1. YAZARLAR

  2. Hasan Kösebalaban

  3. Esad’ın gizli müttefiki İsrail
Hasan Kösebalaban

Hasan Kösebalaban

Yazarın Tüm Yazıları >

Esad’ın gizli müttefiki İsrail

23 Nisan 2012 Pazartesi 21:31A+A-

İsrail, Suriye’de İhvan kontrolünde bir demokratik sisteminin kurulmasıyla kendini Suriye-Mısır-Ürdün kontrolünde bir bölgesel sistemle karşı karşıya bulacak. Hamas artık ‘ana’ hareketin parçası olmuştur. Lübnan Hizbullahı’nın silah bırakması da muhtemeldir. Türkiye’nin bu halkanın doğal parçası ve hatta lideri olması nedeniyle İsrail kendini bir çemberin içinde bulacaktır.

Parçalanmış etnik ve mezhebi yapısı nedeniyle Suriye, devrimin silahsız gerçekleştiği Tunus ve Mısır’dan çok farklı bir ülke. Otuz yıldır ayakta olan rejim bir ailenin ve mezhebi azınlığın güdümünde bulunuyor. Suriye anayasası ülkenin tek yasal partisinin Baas Partisi olduğunu deklere ediyor. Esad ailesinin diktasını yine aynı azınlık mezhebi alt yapısından gelen elit silahlı birlikler koruyor. Bu nedenle Tunus’ta ve Mısır’da ordunun desteğini çekmesiyle diktatörlerin açığa düşmeleri ve sonlarının gelmelerine benzer bir durumun Suriye’de yaşanması mümkün değil. Esad rejimi çökerse Suriye ordusundaki üst düzey subaylar da, üst düzey sivil bürokratlar da kendilerini de içine alacak bir hesaplaşma döneminin başlayacağından eminler. Bu nedenle rejim muhalefete karşı varoluşsal bir savaş veriyor, bu nedenle muhalefete destek veren sivil halkı acımasızca katlediyor. Bu nedenden dolayı muhalefet rejime karşı ordudan firar eden subay ve askerlerin de katılımıyla silahlı mücadele sürdürüyor. Ancak silahlı mücadele şimdiye kadar yönetimi devirmeyi başaramadığı gibi rejim de bütün acımasızlığına rağmen silahlı muhalefeti sindiremiyor. Şimdiye kadar on binden fazla sivil insanın hayatını kaybettiği ülke tam bir çıkmaza girmiş durumda.

Rejimi devirememiş olsa da muhalefet, Esad rejiminin devlet olma özelliğini ortadan kaldırmış durumda. Max Weber’in tanımıyla bir devletin en temel özelliği meşru şiddeti tekeline almasıdır. Baas rejimi kendi halkını bombalamak ve kitlesel bir katliama girişmek suretiyle meşruiyetini tamamen kaybetti. Diğer taraftan rejim siyasi şiddeti tekeline alarak, ülkeye zorla da olsa düzen getirecek bir güce sahip değil. Diğer tarafta, Suriye’deki durumu iç savaş terimi de açıklayamıyor. Ortada birbiriyle savaş halinde halk kesimlerinden daha ziyade kendi halkına savaş açan, şehirleri bombalayan, tank ateşine maruz bırakan ve sınırdan kaçan insanları dahi sınırın öteki tarafına ateş açmak suretiyle taciz eden bir suç çetesi var. Bu insanlık dramı Türkiye’nin hemen yanı başında gerçekleşiyor, bütün dünya tarafından izleniyor ve hiç kimse duruma müdahalede bulunmuyor. Dünyanın yapabildiği tek şey ise, Esad rejimine süre kazandırmaktan başka bir şey işe yaramayacağı açık olan Annan Planı ile oyalanarak zaman kaybetmek. Pratikte hiçbir işe yaramayan bu plan şimdiye kadar Baas rejimiyle yola devam edilemeyeceğini deklere etmiş bulunan Türkiye’yi geri plana bıraktırma girişimi.

Esad dış destekle ayakta

Mübarek ABD’nin, Bin Ali ise Fransa’nın favori diktatörleriydi. Yıkılmaları biraz da Fransa’ya rağmen Amerikan dış politikasında yapılan “yorum değişikliği” sayesinde oldu. Esad’a destek veren dış güçler ise aynı esnekliği gösterme konusunda istekli değiller. Tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Suriye konusunda uluslararası ve bölgesel güçler iki kampa bölünmüş halde pozisyon alıyorlar. Batı Suriye’deki rejim karşıtı konumda yer alırken, Doğu bloğu ülkeleri Rusya ve Çin, Esad rejimine destek veriyor. Ancak asıl güç mücadelesi bölgesel güçler olan İran ve Türkiye arasında geçiyor. İran Suriye’nin bir numaralı destekçisi ve Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasını çıkarları için varoluşsal bir tehdit olarak görüyor. Suriye’de Esad rejiminin bitmesi asıl darbeyi Hizbullah’a vuracak olması İran’ın İsrail’e karşı sahip olduğu en büyük kozun ortadan kalkması anlamına geliyor. Suudi Arabistan’ın başı çektiği bir İran karşıtı Körfez Arap ittifakı da bölgesel siyasette varlığını göstermeye çalışıyor. Körfez Arap ülkeleri İran’ı kendileri açısından varoluşsal bir tehdit olarak algılıyorlar. Irak savaşından sonra bu ülkeyi nüfuz alanına dahil eden İran Bahreyn’de yaşayan Şii Arapları ayaklandırması ve benzer bir ayaklanmanın Şiilerin yoğun olarak yaşadıkları Suudi Arabistan’ın petrol zengini bölgelerini içine alma ihtimali Körfez’deki Arap rejimleri kaygılandırıyor.

Türkiye’de Suriye rejimine karşı duyulan açık sempatinin nedenlerden biri kuşkusuz olaylara Filistin sorunu merkezli bakıştır. Esad rejiminin uluslararası bir komploya kurban verileceğine dair kaygılarını dile getirenler şimdilerde biraz daha çekingen bir tutum içine girmişlerse de yine de seslerini duyuruyorlar. Oysa unutulan bir gerçek var: İsrail Esad rejiminin gizli ve dolaylı bir destekçisidir. Esad aleyhtarı söylemine rağmen İsrail bu rejimle yaşamaya alışmış durumda, “tanıdık şeytan bilinmeyen durumdan daha evladır” prensibiyle hareket ediyor. Üstelik Suriye’nin askeri açıdan zayıf bir rejim olması İsrail’in çıkarlarıyla uyumlu. Gücünü kendi halkına dayandırmayan diğer rejimler gibi azınlık diktatörlüğünün hakim olduğu bir Suriye zayıf ya da kolay zayıflatılabilecek bir ülke olmaya mahkumdur. Demokratik ülkelerin aynı zamanda ekonomik ve askeri bakımdan en güçlü ülkeler olmaları bir tesadüf değil, sağlam meşruiyet temellerine sahip olmaları sonucudur. İsrail de böyle bir ülkedir. Ancak İsrail çıkarları açısından tercih edilen, bölge ülkelerinin güçlü olması değil zayıf kalmalarıdır ki bu sadece diktatörlükler eliyle mümkün olabilir. Daha önemlisi, İsrail Suriye’de İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) kontrolündeki bir demokratik sisteminin kurulmasıyla ve bunun Ürdün’e sıçramasıyla kendisini Suriye-Mısır-Ürdün İhvan kontrolündeki bir bölgesel sistemle karşı karşıya bulacak. Filistin’de yine kökleri İhvan’a dayanan Hamas’ı da bu çerçevede düşünmeliyiz. Hamas artık Suriye’den çekilmiş durumda. Bunun anlamı şudur: Hamas artık İran güdümünde bir hareket değil, “ana” hareketin parçası olarak yerini almıştır. Lübnan siyaseti de bu gelişmeden etkilenecek, İran-Suriye desteğini kaybetmiş olacak Hizbullah’ın silah bırakmasıyla neticelenebilecek bir normalleşme süreci yaşanacaktır. Türkiye’nin de bu halkanın doğal bir parçası ve hatta lideri olması nedeniyle İsrail kendini bir çemberin içinde bulacaktır. Bu stratejik İsrail çıkarları İran ve Hizbullah tarafından tehdit edilmekten çok daha kötü bir durumdur, zira demokratik Sünni blok aynı zamanda başta ABD olmak üzere Batı ile dirsek temasını devam ettirecektir. İsrail için İran’a karşı ABD’yi yanına alması kolay ve alışılmış bir durumdu. Türkiye’nin İsrail ile ipleri kopardığı bir sırada aynı zamanda ABD’yle yakın ittifak ilişkisini devam ettirmesi İsrail’in asla arzu etmediği bir gelişmedir.

Türkiye tercihini yaptı

Bir süredir yükselen küresel güç olarak ortaya çıkan Türkiye Suriye krizine hazırlıksız yakalandı. Öyle ki Suriye’nin propaganda ve istihbarat yetenekleri açısından Türkiye’nin içinde dahi daha yetenekli olduğunu görüyoruz. Bu hiç kuşkusuz Soğuk Savaş rahatlığına alışmış bir ülkenin dış politikada sıçrama yaparken bunu küresel ölçekli kurumsal bir birikime dayandırmamasından kaynaklanıyor. Diğer taraftan nükleer enerji konusunda elini son derece yavaş tutunca ortaya ithal doğal gaza endeksli bir ekonomi ortaya çıktı. Bu durumun dış politikada küresel ve bölgesel rakiplere karşı zaafa neden olduğunu da tespit etmek gerekiyor.

Suudi Arabistan’ın agresif İran karşıtı tutumuna karşılık, Türkiye şimdiye kadar kendisini mezhebi çatışma denkleminde bir yere yerleştirmeyi reddetmişti. Türkiye Suriye ve İran’a verebileceği en büyük diplomatik desteği verdi. Irak’ta ve Lübnan’da mezhebi gerginliğin azaltılması maksadıyla, örneğin Iraklı Sünnilerin siyasi sürece katılmasını sağlamaya yönelik etkili girişimlerde bulundu. Ancak Irak’taki Şii yönetimin giderek mezhebi ve Türkiye karşıtı bir karaktere bürünmesi ve İranlı askeri yetkililerin tehditkar açıklamaları Türkiye’yi belli bir tavır değişikliğine zorladı. Reelpolitik bir yorumla Türkiye güneyinde kurulan ve kendisine karşı tavır alan bir İran jeostratejik nüfuz hattının Suriye’de herhangi bir meşruiyeti olmadığını görüyor ve bu en ince noktasında koparmak istiyor. Bu yeni bağlamda Mesud Barzani’nin Ankara ziyaretinin de göstereceği gibi yeni bir Kuzey Irak politikasının oluşmakta olduğunu tespit edebiliyoruz.

Bir oyun kurucu olarak bölge siyaset masasında yer alan Türkiye için Suriye krizine müdahale etmek bir tercih değil, zorunluluk. Suriye sınırının karşı tarafından Türkiye topraklarına açılan taciz ateşinin cevapsız kalması Türkiye’nin güçlü devlet imajına aykırı olacaktır. Diğer taraftan Suriye rejimi tarafından PKK’ya verilen destek, 1999 yılında olduğu gibi müdahil olmayı meşru kılan en önemli nedendir. Ankara’nın hali hazırdaki tutumuyla zaten müdahil olmayı pasif kalmaya tercih ettiği ortada. Suriye muhalefetine, mülteci kamplarına ve Suriye Halkının Dostları Grubu toplantısına ev sahipliği yapmak suretiyle hükümet, Suriye krizinde zaten en stratejik taraf haline gelmiş ve Esad rejiminin devrilmesi ihtimaline bütün gücüyle yatırım yapmış durumda. Statükonun devamı Türkiye’nin Orta Doğu’dan, kendi doğal hinterlandından kopartılması anlamına geliyor. İsrail ve İran’ın bölgesel hegemonya arzularına karşı, Türkiye’nin Soğuk Savaş refleksiyle hareket ederek seyreden ülke olmaya devam etmesini beklemek hiç gerçekçi değil.

STAR GAZETE 

YAZIYA YORUM KAT