarı, tam özgürlük ve istiklal sağlayabilmenin garantisiydi. En radikal solcular bile İran’ın elini sıkıyordu. TKP lideri, Cengiz Çandar veya benzerleri, sol geleneğe mensup ancak devrim yıldönümlerine giden ve genellikle İslam İnkılâbına hayranlık duyanlardan birkaçıydı. Hayranlıklarını makalelerine, kitaplarına taşımaktan çekinmeyen bu sol gelenekten gelenler, daha önceki ‘işçi devrimi manifestoları’nın da alt-üst olduğunun farkındaydılar.

Bunda Mehdi Haşimi’nin, Behişti’nin, Muhammed Munteziri’nin, Ayetullah Munteziri’nin, Ali Recai’nin, Suruş’un ve daha yüzlerce cihanşümul İslam İnkılâbına inanan şahsiyetlerin büyük katkısı oldu. Mehdi Haşimi, her kesimin dilini iyi biliyordu. O, dünyada, İslam İnkılâbının halk arasındaki büyük imparatorluğunu kurmayı hedefliyordu. ABD ve yandaşları işin ciddiyetinden çok korkuyorlardı. ABD ve Arabistan’ın ısrarla onun kellesini istemesi bu korkuların neticesiydi.  Bu arzunun gerçekleşmemesi için, her alanda güçlü üsler kurmaya çalıştılar. Mehdi Haşimi çizgisine karşı olanlar ve özellikle de Dışişleri Bakanı Velayeti’nin düşüncesinde olanlar yurt dışında devletlerin, halklardan daha önemli olduğunu ve dolayısıyla devletlerle diyalog kurulması gerektiğini savundular. Bunu gerçekleştirmek için, yurt içinde ve yurt dışında büyük mücadele verdiler, karşı cepheleri birer birer çökerttiler ve kazandılar mücadeleyi. Çünkü İmam’ı veya daha doğrusu Ahmet Humeyni’yi yanlarına almışlardı. Kısa bir zamanda, güç dengeleri değişti. Yurt içinde ve dışında sıcak denge savaşları, çatışmaları başladı. Taraflara bağlı olanlar, İran dışındaki ülkelerde, birbirleriyle kıyasıya savaşmaya başlayan Müslüman gruplar vardı. Kardeş bildiklerinin kanını akıtmak onların varlıklarının teminatı haline geldi. Bize rağmen ve biz olmadan hazırlanan planlar, yönetmelikler ve yasalar tamamen bizim hatıralarımızı, hayallerimizi, ümitlerimizi ve samimi duygularımızı yok etmeye yönelikti. Bunun farkındaydık. Kürdistan’da işlenen katliam derecesindeki kıyımlara, İran-Irak savaşındaki milliyetçi söylemlere, katliamlara, ümitlerimizi yitirmemek için seyirci kaldık. Anlamsız savaşın ‘Kerbela kurtuluncaya kadar’ sürdürülmesi inancıyla yorum getiremiyorduk. Irak, Afganistan, Lübnan, Suriye, Mısır, Türkiye ve benzeri ülkelerde oynadıkları oyunların da farkındaydık. Müslümanların birbirine kırdırılmasının sebeplerini bilmiyor değildik. Türkiye’nin doğusunda iki büyük İslami cemaatin birbirini imha etmeye yönelmesine, en köklü İslami hareketlerin bilinçli bir projeyle yok olmaya sevk edilmesine veya gerçek çizgisinden sapmasına, bütün radikal İslami hareketlerin maddi ve siyasi çıkar peşinde koşmasına, İran’ın öncülük etmesini bilmemize rağmen sabrettik. Her alanda İran devletinin bekası ve Şia mezhebinin yayılması hedefleniyordu ve biz de bunun etkisini görüyorduk. Önemsemiyorduk. Çünkü bu ayrıntılar, büyük bir inkılâbı karalamaya aracı olmamalıydı. Bu maksatla hep sustuk. Hedef sapması oldu, sustuk. Cinayetleri gördük, sustuk. İhanetleri gördük, sustuk. Bu susmayı da kıyamete kadar sürdürmeyi düşündük. Bugün, Abbasi, Safevi veya Osmanlı kadar İslam boyasına batırılmış farklı bir yönetim sisteminin varlığını görüyoruz. Durumun hiç de fildişi kulelerden anlatıldığı gibi olmadığını ve yapılan savunmaların sadece pespaye çıkar ilişkilerine, kirli ve ahlaksız yapılanmalara dayandığını biliyoruz. Bugün de konuşmuş değiliz hâlâ, sadece durum tespiti yapıyoruz. Daha önce buna ihtiyaç yoktu. Bugün var. Bütün olanlara rağmen, İslam İnkılâbını kendimize düşman kabul etmedik, etmeyiz de. Bütün bunlar bizim gerçeğimiz, sistemle birlikte kendimizi eleştirmemiz anlamına gelir, diye düşünüyoruz. Önemli olan söylenmesi gerekeni söylemeyenlerin yanında, güçlüye, iktidara, bazılarının hayat kaynağı olan çıkar yumağına rağmen doğru konuşabilmektir. Doğru söyleme göreceli bir kavram olabilir ama bana göre bu doğru.  Önceleri bu kadar net konuşmadık, çünkü zihnimizin ölü kavramlarla kuşatma altında tutulmasına, düşüncelerimize deli gömleği giydirilmesine rıza göstermiştik. Ümitlerimiz vardı. Dolayısıyla ümitlerimiz tamamen tükeninceye kadar direnmeliydik. 

Ümitle baktığımız bir kalemiz vardı. Muhasara altına alınan kalemizin kurtulacağına inanıyorduk. Mehdi Haşimi, en son sığınağı olan İmam’ın vekili Ayetullah Munteziri’ye sığındığında, geleceğe daha ümitle bakıyorduk. Orada da muhasarayı daralttılar. Dünyanın, sağ ve sol emperyalizmin elinden kurtulmasının çarelerini arayan bu ideal, Kum kentine esir kılındıktan sonra, imha hazırlığı yapıldı. Refsencani ve Hamenei, Ayetullah Munteziri’ye gelip “Mehdi’yi uzak bir ülkeye birkaç yıl elçi olarak gönderelim, durum yatışınca yeniden geri gelsin!” teklifini getirdikleri zaman olacakların farkındaydık. Haşimi, düzmece iddialarla, çirkin senaryolarla, hazırladıkları belgelerle idam edildi. Munteziri, buna itiraz etti. Onu kimse dinlemedi bile. İtirazıyla birlikte görevden alındı. İdamıyla birlikte, Müslümanların kanıyla birikmiş mirastan beslenenler, her zaman olduğu gibi vefasızlıklarını sergileyerek ona yönelik karalama kampanyasının bir parçası olmayı yeğlediler. Onursuzluğu, korkuya tercih ettiler. İdam edilenin, dili de öldürüldüğünden, bütün eserleri bir anda mücadele sahnesinden çekildi, silindi. İranlıların inkılâp öncesi duvarlara yazdıkları bir slogan, burada anlam kazanıyordu: “Neng ba reng pak nemişevet!” (Zillet, onursuzluk boyayla temizlenmez!) 

İdamına gösterdikleri gerekçelere, ancak gülünüp geçilir. Oysa inkılâp öncesi işlenen siyasi cinayetlerde herkesin bir şekilde katkısı vardı ve Ayetullah Halhali gibileri, bunların onlarcasının müsebbibi ve hatta tetikçileri durumundaydı. Halhali, Urumiye Cuma imamı Hasani, Ahmedi Necat gibilerinin inkılâp öncesi ve sonrasında nasıl bir düşünce ve pratiğe sahip oldukları bütün çevrelerce bilinen bir gerçektir. Özellikle bu kesimin saldırı hedefi haline getirdiği Mehdi Haşimi, onlardan daha temiz bir mücadele tarihine, bir mücadele, duruş ve takvaya sahiptir. Halhali gibilerinin, özellikle inkılâbın ilk yıllarında mahkemesiz, yargısız ve savunmasız bir şekilde öldürdüğü insanların sayısı tahmin edilmeyecek boyuttadır. Bunu sadece duymuyorduk, görüyorduk, hissediyorduk, yaşıyorduk. Yaşamımızın bir parçası haline gelmişti, Halhali’nin rüşvet, cinayet, zulüm, baskı ve katliamları.

Olanlara, sadece biz (ben) itiraz etmiyoruz. Ülke içinden de büyük bir muhalefet var. İnkılâbın ilk kadrosunun neredeyse tamamı ya pasifleştirilmiş veya bir şekilde muhalefetlerini dillendiriyorlar. Bedel ödemiş çoğunluk, inkılâbın, hattından, İmam’ın çizgisinden saptığını biliyor. Sessiz ve pasif bir konumda kalarak; tasavvufa, inzivaya, sanat, edebiyat, ticaret veya ekonomiye yönelerek yönetime küskünlüğünü sürdürüyor. Daha önce kendisine verilen maaşın geri kalan kısmını, hazineye geri verenler ve sade bir hayat sürmeyi İslami olarak görenler, şimdi zenginleşmenin, rahat bir hayat sürdürmenin yollarını arıyorlar. Fakihler, taklit mercileri, aydınlar, düşünce sahipleri gidişatın ideallerden giderek uzaklaştığını ve normal sıradan bir devlet olmanın ötesine geçemediğini savunuyorlar.

Ayetullah Munteziri de bunlardan biridir. Ayetullah Munteziri, önemli bir şahsiyettir. Hem inkılâp öncesi mücadelesi, bedel ödemesi ve hem de inkılâp sonrası duruşuyla önemli bir kişiliktir. İnkılâbın ikinci adamı ve hatta damadının kardeşi Mehdi Haşimi de inkılâpta önemli bir olgudur. Munteziri, inkılâp öncesi ve sonrası gelişmeleri ve bu gelişmelerdeki rolünü anlattığı ‘Hatıralarım’ kitabında bilinmeyen birçok konuya açıklık getiriyor. Kitap, İran’da yasak. Bu kitaba, sayfa sayfa reddiyenin yazıldığı bir kitap var piyasada. Reddiyeden çok hakaret içeren bu kitapta bile önemli açıklamalar var. İran’da yasak olan ‘Ali Şiası-Safevi Şiası’ kitabını anlamayan ve bunun içeriğini görmek istedikleri gibi algılayanların, satır aralarındaki düşünceleri anlayabileceklerini de sanmıyorum.

Ölümünden önce yaptığı röportajın tamamının bir bölümünü internette gördüm ve dinledim. Çok kısa olmasına rağmen, çok şey anlatıyordu. Tamamını aradım bulamadım. Munteziri’nin bu konuşmasından bir iki arkadaşa söz etmiştim. Tercüme etmemi istemişlerdi, doğrusu yukarıdaki bazı sebeplerden dolayı tercüme etmek istemedim. Şimdi onu tercüme edip yayınlamaya karar verdikten sonra kendi görüşlerimi yazmamam doğru olmazdı. Tercümenin başına bir önsöz olarak düşüncelerimi yazdım.

Bunu neden yaptım?

Munteziri’nin görüşlerinin arkasına sığındığım gibi bir kanaatin oluşmaması için, düşüncelerimi açıklama ihtiyacı duydum. Öte yandan, Munteziri’nin vefatıyla birlikte Selahaddin Ağabeyin bir iki yazısından sonra yapılan itirazları gördükten sonra, bizim kamuoyunun artık böylesine açıklamalara hazır olduğunu düşündüm. Art niyetliler, kurnazlar, hilebazlar, şeytani düzenlere tevessül edenler, gururlarını onurları olarak algılayanlar, dünyalık korkuları olanlar, mezhebî endişeyle olaya bakanlar beni fazla da ilgilendirmiyor doğrusu. Bir yanlış yapılmıştır. Zulmedilmiştir. Ciddi bir sapma yaşanmıştır. Ben dün, Mehdi Haşimi’nin ölümüne nasıl en hassas noktalarda itiraz ettimse, bugün de aynı itirazımı dile getiriyorum. Mehdi Haşimi, Suruş, Ahmed Müftüzade, Ayetullah Burkei, Munteziri, Ali Şeriati ve bunların çizgisinde olan insanlara zulmedilmiş, cinayetler işlenmiştir. İlave olarak, siyasi görüşlerinden dolayı masum insanlar pervasızca idam edilmiş, hamile kadınlar, cezası bitmek üzere olan siyasi insanlar kurşuna dizilmiş, işkence yapılmıştır. Yapılanlar karşısında susmamın daha doğru olduğunu düşünenlerin hallerinin, kargaları bile güldüreceğini düşünüyorum. Kulaklarını açsalar, kargaların gülüşünü duyacaklar. 

 

Ayetullah Munteziri’nin kısa röportajı bazı konulara açıklık getirmesi açısından önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu kısa röportajın tercümesini sunuyorum:

İNKILÂBIN 30. YILDÖNÜMÜ ÖZEL ROPORTAJI

(Radyo Zamane’nin Ayetullah Munteziri ile yapmış olduğu röportaj…)

MUNTEZİRİ: İmam Humeyni’nin mektubu bana geldiği zaman… Zahiren, mektupta tarih de yoktu. Mektup bana geldiğinde, çok rahatsız oldum. Damadım Hadi yanımdaydı: “Mektubu yazan İmam olduğuna göre, senin onun sözünün üzerine söz söylemen doğru olmaz.” dedi. Ben şöyle dedim: “Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Biri iki yıl veya üç yıl ceza almışsa… Şer’i hâkim, suçuna göre bu cezayı vermiş ve o da zindanda cezasını çekiyor. Böyle birine, hiçbir şeyden haberi olmayacak şekilde gelip ‘sen hala konumunu koruyor musun?’ diye sorup, onların da ‘elbette ki!’ benzeri bir cevap vermeleri üzerine seri bir şekilde bunları idam etmemiz, şeriata nasıl uygun olabilir? Böyle bir şey, hiçbir cumhuriyet sisteminde olmaz. Hiçbir yasa böyle bir kararı vermeye izin vermez.”

Damadım Hadi, bu açıklamama rağmen benim İmam’ın açıklaması üzerine yeni bir şey söylememin doğru olmayacağında ısrar ediyordu. İdamlar konusunda sorumlu olarak gördüğüm İmam Humeyni ile görüşmek üzere evine gittim. Öğle vaktiydi, öğle ve ikindi namazından sonra, basit bir yemekten sonra olayı yeniden düşünmeye başladım. Kendi kendime, bu inkılâpta bizim de payımızın olduğunu, yapılacak İslam karşıtı her eylemin vebalinin bizim de üzerimizde olacağını ve bunun sorumluluğundan kurtulamayacağımızı düşünmeye başladım…

Daha sonrasında İmam’a ve Yüksek Yargı Şurası’na birer mektup yazmaya karar verdim. Mektupları yazdıktan sonra, damadım Hadi’ye telefon açtım ve yazdığım mektupları Tahran’a gönderdiğimi söyledim. Bana itiraz etti ve “Herhangi bir şey yazmana gerek yoktu aslında.” dedi. Ben “Dini vazifemi yerine getirmekten başka bir şey yapmadım.” diyerek, mektupların yerine ulaştırılmasını istedim. Hatıralarım adlı kitapta da görüleceği şekliyle bir mektup yazdım ve itiraz ettim! Daha sonrasında Mustafa Purmuhammedi, inkılâp savcısı, Evin Zindanı savcısı ve konuyla ilgili birkaç kişi daha bana geldiler. Onlara: “Şimdi Muharrem ayıdır. Verdiğiniz kararda ısrar ediyorsanız, hiç olmazsa Muharrem ayına hürmeten bu ayın bitmesini bekleyin.” dedim. Heyettekiler şöyle cevap verdiler:

Biz şu anda 700 kişiyi idam için hazırladık. En azından bu yedi yüzünü idam edelim, sonra konuyla ilgili olarak konuşmamız gerekirse konuşuruz!”

“Ne dediğinizden haberiniz var mı? Ben size, Muharrem ayıdır, bu ayın hürmetine öldürmeyin diyorum, siz ne diyorsunuz. Öldürmek vacip değil ki… Bu nasıl bir konuşmadır? Bunlar bizim muhaliflerimizdir, kabul. Bunların bağlı olduğu örgüt, benim evladımı öldürmüş olabilir, ancak bu başkalarının hukukunu çiğnememize gerekçe oluşturmaz.” dedim.

Benim itirazıma rağmen idamları gerçekleştirdiler. 2800–3800 siyasi tutukluyu idam ettiler. Daha sonra da “Neden sen İmam’ın sözünün üstüne söz söyledin. Sen İmam’ın yardımcısısın ve onun söylediklerini onaylamakla yükümlüsün.” dediler. Yardımcı olmanın, her yapılanı onaylamak anlamına gelmediğini ve netice olarak benim de görüşümün olduğunu, aklımın, düşüncemin, kanaatimin ve dinî sorumluluğumun olduğunu söyledim. Ben görüşümü söylüyorum, bunun adı da ‘çatışma veya taraf olma’ değil. İnsanın bir görüşü varsa söylemelidir.

Nasıl oldu da, İmam Humeyni böyle bir fetva yayınladı?

MUNTEZİRİ: Bilmiyorum. Anladığım kadarıyla, birileri onun zihnini şekillendirdi. Mirsat operasyonuyla İran’a savaş açan ve ülkeyi ele geçirmek isteyip, başarılı olmayan Halkın Mücahitleri’nin bunlar olduğu yolunda ona telkinlerde bulunulduğunu düşünüyorum. Yani ona: “Bunlar, ülkeye saldırıp, işgal etmek isteyenlerdir.” dendi. Hâlbuki bunlar, onlar değil ve aralarında fark var. Saldırı düzenleyenlerin bir kısmı yakalandı ve cezalandırıldı. Bir kısmı da kaçtı. Zindanlarda olanlar, Mirsat operasyonuna katılmış değillerdi. Tövbe etmiş ve cezalarının bitmesini bekleyenlerdi. Zindanda olanların, operasyonla ilişkilerinin bulunduğunu ona empoze ettiklerini düşünüyorum.

İslam İnkılâbının rahmani ve kucaklayıcı mesaj içereceği söyleniyordu. Nasıl oldu da, olay bu sınırlara kadar ulaşabildi?

MUNTEZİRİ:  Bilmiyorum. Bir gün, Halkın Mücahitleri veya onların tabiriyle ‘munafikin’ aleyhindeki bu karardan sonra Hamenei geldi ve bir mektup getirdi. Komünistler hakkında buna benzer bir fetvanın yayınlandığını söyledi. Ben onu görmemiştim. Cumhurbaşkanı olduğu dönemde bizim eve geldi ve zindanda bulunan solcuların idam edilmesiyle ilgili olarak İmam’dan bir fetva alındığını söyledi bana. Bununla zindandaki komünistleri idam etmek istiyorlardı.

Hangi yıldı?

MUNTEZİRİ: Aynı yıl. O olaydan 3–4 ay sonrasındaydı. 19 Temmuz 1988’de başlayan idamlardan 4 ay kadar sonrasındaydı. Bana, çok kötü bir hüküm olduğunu söyledi. Bunun üzerine ben de; “Halkın Mücahitleri’nin idam edilmesi üzerine İmam’dan alınan fetvaya karşı, İslami sorumluluk sahibi olmana rağmen hiç itiraz etmedin de, şimdi ne oldu da böyle bir itiraz yapıyorsun? O zaman neden sesiniz çıkmadı?” dedim.

“Gerçekten mi? İmam bunun dışında başka bir hüküm mü sadır etmiş?” dedi.

“O zamanın cumhurbaşkanının, İmam Humeyni’nin yüzlerce siyasinin idam edilmesini emreden hükmünden haberi yoktu!” Buna tepki gösterdim. O ise gerçekten böyle bir fetvadan haberdar olmadığını vurguladı. “Hayret, nasıl haberin olmaz!” “Evet, imam bundan birkaç ay önce bir fetva yayınladı ve onunla yüzlerce tutuklu idam edildi. O gün, Müslüman olarak bildiklerimiz herhangi bir söz söylemedi ve itiraz etmedi. Şimdi ne oldu da komünistler aleyhindeki bir hükme itiraz ediyorsunuz?” dedim. Daha önce İmam’ın böyle bir fetva yayınladığını bilmediğini söyledi.

Ayetullah Humeyni’nin sizin itirazınıza tepkisi nasıl oldu?

MUNTEZİRİ: Hatıralarım’da da yazdığım gibi, ben üç ayrı zamanda itiraz ettim. Nasıl bir tepki gösterdiğini biliyorsunuz. Genel olarak bana gelen itirazın kaynağının da o olduğunu düşünüyorum. Onun yardımcısı olduğum halde, neden onun söylediklerine itiraz ettiğim ve onun sözünün üzerine kendi sözümü dillendirdiğim yönünde yüksek sesle konuşuluyordu. En son, itirazını dillendiren Mehdevi yaptığı açıklamada, benim İmam’ın vekili olarak böyle bir söz söyleme hakkımın olmadığı iddiasında bulundu. Vekil olmanın sadır edilen her hükmü onaylama anlamında olamayacağını düşünemedi herhalde.

 Şer’i ve fıkhî açıdan bu şekilde yapılan idamlar ve daha sonrasında bunların toplu olarak gömülmeleri, gömüldükleri yerin gizlenmesi doğru kabul edilebilir mi?

MUNTEZİRİ: Bu onların görüşüdür. Ben onların görüşleri konusunda daha önce görüşümü söyledim ve itirazımı onlara bildirdim.

Hocam, onların nereye gömüldükleri konusunda bir bilgi sahibi olabildiniz mi? Veya nereye gömüldükleri haberi size geldi mi?

MUNTEZİRİ: Hayır! Ben burada, Kum’daydım. İdamlarından haberdar olmadım. İdam fetvası yayınlandıktan sonra, konuyla ilgili hâkim o hükümle birlikte bana geldi ve “Ne yapalım?” dedi. Perşembe günü İmam fetvayı yazmıştı, o bana Cumartesi günü geldi. Fetvayı kimseye vermiyorlardı. Gizli tutuyorlardı. Başkalarının olaydan haberdar olmasını istemiyorlardı. Hâkimlere, onunla amel etmeleri için fetvayı vermişlerdi.

Her halükârda, sizin itirazlarınız üzerine idamlar hız kesti ve birçok alanda sizin muhalefetinizden dolayı idamlar durduruldu. Daha geniş boyutlara ulaşması engellenmiş oldu.

MUNTEZİRİ: Elbette ki etkisi oldu. Benim bütün telaşım, idamların durdurulmasıydı. Yüksek Yargı Şurasına göndermiş olduğum mektup, idamların engellenmesini hedefliyordu. Muhammed Giylani’nin kendisi bana söyledi. “Ben Evin Cezaevinin hâkimiydim. Sizin mektubunuz Şuraya ulaştığı zaman, benim altımda olanların benim görüşlerimi eleştirebileceği, kararı verilen dosyaların benim emrimde olan savcılarla iptal edilebileceği endişesine kapıldım. Ancak daha sonrasında sizin haklı olduğunuzu anladım. Bunu anladıktan sonra, yeni bir af heyeti oluşturdum ve ben de bu heyetin içerisinde oldum. Yaklaşık altı bin siyasinin af edilmesine karar verdik. Bunların tamamı idama mahkûm edilmişti ve idamları bekletiliyordu. Bunların af edilmesinin hiçbir tehlike oluşturmadığını gördük. Oysa daha önceleri, bu insanların darbe yapmak için hazırlık içerisinde oldukları yolunda büyük bir propagandanın etkisi altında kalmıştık.” Mirsat Operasyonu’ndan sonra, rahatsızlık oluşmuştu. Halkın Mücahitlerinin, ülkeyi ele geçireceği yolundaki propagandalar insanlar üzerinde etkili olmuştu.

Ciddi bir rivayete göre, ömrünün son iki yılında İmam Humeyni’nin kararlarını başkalarının aldığı söyleniyor.

MUNTEZİRİ: Güvenilir insanlardan biri… Bu şahıs şu anda Kum kentindedir ve ders vermektedir. Daha önce Mecliste milletvekiliydi ve güvenilir bir kişiliktir. Kendi ifadesiyle Felahiyan, kendisine; istihbaratla ilgili son iki yıl içerisinde, İmam Humeyni’ye nispet edilen her bilgi ve fetvanın onunla hiçbir ilgisinin olmadığını söylemiş. Bu konuda hükme ihtiyaç duydukları zaman, Ahmet Humeyni ile birlikte hazırlayıp onun adına imzalıyorlarmış. “Biz aslında İmam’ı görmüyorduk. Böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumuz zaman İmam adına hazırlıyorduk.” diyormuş.

Benim şimdi yönetim üzerinde herhangi bir etkim yok ki, bu uygulamalara müdahale edebileyim. Bilahare, bizim veya inkılâbın samimi şahsiyetlerinin idealleri gerçekleşmedi. İmam Humeyni gibi şahsiyetlerle birlikte, insanlara verdiğimiz sözleri yerine getiremedik. Söylemiş olduğumuz sloganların içini dolduramadık. ‘Özgürlük’, ‘İstiklal’, ‘İslam Cumhuriyeti’ en başta gelen sloganlarımızdı. Özgürlük, yani halkın kendi sözünü, görüşünü söyleyebilmesiydi. Buna izin vermedik. İslam Cumhuriyeti, yani halkın yönetimde pay sahibi olduğu, var olduğu bir sistem. Ama genellikle görüldüğü gibi, uygulamalarda biz halkın bir kenarda durmasını sağlıyoruz. Bilahare bizim istediklerimiz yerine gelmedi. İdeallerimiz uygulamada gerçekleşmedi. Ancak, yine de bizim kastımız, hedefimiz hayırdı.

Şah döneminde, Şah veya kimi zaman başbakan aniden birinin milletvekilliğini ilan ediyordu. İyi hatırlıyorum. Necefabad’da seçim olmuştu, sandıklar doluydu. Gece aniden Tahran’dan biri gelirdi ve sandıklardaki oyları iptal ettiğini açıkladıktan sonra, “Mahmud Mahmudi, sizin milletvekilinizdir.” dedi. Esasen halk, Mahmud’un kim olduğunu bilmezdi bile. Ama saray kapısından emir gelmişti. Halka rağmen böyle bir karar aldıklarından dolayı biz, ‘halkla birlikte özgürlük’ dedik, ‘irademiz’ dedik. Diğeri de istiklalimizin elimizde olması isteğiydi. Yani, ABD ve diğer ülkelerin bizim üzerimizdeki vesayetinin son bulmasını istedik; ‘istiklal’ dedik. Bunların hepsinin sağlanabilmesi için de ‘İslam Cumhuriyeti’ dedik. Ama üzülerek söylemek gerekirse, bunlar yerine getirilmedi. Elbette, şimdi bizim buna müdahale etme yetkimiz yok. Biz icrada değiliz. Etkili mekanizmaların başında bulunmuyoruz. Propaganda kanalları ağaların elinde. Biraz konuştuğumuz zaman da “Siz neden her şeyi bu kadar itikadi düşünüyorsunuz?” diyorlar.

Size göre, İslam Cumhuriyetinin halktan bu kadar kopmasının sebebi, yönetimin başındaki insanlardan mı kaynaklanıyor? Yoksa başka bir yapılanmanın göstergesi midir?

MUNTEZİRİ: Onun yorumunu halka bırakıyorum. Şimdi onlar, halk yönetimidir diyorlar. Halkın Cumhuriyeti iddiaları var. Biz hatıralarımızda bu konuyu ayrıntılı bir şekilde yazdık. Elbette onlar, hatıratın bana ait olmadığını söylüyorlar. Onlara göre başkaları yazmış. Düzenlediğim röportajlara da aynı bahaneyi bulmaya çalışıyorlar. İşte sizin de gördüğünüz gibi, şu anda sizinle röportaj yapıyorum. Onlar aslında bir şekilde beni etkisiz bırakıp, bertaraf etmek istiyorlar. Röportaj da benimdir, hatıralar kitabı da.

Ben bir fıkhi soru sorayım. Ayetullah Kumpani’nin hükümet konusundaki görüşleri, ‘Velayet-i Fakih’ görüşlerinin yanında özel bir yer tutmaktadır.

MUNTEZİRİ: O farklı görüşlere sahip bir şahsiyettir. O herkesin, kendi alanına müdahale etmesini istiyor. Misal olarak, bir fakihin dış siyaset konusunda görüş belirtmesine gerek olmadığını söylüyor. Fakih, içtihat ettiği alanda etkili olmalıdır. Dolayısıyla, böyle bir şahsiyetin dış siyaset veya Amerika ile ilişki konusunda görüş belirtmesi yanlış olur diyor. ‘Velayet-i Fakih’, sadece fıkıh alanında etkilidir. O, fıkıh biliyor. Eğer ona ilişkilerin İslam’a uygunluğu sorulursa, o zaman o cevap verir ve görüşlerini açıklar. Yok, eğer, mesele bu sınırların dışındaysa o zaman işin uzmanlarının görüş belirtmesi gerekir. Böyle bir şey olduğu zaman araştırmacılar, uzmanlar, konusunun erbabı olanlar ve bu alanda tecrübeli olanlar görüş belirtmelidir. Böyle bir alanda fakihin, görüş belirtmesine ihtiyaç yoktur. Bu konudaki görüşlerimi daha önce yazmıştım. Kendi görüşümü izhar etmekle birlikte böylesine bir tavrı; yersiz müdahale ve görüş açıklamalarını da eleştirdim.

YAZIYA YORUM KAT

76 Yorum