1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Ecevit Belki İyileşebilir, Ya Düzen?

Ecevit Belki İyileşebilir, Ya Düzen?

Haziran 2002A+A-

Egemenlerin Ecevit'i artık gözden çıkartmış oldukları aşikar. Ahir ömründe allayıp pullayıp adeta itekleyerek iktidar koltuğuna taşıdıkları Ecevit'le daha fazla yola devam etme imkanının kalmadığını kabul etmiş görünüyorlar. Ecevitsiz MGK toplantısı adeta bitiş düdüğü gibi algılanmışa benziyor. Nitekim bu tür sinyalleri algılamakta son derece mahir ve atik olduğu tescilli medyanın yayınları da bunu yansıtıyor. 28 Şubat sürecinde "tercihli olarak" iktidar koltuğu kendisine sunulan Ecevit gerek koalisyon'u, gerekse de azınlık hükümetlerinde kendisine iktidar fırsatını sunan güçlere karşı alabildiğine müteşekkir ve cömert davrandı. Bir tür ara dönem hükümeti fonksiyonu İcra etmekten çekinmedi. Sonuç itibariyle de son derece gerilimli, sıkıntılı ve kayıp bir döneme imza attı.

Türkiye Ecevitli yıllarda her alanda büyük zorluklarla, adaletsizlikler ve çaresizliklerle karşılaştı. Siyaset daralıp, toplumsal zeminden çekilirken, diğer yandan yalanla, ve tutarsızlıkla içice geçti. Bu kadar çok demokratikleşme, reform, hukuk sözlerinin sarf edildiği, ama aynı zamanda da baskıcı, otoriter uygulamaların bu derece yaygınlık kazandığı bir dönem olmamıştır. Bu dönemde toplum o kadar sıkı bir kuşatmaya alındı, ve aynı zamanda da bu o kadar dolaylı yollarla yapıldı ki, toplum çoğu zaman sesinin kısıldığını, kesildiğini farkedemedi bile. Bu yüzden de kendine güven duygusu en aşırı biçimde erozyona uğradı, tam manasıyla bir psikolojik çöküş yaşandı. Şu anda Türkiye toplumu mutsuz, hedefsiz, gelecekten ümitsiz bir görünümde.

Tam bu noktada egemenlerin açık bir kurnazlığı ile karşılaşma ihtimali beliriyor. Muhtemelen sorunları, olumsuzlukları birilerine fatura edip, genel gidişatı yara bere aldırmadan sürdürme çabası içine gireceklerdir. Sağlığı gibi ismi ve imajı da iyiden iyiye yıpranmış Ecevit'i sıkıntıların, olumsuzlukların kaynağı, en azından simgesi konumuna oturtup sistemi temize çıkartmak; muhalefeti, tepkiyi kişiye odaklamak beklenebilir taktiklerdir.

Belirleyici Olan Ecevit'in Değil, Sistemin Hastalığı!

Oysa sistemi az buçuk tanıyan herkes sorunun Ecevit sorunu olmadığını, Ecevit'in egemenlerin elinde basit bir kukla olmaktan öteye gidemediğini bilirler. Nitekim yıllardır ortaya konulan icraatlara bakıldığında gerek iç gerekse de dış siyaset açısından egemenlerin politikalarıyla hedefleriyle çelişen, ters düşen tek bir adım dahi görmek mümkün değil. Yarınlarda muhtemelen Ecevit'in çekilme, çektirilme süreci yaşanacak. 'Ecevitler'in buna direnmesi oranında bu sürecin daha gergin ve aşındırıcı bir biçim alacağını tahmin etmek zor değil. Böylelikle geniş kesimlerin bu sahte ve yüzeysel gündem başlığına takılma ihtimali de artmakta. İşte tam bu noktada sorunun Ecevit değil, düzen sorunu olduğunun, dolayısıyla bugün posası çıkartılmış kabuk gibi bir kenara bırakılmak istenen Ecevit olsa da olmasa da düzenin gerilim, sıkıntı ve baskı üretmeye devam edeceğinin fark edilmesi gerekiyor.

Nitekim Türkiye'de sistemin nasıl işlediğinin somut göstergelerinden biri Ecevitsiz MGK toplantısı ile ortaya çıkıyor. Anayasal olarak ülke güvenliği konusunda ancak istişari bir organ olan ve hükümete tavsiye kararında bulunmaktan başkaca bir yetkisi olmayan MGK toplantısında AB ile ilişkiler gereğince alınan Olağanüstü Hal Bölgesi ile ilgili kararlar bu kurumun sistem üzerindeki patron rolünü deşifre ediyor. MGK toplantısından sonra yapılan açıklamada 4 İlde halen devam etmekte olan olağanüstü halin Tunceli ve Hakkari'de kaldırılması; Diyarbakır ve Şırnak'ta ise son kez uzatılması görüşünün Bakanlar Kurulu'na bildirilmesi kararından söz ediliyor.

Ne var ki MGK "tavsiyelerinin" pratikte ne manaya geldiği gayet iyi bilindiğinden toplantının bu kararı, aynı akşam televizyon yayınlarından başlamak üzere yazılı ve görsel medyada olağanüstü halin 2 ilde kalktığı, 2 ilde ise son kez uzatıldığı şeklinde veriliyor. Konunun bakanlar kuruluna, ardından meclise gelmesi ve oylanması konusunu beklemeye, tartışmaya kimse gerek duymuyor. Çünkü ilk ve son sözün MGK'ya ait olduğu biliniyor. Buna rağmen sistemin hala hukuk devleti, demokrasi ve benzeri sıfatlarla tavsif edilmesi garabetini ise ancak alışkanlıklar ve ülkede hakim yalan düzeni ile açıklamak gerekiyor.

Yalan Düzeni

Bu öyle bir yalan düzeni ki, yıllardır onbinlerce, yüzbinlerce genç kızı, bayanı eğitiminden koparmış, işinden etmiş, toplumsal alanda baskı, hakaret ve dışlamaya maruz bırakmış bir uygulama top hep bir başkasına atılmak ve hayali gerekçeler uydurmak suretiyle sürdürülüyor. Kitlesel, sistematik ve de iğrenç bir işkence türü olan başörtüsü yasağı yasakçı çevrelerin ardı ardına yaptıkları "başörtüsü yasağı bizden kaynaklanmıyor" yalanları ile birlikte dolu dizgin devam ediyor.

Hiç utanmaksızın, ülkenin toplumsal gerçekliğine ve dünyada yaşanan gelişmelere kulak tıkayarak bir halkın dilini yasaklayanlar, bir de "evrensel dil-evrensel olmayan dil" ayrımı şeklinde sözde bilimsel bir gerekçe uydurarak saçma sapan teorilerine destek ararken daha da komik duruma düşüyorlar.

Bir taraftan el kapısında dilenip, diğer taraftan topladığı borç paraları çarçur etmek de sistemin vazgeçilmez alışkanlıklarından. Halkın büyük kısmı her gün biraz daha açlık sınırına yaklaşırken silahlanma çılgınlığı dolu dizgin sürüyor. Siyonist işgalin başladığı sırada İsrail'e verilen tank ihalesi rezaleti daha tazeliğini korurken şimdi de havadan erken uyarı sistemi oluşturma adına 4 uçak için Amerikan Boing firmasına tam 1 milyar dolar aktarılıyor. Komşularla ve bölgedeki diğer ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmek dururken hala ısrarla bu silahlara, ülkenin ekonomik altyapısını tarumar eden bu silahlanma giderlerine kaynak aktarılması da aynı "hikmetinden sual olunmaz devlet zihniyetinin bir ürünü olsa gerek.

Ve Türkiye'de devletin ve devlete yakın durmaya gayret eden her kesim, çevre ve şahsın vazgeçilmez tutkusu olan milliyetçilik pohpohlamasında aynı ikiyüzlülüğün, tutarsızlık ve çirkinliğin en ileri örneklerini görmek mümkün. Kimi zaman açık, kimi zaman kapalı bir takım mesajlarla değişik çevreler AB üzerinden canhıraş bir milliyetçilik savunusu, daha doğrusu saldırısı geliştiriyorlar. Aslında temel sıkıntısının, hazımsızlığının AB ile birlikte eldeki kırbacı kaybetmek olduğu bilinen etkili ve yetkili zevat bunu doğrudan dile getiremediği için terörden Kıbrıs'a, Yunanistan'la İlişkilerden İdam meselesine kadar her konuyu milliyetçi hamaset sosuna batırıp içinden çıkılmaz hale getiriyorlar. IMF karşısında esamisi okunmayan "ulusal bağımsızlık" sıra AB sürecinin içerdiği birtakım değişiklikleri gerçekleştirmeye geldiğinde şaha kalkıyor.

Onur Ne Zaman Hatırlanır?

Askeri bürokrasi ve onun siyasetteki izdüşümü ve gayrı resmi sözcüsü MHP AB sürecinin önünü kesmek, mümkün olmazsa geciktirmek için sürekli sorun üretiyorlar. Burada en gülünç iddia ise "biz AB'ye karşı değiliz; ama onurumuzla gireceğiz!" iddiası. Aslında bu düpedüz bir kamuflaj malzemesi. Her türlü olumsuzluk "onur" konusu üzerinden çeşitlendirilerek yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Amerika'ya hizmet etmenin Afganistan'a asker göndermeye kadar vardırılması onursuzluğu karşısında ağızlarını açmayanlar AB söz konusu olduğunda her konuyu "onur" sorununa dönüştürüyorlar.

Bu noktada geçtiğimiz günlerde basına yansıyan bir gelişme Türkiye'nin içinde bulunduğu hastalıklı, edilgen ve sinik konumu ifşa ediyor. T.C. Amerikan savaş gemilerine Türkiye karasularında şüpheli gördüğü gemileri durdurup arama yapması için yetki veriyor. İşte bu olay iktidar için mutlak bir onursuzluk kaynağıdır. ABD'nin aynı konuya ilişkin olarak yaptığı başvurunun Yunanistan tarafından reddedilmiş olması da Türkiye egemenlerini iyiden iyiye zelil bir konuma itiyor. Yunanistan'ın bu tutumu "ne yapalım, mecburduk!" türünden bir mazereti baştan geçersiz kılmaya yetiyor.

Çürüme çok boyutlu, derin ve kapsamlıdır. Sistem bir yandan hızla çürümeye devam ederken, bir yandan da çürütmekte, yozlaştırmaktadır. Toplumsal düzeyde siyasetin bittiği, politik ayak oyunlarından ibaret kılındığı bir ortamda ardı ardına lider adaylarının ortaya çıkması, parti sayısının elliye dayanması kafa karışıklığının ve çözümsüzlüğün derinleştiğinin de bir işaretidir aslında. Çözüm ise ancak çürümeye karşı direnmektedir. Düzenin sindirmeye, silikleştirmeye, kendine benzetmeye çalışmasına karşın ancak kendi olabilenler çözüm sunabilirler. Kendi kimliğine, inancına, ilkelerine sarılarak ayakta durmak bizatihi çözümün kendisidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR