1. YAZARLAR

  2. Zeki Savaş

  3. Ümmet-Ulus Bağlamındaki Teorik Problemi Aşmak
Zeki Savaş

Zeki Savaş

Yazarın Tüm Yazıları >

Ümmet-Ulus Bağlamındaki Teorik Problemi Aşmak

17 Ocak 2011 Pazartesi 12:04A+A-

 

Avrupa menşeli milliyetçilik, İslam dünyasını temsil edip gerileme ve dağılma sürecini yaşayan Osmanlıyı tehdit ettiği zaman, o dönemin siyasilerinin, düşünürlerinin ve ulemasının kahir ekseriyeti bu tehdidi savmak için milliyetçiliği reddetme/dışlama stratejisini benimsedi. Bazıları milliyetçiliğe karşı Osmanlıcılığı alternatif olarak geliştirmeye çalışırken, küçükten de olsa bazıları milliyetçiliği benimsemeye başladı.
 
Sonuçta Osmanlıcılık alternatifi ile red cephesi milliyetçilik dalgası karşısında yenilgiye uğradı. Osmanlıcılığın yenilgiye uğraması kaçınılmazdı. Zira Osmanlı ailesine dayalı imparatorluk miadını doldurmuştu. Bu sebeple konu üzerinde fazla durmaya gerek yoktur.
 
Asıl üzerinde durulması gereken ve konumuzun ana eksenini oluşturan mevzu, İslam Dini ve ümmet mefkuresine dayanılarak geliştirilen reddin neden başarısız kaldığı, reddin dışında neden bir cevap geliştirilemediği ve bir cevabımızın olup olmayacağıdır.
 
Batı menşeli milliyetçiliğe karşı çıkışın dört ana delili vardı ki, bugün de genel olarak aynı delillere dayanılarak milliyetçilik reddediliyor
 
1-Milliyetçilik, kavimleri birbirlerine karşı üstünlük/tefahür yarışına sokuyor. Oysa İslam'da üstünlüğün ölçüsü, takvadır; etnik köken veya vatan değil. Bu yönüyle milliyetçilik İslam ile çelişiyor ve reddedilmesi gerekiyor.
 
2-Milliyetçilik, kavimleri birbirine yabancılaştırıyor, yek diğerine bigane hale getiriyor ve hatta birbirlerini düşman olarak telakki etmelerine neden oluyor. Bu yönüyle milliyetçilik İslam'ın açık düsturu olan "Müminler kardeştir" ayetiyle çelişiyor ve reddedilmesi gerekiyor.
 
3-Milliyetçilik, ümmeti parçalıyor ve Batılılar ümmeti bölüp yönetmek, istismar ve istihmar etmek için milliyetçiliği bir strateji olarak kullanıyorlar. Bu sebeple milliyetçilik kabul edilemez.
 
4-Milliyetçiliğin, asırlar boyu süre gelen siyasal gelenekle çelişmesi. Milliyetçilik cereyanı İslam dünyasına sirayet edene kadar genellikle İslam dünyası büyük imparatorluklar şeklinde yönetildi. Tek padişah/halife, tek ülke, çok millet şeklinde. Yeni milliyetçiliğin öngördüğü devlet modeli, geleneksel siyasal yapıyla çelişiyordu ve de geleneksel yapı ümmetin sahih tezahürü olarak görüldüğü için milliyetçilik, bütün yönleriyle ümmet mefkuresine ters kabul edildi ve reddedildi.
 
Sonuç, red cephesinin yenilgisine yol açtı. Mesele sadece yenilgi değildir. Yüz milyonlarca Müslüman İslam düşüncesinden uzaklaştı, bazı uluslar yitirildi. Ulusal egemenliklerine kavuşanlar da ulusal egemenliklerinden yoksun kalanlar da İslam'a sırt döndü. Ümmete çok ağır bir fatura ödetildi ve ödetilmektedir.
 
Bazı konular, bazı fikri akımlar vardır ki, onları sadece reddetmek çözüm değildir. Bu tür konuları tümden reddin çok ağır neticeleri olur. Tümden red yerine analitik bir değerlendirmeye tabi tutup kendi değerlerimizle çelişen ve çelişmeyen yanlarını dikkate alarak kendi değerler manzumemiz içinde makul alternatif çözümler üreterek  tehlikeyi faydaya çevirebilirdik, çevirebiliriz.
 
Milliyetçiliğin reddine ilişkin sıraladığım dört delilden ilk üçü, İslam'ın kendi mensupları için öngördüğü yaşam biçimi ve vaz ettiği değerlerle çelişiyor. Bu üç delil doğru ve yerindedir ama dikkate alınmayan ve alınamayan esas mesele, dördüncü konuda gizlidir: Ulusal egemenlik konusu.
 
Osmanlının sonlarına kadar uygulana gelen siyasal yönetim tarzları, her şeyden önce İslam'ın temel değerleriyle ilgili bir konu değildi. Siyasal iktidar ve devlet konuları, zamana ve zemine göre değişkendir. Devlet formunun şekline ilişkin hiçbir nass yoktur. İslam, muhteva üzerinde durmuştur. Dolaysıyla şekle bakarak şu devlet biçimi İslami, bu devlet biçimi gayrı İslamidir şeklindeki yargılarımızı dayandırabileceğimiz hiçbir nass yoktur. Buna binaen, ulusal egemenliklere dayalı devlet şeklinin, geleneksel devlet şekliyle çeliştiği için reddedilmesi İslami bir red değildi ve değildir.
 
Her bir ulusun kendi egemenlik hakkını kullanmasına aykırı bir nass olmadığı gibi, ulusal egemenlik hakkının kullanılması ümmet mefkuresiyle de çelişmez.
 
Ümmet kavramı, " ام" kökünden olup kelime manası olarak kasdetmek anlamında kullanılmıştır. "ام" kelimesinin Arapça'da anne için kullanılması da, çocuğun kendi maddi ve manevi ihtiyaçları için annesini kasdetmesi, annesini istemesi cihetiyledir. Ümmet kelimesi kavram olarak, ortak hedef ve maksadın bir araya getirdiği insan toplulukları için kullanılır. Bir diğer ifadeyle ortak itikad ve inancın birleştirdiği insan topluluğuna ümmet denir. Bu bakımdan ümmet, inanç ve akide ile ilgili bir kavramdır.
 
Kur'an'da ümmet kelimesi 64 kez kullanılmıştır. Beş kez tekil olarak yani "امة" şeklinde ve 13 kez de çoğul olarak yani "امم" şeklinde gelmiştir. Ümmet kelimesi Kur'an'da genel olarak beş ayrı anlamda kullanılmıştır:
 
1- Önder ve rehber anlamında. "İbrahim. Gerçekten Hakka yönelen, Allah'a itaat eden bir önder(امة) idi; Allah'a ortak koşanlardan değildi." (Nahl/120)
 
2-Belirli bir zaman dilimi anlamında. "Andolsun, eğer biz onlardan azabı sayılı bir süreye(امة معدودة) kadar ertelersek, mutlaka 'Onun gelmesini engelleyen nedir' derler." (Hud/8)
 
3- Yol, yöntem ve din anlamında. "Hayır! 'Sadece biz babalarımızı bir din(امة) üzerinde bulduk, biz de onların izinden gidiyoruz' derler."              (Zuhruf/22)
 
4-Hayvan/canlı toplulukları anlamında. "Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklar(امم)dir." (En'am/38)
 
5-İnsan toplulukları için. Bu anlamda 58 kez kullanılmıştır. "Siz, insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran/110)
 
Ümmet kelimesi, kavramı ve Kur'an'da kullanım şekli itibariyle, inanç/din birliğini ifade ediyor. İslam ümmeti veya Ümmet-i Muhammed derken, İslam'a ve Hz. Muhammed'e inanan insanların toplamını ifade ediyor. İsa'nın ümmeti, Musa'nın ümmeti derken de bu iki büyük peygambere inanan insanların toplamı kastediliyor. Dolaysıyla ümmetin sınırlarını ırk, renk, dil belirlemediği gibi siyasi coğrafya ve siyasi iktidar birliği de belirlemiyor. Sınırları inanç ve din belirliyor. Ümmet demek, bugünkü maruf tanımla tek devlet, tek kavim ve tek bayrak anlamına gelmiyor. Yani ümmet siyasal egemenlikteki birliği ifade etmiyor, dindeki birliği ifade ediyor. Nasıl ki, ayrı rengi, ırkı ve dili paylaşanlar ümmeti oluşturuyor ve bu farklılıklar ümmet ile çelişmiyorsa, her bir Müslüman kavmin kendi egemenlik hakkını kullanması da ümmet olmakla tezat oluşturmuyor. Ümmet kavramı, mutlaka bütün Müslümanların tek bir imam/halife ve tek bir devlet çatısı altında toplanmasını olmazsa olmaz kabilinden bir şart olarak öngörmüyor.
 
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki, Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır."(Hucurat/13) ayeti mucibince insanoğlu bir anne-babadan gelmektedir. Allah hayatı kolaylaştırmak için onları kavimlere ayırmıştır. Her bir kavim farklı bir dil, renk ve kültür anlamına geldiği gibi farklı bir egemenlik anlamına da gelir. Kur'an bunu nefyetmiyor. İnsanlar arasındaki değer farkını inanca, takvaya bağlıyor. Yani önemli olan insanın veya Müslümanların inançları, dünya görüşleri ve hayat telakkileridir. Kur'an, birliği burada, muhtevada arıyor, siyasal egemenlik birliğinde aramıyor. Vahdet ve ümmetin birliği, değerler manzumesi üzerinedir; bir kavmin veya kavimlerin bir diğer kavmin dili ve egemenliği temelinde değildir. İnanç ve değerler birliği varsa, egemenlik farkı, çatışma ve yabancılaşmaya yol açmaz, kardeşliğe ve yardımlaşmaya engel olmaz, aksine kardeşler birliğini oluşturur. Eğer bütün kavimler, "Müminler kardeştir" ayetine inanıyorsa, siyasal egemenlik farkı kardeşliği zedelemez, aksine pekiştirir.
 
Kur'an, ümmetlerin birbirlerinden değer bakımından farklı olabileceğini, bir ümmetin diğerlerine göre daha üstün olabileceğini ifade ediyor. Örneğin İslam ümmetiyle ilgili Allah u Teala, "Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/110)  buyuruyor.
 
İslam ümmeti, en hayırlı ümmet olarak nitelendirilirken bu üstünlüğün nedenleri de belirtilmiştir. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak ve Allah'a iman etmek. Emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker ilkesi, ümmeti kontrol altında tutuyor, onlara yön veriyor, salah üzere yaşamalarına imkan sunuyor. İslam ümmetinin üstünlüğü, imana, değerlere ve muhtevaya bağlanmıştır. Ümmeti tanımlayan bu ayette renk, dil, ırk, vatan ve siyasal egemenlik biçimine hiçbir şekilde atıfta bulunulmamıştır. Ümmetin tümü bir devlet halinde de olabilir, her bir kavmin kendine ait devleti de olabilir, siyasi ve idari biçimleri fark edebilir. Bunların hiç birinin İslam açısından sakıncası yoktur. Ümmet, hangi siyasal yapılanma içinde olursa olsun, önemli olan, ümmetin İslami değerleri hayata aktarmasıdır. Buna binaen her bir kavmin kendi siyasal egemenlik hakkını kullanması, ümmet mefkuresiyle çelişmez.
 
Hakeza Hücurat Suresi onuncu ayette ifade edilen, "Ancak Müminler kardeştir" ilkesi de tamamen inanç ve iman esası üzerinedir. Allah'a iman eden herkes kardeştir. Kardeşliğin temeli imandır. Bütün müminlerin kardeş olması, aynı devlet içinde yer almalarını ve aynı dili kullanmalarını gerektirmiyor. Böyle bir zorunluluk yoktur. Ümmeti bu anlamda yorumlamamızı iktiza eden şer'i bir delil mevcut değildir. İslam, müminleri kardeş ilan ederken dil, ırk, vatan ve devleti hiçbir şekilde dikkate almıyor. Öyleyse ümmeti oluşturan kavimlerin tümü bir devlet çatısı altında da toplanabilir, her bir kavim kendi devletini de kurabilir. Ümmet ve kardeşlik ilkesi, ulusal egemenlik hakkının kullanılmasına mani değildir. İslam ümmetinin elli kavim ve elli devletten oluştuğunu varsayalım. Eğer bu elli kavim ve devlet ve halkları İslami değerleri hayata aktarıyorsa, birbirleriyle kardeşçe ilişki kuruyorsa, bu siyasal yapı ümmet ve kardeşlik anlayışıyla çelişmez. Her bir kardeşin kendine ait evinin olması neden kardeşliğe aykırı olsun? Üç-beş kardeşin bir zorunluluk yoksa kardeşlerden birinin evinde yaşamak zorunda olması, kardeşliğin gereği değildir. Kardeşlik, bütün kardeşlerin el ele vererek tümünün ev sahibi olmasını gerektirir. Müstakil yaşasınlar ama yardımlaşmayı, dayanışmayı, birbirini sahiplenmeyi ve yek vücut olmayı ihmal etmesinler. İşte ümmet, mümin kardeş kavimler arasındaki bu birliğe ve vahdete tekabül eder. Kardeş kavimlerden her birinin kendi evinin ve bağımsız devletinin olması da ulusal egemenliklere tekabül eder. Kardeşlerden her biri bir kavmi ve devleti, toplamı da ümmeti ifade eder. Bu ikisi arasında çelişki yoktur. Çelişki, bizim ümmet kavramından bütün kardeşlerin veya bazı kardeşlerin bir diğer kardeşin elinin altında kalması gerekir şeklinde bir çıkarımda bulunmamızdan, vahdetin ancak bu şekilde sağlanacağına olan inancımızdan kaynaklanıyor. Çelişki, bizim mazideki siyasal modellerin zihnimizde oluşturduğu anlayış, algı ve çıkarımları yeniden yorumlayamamızdan neşet ediyor.
 
Eğer ümmet ve kardeşliği İslami çerçeve içinde kalarak bu şekilde yorumlarsak(bu yoruma katılmayanların müdellel görüşlerinden yararlanmayı umuyorum) ulusalcılığın/milliyetçiliğin zararlı unsurları ayıklanmış ama öte taraftan da uluslara egemenlik hakkı tanınarak onların İslami değerler içinde kalmaları sağlanmış, ümmetin bütünlüğü korunmuş olur. Böylece bir asırdır ümmet-ulusal egemenlik bağlamındaki teorik problemi aşmış oluruz. Çünkü bu teorik problemi aşamadığımız için milliyetçilik dalgasına karşı koyamadık, alternatif geliştiremedik ve ulusları İslam dairesi içinde tutmada ciddi kayıplar verdik.
 
Batı menşeli milliyetçilik dalgası İslam dünyasını sardığında bu şekilde bir formül uygulanabilseydi, 'İslami değerler muvacehesinde kalmak koşuluyla ulusal egemenliklere evet' denebilseydi, Batılı sömürgeci güçlerin emelleri de boşa çıkarılabilir ve ümmetin birliği de korunabilir idi.
 
İslam dünyasında ulusal egemenliğe ümmet dairesi içinde çözüm önerilemediği için ulusal egemenliği isteyenler başkalarının kucağına itildi. Örneğin Kürdler'e Stalin destek verdi. Stalin'in amacı, Sovyetler Birliği'ne bağlı sosyalist bir Kürdistan oluşturmaktı. Yani muhteva sosyalizm, şekil ulusal olacaktı. Sosyalist Kürdistan teşkil edilecekti ki, değerler manzumesini enternasyonal sosyalizm oluşturacaktı. Bu bir tür enternasyonal sosyalizm ile nasyonal sosyalizmin birleştirilmesiydi. Stalin'in ve Sovyetler Birliği'nin bu yöndeki destekleri Kürd hareketlerini ideolojik olarak İslam'dan sosyalizme doğru evirdi. Kadı Muhammed ve Molla Mustafa Berzani her ikisi de molla olmalarına rağmen ulusal egemenlik taleplerinde Sovyetler'den destek buldular. Molla Mustafa Berzani Irak, İran, Türkiye üçgeninde sıkışınca soluğu Sovyetler Birliği'nde almak zorunda kaldı. Çünkü kapılarını açan sadece orasıydı. Bu destek, bir çok Kürd hareketini sosyalizme yönlendirdi. Talabani'nin hareketi, İran KDP'si sosyalist temelde şekillenirken PKK da katı bir sosyalist hareket olarak ortaya çıktı. Sovyetler Birliği'nin dağılması ve sosyalizmin iflasından sonra bile bu hareket ideolojik savrulmadan henüz geri dönebilmiş değil. Bu hareketler sosyalist ideolojinin ve Batı milliyetçiliğinin etkileriyle din karşıtı bir pozisyon aldı ve dini kendi hedefleri için bir engel olarak görmeye başladı. İdeolojik karşıtlık Kürdleri, Kürdlerin dilini savunanlar ve dinini savunanlar şeklinde ikiye böldü. Müslüman Kürdler ve sosyalist milliyetçi Kürdler. Birisi Kürdlerin dilini, ötekisi dinini savunmaya başladı. Din ile dil bir bakıma karşı karşıya geldi. Dinsiz ama dilli, dinli ama dilsiz gibi bir ayrım gelişti. Dilini savunanların ahireti, dinini savunanların dünyası tehlike atına girdi. Kürdler adeta dünya ile ahiretten birini tercihe zorlandı. Bu ikilemin bu denli güçlü bir şekilde tezahür etmesi, başından beri Müslümanların İslami değerler muvacehesinde ulusal egemenlik hakkını savunamamasından kaynaklandı. Bu tez savunulabilseydi, egemenliğine ulaşan Türklerin de bu hakka ulaşamayan Kürdlerin de hem dinleri hem de dünyaları emanda kalabilirdi. Dünyamız ve ahiretimiz bu kadar tehlikeye girmezdi. En doğrusu ne ahiretlerinin ne de dünyalarının zarar görmemesiydi. İkisinden birini yitirmeye mecbur edilmemesiydi. Dünyada da ahirette de 'ihsan'ı elde etmek varken neden ve niçin ikisinden birinde veya her ikisinde de hüsrana mahkum edilsin? Her Müslüman Kavme olduğu gibi Kürdlere de hem dinleri hem de dilleri lazımdır.
 
Sonuç itibariyle İslami değerler ve ölçüler bakımından bütün kavimlerin ve ez cümle Kürdlerin egemenlik haklarını savunmamızda bir mani yoktur. Dinini, dilini ve egemenlik haklarını talep eden Kürdleri bu tabii haklarından mahrum bırakmak doğru değildir.
 
Kürdler ile Türklerin bir çatı altında yaşaması, özerk yapılara kavuşması, federasyon şeklini benimsemesi veya bağımsız iki devlet olması konuları dinin belirlediği veya belirleyeceği konular değildir. Çünkü İslam şekle bakmaz, muhtevayı esas alır. Bu şıklardan hangisi iki kavim tarafından mutabakat sonucu tercih edilse, İslam'ın makbulüdür. Neye karar verileceği, Müslüman kavimlerin kendilerine bırakılmıştır. Bu konulardaki karar hakkı, insanlara aittir.
 
İşin teorik yanı bundan ibarettir. Pratikte gelişecek olanı konjonktür belirler. Koşullar dikkate alınarak maslahat neyi gerektiriyorsa o tercih edilebilir.


UFKUMUZ

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum