1. YAZARLAR

  2. Ufuk Aktaşlı

  3. Referandum Süreci ve Sonucuna Yönelik Bir Değerlendirme
Ufuk Aktaşlı

Ufuk Aktaşlı

Yazarın Tüm Yazıları >

Referandum Süreci ve Sonucuna Yönelik Bir Değerlendirme

11 Eylül 2010 Cumartesi 17:34A+A-

12 Eylül’de yapılan Anayasa değişikliği referandumu son aylarda Türkiye’de siyasi tansiyonu yükselttiği, toplumsal ayrışmaları derinleştirdiği gibi İslamcılar arasında da tansiyonu yükseltti. Referandumda alınacak tavır konusunda ortaya çıkan farklı görüşler çerçevesinde hararetli tartışmalar yaşandı. ‘Evet’ oyu vermenin akidevi açıdan ne anlama geleceğine dair yaklaşımlardan, yine ‘evet’ oyu vermenin sistem içine kayma sonucunu doğuracağı yorumlarına ya da Kemalizm’in geriletilmesine destek çıkmak, hareket alanımızı genişletmek gibi argümanlara kadar farklı fikirler dile getirildi.

İslamcıların bugüne kadar hemen hiçbir seçimde veya halk oylamasında yaşamadıkları bu ayrışmanın temel nedeni, Kemalizm’i geriletmek adına başta liberaller olmak üzere muhafazakâr cemaatler ve AK Parti ile yapılan zımni ittifakın nerede biteceği, hangi noktada sonlandırılacağı konusunda önceden yapılmış bir istişarenin ve bağlı olarak alınmış bir kararın olmamasıdır. İslamcıların hem liberallerle hem de AK Parti’yle ayrışma noktalarının örtüşen çıkarlarından daha fazla olduğu bu süreçte göz ardı edilmiş gözükmektedir. Bundan sonraki süreçte de İslamcıların sistem tarafından dışlanmış diğer toplumsal kesimlerle olan ilişkilerini daha gerçekçi temele oturtması gerektiği anlaşılmaktadır.

Ayrışmanın bir diğer nedeni de İslamcıların ülke siyasetine yön vermedeki tecrübesizliğidir. Sosyolojik bir tespit olarak söylenebilir ki, Türkiye ANAP ve Turgut Özal iktidarıyla birlikte siyasi ve ekonomik yönüyle liberal, kültürel yönüyle ise muhafazakâr bir değişim sürecinin içine girmiştir. Bu değişim aslında Demokrat Parti iktidarıyla başlayan bir süreç olmasına rağmen 27 Mayıs darbesi bu süreci engellemişti. Fakat 1980 sonrası darbe anayasası, PKK’yla girilen çatışma ortamı ve 28 Şubat post modern darbesi bile bu değişimi engelleyememiş; ancak yavaşlatabilmiştir. Kemalist egemenlerin iktidarı ellerine vermeyi asla

düşünmediği Anadolu halkı bu dönemde hızla şehirlere akarak kentlileşmiş, eğitim düzeyini yükseltmiş, kendi fabrikasını, kendi okulunu, kendi medyasını ve AK Parti’yle birlikte kendi partisini kurmuş ve merkeze meydan okumuştur. Bu anlamda AK Parti’nin aslında bu sürecin nedeni değil sonucu olduğu söylenebilir. İslamcılar ise ne yazık ki bu değişim sürecine yön vermeyi başaramamışlardır. 90’lı yılların başında böyle bir imkânı buldukları söylenebilir belki ama 28 Şubat darbesi bu imkânı İslamcıların elinden almıştır. Hatta 28 Şubat sonrası dönemde muhafazakârlaşan İslamcılar yön veremedikleri değişim sürecinin bir parçası haline gelmişlerdir. 2000’li yıllarla birlikte değişimin direksiyonunu liberaller ele almış ve 70’li yıllarda solcuların entelektüel piyasayı eline geçirmesi gibi entelektüel üstünlüğü ele geçirmişlerdir. AK Parti’yi bile düşünsel anlamda en fazla besleyenler liberallerdir. Muhafazakâr kesim ise ekonomik ve siyasal liberalleşmeden rahatsızlık duymaksızın yaşam tarzlarına dönük kimi kazanımlarla yetinmiştir.

İslamcıların sistemin dışında kalma adına gündelik siyasette pasif bir rol izlemesi sürece yön veremeyişin önemli bir nedenidir. Hatta kimi İslamcılar -örneğin seçimlerde- seçimlere katılan tüm tarafları eleştirerek sistem dışı kalmayı bir konformizm haline getirmişlerdir. Bu nedenle de siyasal arenada rol almaya dönük bir tecrübe, bir pratik oluşturulamamıştır. Bu boşluk 12 Eylül referandumu öncesinde ortaya konan ve “ne eklemlenmek ne de soyutlanmak” şeklinde ifade edilen yaklaşımı da netlikten uzak ve içi doldurulamamış bir pozisyon durumuna düşürmektedir. Türkiye’de tüm toplumsal kesimlerin taleplerini açıkça dillendirdiği, seçmen profili araştırmalarında kimlik taleplerinin ekonomik taleplerin önüne geçtiği bir dönemde sistem dışı kalmak adına siyaset dışı kalmaya çalışmak çok gerçekçi bir tercih gibi gözükmemektedir. Ancak siyasal alandaki varoluşumuzun şeklinin ne olması gerektiği konusu da uzun istişarelere muhtaçtır. Taleplerimizin birer demokratik talep, çabalarımızın demokratik bir mücadele olarak algılanabileceği, tanımlanabileceği bir duruma düşülmemelidir. Talepleri dillendirmeye dönük söylemlerin itinayla oluşturulması gerekmektedir.

Referandumdan çıkan sonuç kanaatimizce memnuniyetle karşılanmalıdır. Çünkü İttihat Terakki’den bu yana gelen bir sistem olduğu düşünüldüğünde 100 yıllık bir düzenin böylesi bir darbeyi almış olması önemlidir. Halkı sürekli egemenlik alanının dışında tutan, otoriter ve totaliter; tüm halkı tek bir ulusal kültür potasında eritmeye çalışan, bu uğurda bu toprakların gayrimüslim halkları tasfiye eden, farklı etnik kimlikleri yok sayan, halkın dinine düşman, kendi diktiği elbiseyi halka zorla giydirmeye çalışan, ülkeyi sürekli bir gerilim ve şiddet sarmalı içinde bırakan bir sistemin gerilemesi önemli bir gelişmedir. Referandumdan evet çıkmasına dönük bir kayıtsızlık İslamcıları Kemalizm’den besleniyormuş pozisyonuna düşürebilir. Darbelerden, yasaklardan, parti kapatmalardan besleniyormuş eleştirisine zemin teşkil edebilir.

Ancak referandumun galibinin Müslümanlar olmadığı da bir gerçektir. Referandumun sonucunda kazanan liberal ve muhafazakâr anlayış olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de Kemalizm egemenliğini kaybederken, liberalizmin yeni bir egemenlik kültürü olarak ipleri eline aldığı görülmektedir. Liberal sistem ne İslam’ın öngördüğü ne de Müslümanların hedeflediği bir sistem olamaz. O da modern cahiliyenin türevlerinden biridir. Hem Kemalizm hem de liberalizm ifsat edici düzenlerdir. Ancak liberalizmin şiddet içermeyen ve adalete daha yakın olan bir ideoloji olduğu da söylenebilir. Türkiye’de iktidarın şeklinin değiştiği bir dönemde Müslümanların da söylem ve stratejilerini değiştirmeleri, yeni duruma uygun muhalefet yöntemlerini oluşturmaları gerekmektedir.

Liberalizme karşı yürütülecek muhalefette yeni strateji her şeyden önce onun ekonomik yönüne dönük olmalıdır. Çünkü liberalizmin siyasal ve toplumsal eşitliği sağladığı iddialarına karşın ekonomik alanda büyük eşitsizliklere yol açtığı bir gerçektir. Ekonomik alanı soyut bir piyasa düzenine terk eden ve o düzenin de aslında sermayenin elinde olduğu, her bireyin kendi ekonomik refahını sağlamakta serbest olduğu bir anlayış olarak liberalizm yoksulluğu bir tür şanssızlık ya da bireyin ekonomik özgürlüğünü kullanmadaki bir yanlışlığı olarak kabul eder. Dolayısıyla liberalizmin yoksulluk üzerine söyleyeceği çok da bir sözü yoktur. Bu durumun Türkiye’deki somut karşılığı İstanbul sermayesine karşı ortaya çıkan muhafazakâr sermayedir. Kayseri tipi Müslümanlık olarak adlandırılmaya başlanan bu yeni muhafazakâr burjuva, kapitalist hayat tarzı bakımından İstanbul burjuvazisinden çok da bir farklılık arz etmemektedir. Aksine Müslümanları küresel kapitalizme eklemleme gibi son derece tehlikeli bir hareket içindedir.

Küresel egemenler ılımlı İslam projesini siyasal yollarla gerçekleştirmenin çok da kolay olmadığını gördüler. Yani İslam dünyasına demokrasi bilincini yerleştirerek, Müslümanları sözde özgürleştirerek dünya sistemine eklemlenmesinin uzun ve maliyetli bir durum olduğu görüldü. Dolayısıyla demokratikleştiremediklerini önce kapitalistleştirmek yolunu seçtiler. Ilımlı İslam, ekonomi yoluyla oluşturulmaya çalışılıyor. Küresel kapitalizmin Dubai sermayesiyle yaptığı ittifak bu amacı gerçekleştirmeye dönüktür. Küresel sermeyenin Kayseri tipi Müslümanlarla böyle bir ittifaka girdiğini söylemek şu an için erken olabilir. Ancak son zamanlarda gerek AB’den, gerek ABD’den Türkiye ekonomisine dönük olarak gelen ve muhafazakâr medyanın gururla verdiği övgü haberleri bu ittifakın çok da uzak olmadığını göstermektedir. Hem AK Parti hem de Kayseri tipi Müslümanlar buna çoktan razılar. Dünyayla ekonomik bütünleşme iddialarının arkasında da bu yatmaktadır.

Türkiye’de halkın ılımlı İslam projesinin ne olduğunu anladığını söylemek zordur. Çünkü Sünni İslam bu anlayıştan çok da uzak değil. Ancak yeni dönemde bunu halka somut olarak anlatmak daha kolay olabilir. Çünkü muhafazakâr burjuvazi aslında adil bir toplum kuracak değil. Yalnızca Türkiye’nin sömürgeci zenginleri değişecek ya da ideolojik olarak çeşitlenecek. Yani servetin elinde dönüp durduğu kesimde bazı değişiklikler olacak. Fakat sömürü, yoksulluk tüm dünyada devam edecek. Ülkede emekli maaşıyla geçinmeye çalışan, memur maaşıyla çocuklarını yetiştirmeye çalışan, asgari ücretle köle gibi çalışan, o da olmadığında işsiz kalan insanların varlığı devam edecek. Öte yandan hayatın merkezine maddi üretimi, zenginleşmeyi, sanayileşmeyi koyan; lüks villalarda yaşayıp, lüks ciplere binen ama bu arada namaz kılan bir kesimin varlığı yeni sistemin çelişkilerini gösterecektir.

Yeni döneme dair yeni bir strateji de sağ-muhafazakâr söylemi iflas ettirmeye dönük bir eleştiri olabilir. Bilindiği gibi Türkiye’nin Müslüman halkı DP’den bu yana İslami beklentilerini sağ-muhafazakâr partiler üzerinden gerçekleştirmeye çalıştı. Hatta bu partilerin İslami bir düzen kuracağı beklentisi içinde oldu. Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal hatta Kenan Evren bile bu düşüncelerle desteklendi. Sağ partiler ise bu beklentiyi her zaman kullandı ve “asker engelliyor”, “yargı engelliyor”, “solcular engelliyor”, “masonlar engelliyor” gibi bahanelerle zaman kazandı. Bugün sisteme eklemlenmiş, demokratik düzeni benimsemiş, kendi yaşam tarzına karışılmadığı müddetçe sorun çıkarmayacak Müslüman bir halkın yanı sıra, hala İslami düzen beklentisi içinde olan çok sayıda insan var. Bu kişiler AK Parti’yi de tıpkı önceki sağ partilerde olduğu gibi –hatta onlardan daha fazla- İslami bir düzeni tesis edeceği beklentisiyle desteklemektedir. AK Parti’nin takiyye yaptığı, düzenin kalelerini bir bir eline geçirdiği en sonunda da İslam’ı egemen kılacağı düşüncesi içinde olan kişilerin sayısı hatırı sayılır bir durumdadır. Önümüzdeki 5-10 yıllık dönem sağ-muhafazakâr partilerden İslami beklentilere dönük bir siyasal tavrın sona ereceği ve bu tavrı destekleyenlerin bir nevi ortada kalacağı bir dönem olabilir. Bu da muhafazakâr tavrın silinerek ya tamamen liberalizme eklemlenmesi ya da muhafazakârların İslamcılaşarak ülkedeki temel çatışmanın İslam’la liberalizm arasındaki bir mücadeleye dönüşmesi gibi bir durumu yaratabilir. Burada yapılması gereken sözü edilen muhafazakâr kesimin liberalleşmesini engellemek, onların beklentisini sağlıklı zemine çekmektir.

Yeni dönemde zihinsel ve entelektüel çabalar da çok önemli olacaktır. Müslümanların öngördüğü bir dünyanın artık sistematik bir biçimde oluşturulması gerekmektedir. Müslümanların demokrasiye, kapitalizme, ulus-devlet ve ulusçuluğa, modern bilim ve tekniğe karşı cevaplarının ne olması gerektiği açıkça ortaya konması gerekir. Batı düşüncesi dediğimiz olgu tüm dünyayı kendisine benzeten ve belki de hiçbir peygamberin tecrübe etmediği kadar sistematik ve bütüncül bir cahiliye düzenidir. Aslında hepimiz Batı düşüncesi dediğimiz bir paradigmanın içinde düşünüyoruz. Bizleri bu paradigmanın dışına çıkarabilecek yegâne imkân Kur’an’dır. Öyleyse ilkeleri vahiy tarafından belirlenmiş, modern sistemlerin bir türevi durumuna düşmeyecek kendi modelimizi geliştirmemiz gerekmektedir. Bu çabanın zorluk derecesi elbette ki çok yüksektir.

YAZIYA YORUM KAT

12 Yorum