1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (17)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (17)

30 Ocak 2011 Pazar 01:07A+A-

[email protected]

24 Mayıs 82’de Hurremşehr’i geri alıp, İran’ın bundan sonra savaşa Irak topraklarında devam edeceğini açıklamasının ardından, şimdiye kadar varlıklarıyla yoklukları bir olan Güvenlik Konseyi gibi kuruluşlar, devreye girmeye başladılar ve 12 Temmuz 1982 tarihinde 514 sayılı kararı alarak tarafların derhal ateşkese uymaları gerektiğini ilan ettiler. Arap ülkeleri, İslam Konferansı Teşkilatı ve daha birçok hatırı sayılır kuruluş, kurum ve şahsiyet kanın akmaması, halkı Müslüman iki ülkenin insanlarının basit hesaplar uğruna feda edilmemesi gibi gerekçelerle yoğun bir çaba içerisine girdiler. Daha önce, kendi rejimlerinin başına bela olacak İslami veya özgürlükçü muhaliflerine destek verebileceği korkusuyla, İran rejiminin devrilmesini veya en azından zayıflatılmasını bekleyen ülkeler, bu kez askeri alanda yayılma göstereceği korkusuyla savaşın önünü kesmek istiyorlardı. Dün savaşa ilgisiz kalanlar, bugün bütün güçleriyle barışın sağlanmasına çalışıyorlardı.

İran’ın, İslam İnkılabı rehberi İmam Humeyni’nin etkili demeçleriyle yeniden toparlanıp, cephelerde önemli başarılar kazanmasıyla birlikte savaş cephelerine de yoğun bir insan akın başlamıştı. Halkın moralini yeniden yükselten Hurremşehr operasyonundaki başarının ardından, görülen siyasi gelişmeler de İslam İnkılâbının temellerini daha fazla güçlendiriyordu. Ülke içerisinde sistemli bir zamanlamayla sol kesim de çökertilmeye devam ediyordu. Kürdistan’daki muhalif kanat da büyük oranda sindirilmişti. Irak içlerine doğru çekilen silahlı muhalif kanat, ileriye dönük planların hazırlıklarını tamamlıyordu. Bu arada Kürdistan, İran güçlerinin eline geçmesinden sonra, rejimin İslami çalışmalarının en yoğun gözlendiği alanlara dönüştü.

Mahabat, Senendej ve diğer şehirlere yerleşen askeri güçler, şehirlerin rengini değiştiriyorlardı. Sokaklardaki mezhebi propaganda çalışmaları, gece düzenlenen mezhebi içerikli dini merasimler, çarşaflı kadınların sokaklarda “hicab”a uymayan bayanları durdurup, onlara dinin bu konudaki emirlerini tebliğ etmeleri ve onlara, hicaplarına riayet etmeleri uyarısında bulunmaları giderek daha önceki atmosferi değiştiriyordu. Besiç, Komite, Bünyad-i Şehid, Cihadi Sazendegi, Sazıman-ı Tebliğat, İrşad-ı İslami ve benzeri değişik resmi kurumlarda iş bulma çabasında olan Kürdistanlı genç kız ve erkekler, sosyal ve siyasal çalışmaların yanın sıra kılınan cemaat namazlarına, Kumeyl Duası merasimlerine, Cuma namazlarına ve mollaların düzenlemiş olduğu eğitim seminerlerine katılmak durumundaydılar. Mezhebi ritüel çerçevesinde gerçekleşen bu merasimler, gençlerin giderek popüler olan bir inançla tanışması neticesinde farklı alanlara çekilmelerini de sağlıyordu. İslam İnkılabından hemen sonrasında Kürdistan’a hâkim olan sol kesimin ideolojik sertlikten dolayı, terör estirmesi veya kurtarılmış alanlar oluşturma adına baskı ve sindirme politikalarının halk üzerinde de yaygınlaştırması bu yeni propaganda şeklini halkın sahiplenmesine de yol açmıştı.

Ülke içerisinde böyle olumlu bir hava esmeye başladığı bir dönemde ben Gonbat-i Qabus hastanesinde tedavi görüyordum. Doktorların söylediğine göre ayağımda ciddi bir iyileşme yoktu, ancak onların diretmesine karşılık ben ayağımı kestirmektense ölmeyi tercih edeceğimi inatla savunmaya devam ediyordum. Kaybedecek neyim vardı ki? Aslında böyle bir sona samimi bir kalple taraftar değildim. Sadece onların inadına, inatla karşılık veriyordum ve bana göre de ayağım onların söylediği kadar da kötü değildi. Burada da Ahvaz’da olduğu gibi çarşaflı bacılar, yaralılarla yakından ilgileniyorlar. Onlarla muhabbet edip, sıkılmamaları için espriler yapıyorlar… Ben başka bir dünyadayım… O kalabalığın arasında, bir başınayım. Daha sonralarda, pratisyen bir-iki doktorla arkadaşlığımız gelişiyor. Bazı ortak noktalarda birleştiğimizden, hemen hemen her akşam beni ziyarete geliyorlardı ve muhabbet ediyorduk. Sünni’ydiler, Türkiye’yi seviyorlardı ve Seyyid Kutup/Mevdudi gibi İslami şahsiyetlerin eserlerini okuyorlardı.

Gurbet içindeki gurbetin hastanesinde bir aya yakın tedaviden sonra, ayağımın kesilmemesinde inat etmenin haklılığını görmeye başladım. Siyah kısımlarda yer yer morarma belirtisi vardı ve bunun da kan dolaşımıyla iyileşme alameti olduğu söylendi. Sırtımdaki ağrılar bitmek bilmiyordu. Buna rağmen Tahran’a dönmek istiyordum. Kendi isteğimle taburcu oldum ve yeşil ormanlar arasından, büyük emeklerle yetiştirilen pirinç tarlalarının cezp edici güzelliklerini seyrede ede, Tahran’a doğru yolculuğa başladım. Trenle gelmiştim, Tahran’a da trenle geri dönüyordum.

Bir müddet sonra Bağ-i Şiyan’da, duvarları buz gibi büyük bir villadaydım. Elektrik ocaklarıyla ısıtmaya çalıştığımız ev büyük olduğundan bir türlü ısınmıyordu. Geniş bir bahçesi olan bu evin şöminesini de kullanıyorduk. Küçük bir grubtuk. Sadrettin Yüksel, Hüsnü Aktaş ve bir grub aydın ve alimin tağutun kurumlarını boykot etme yolundaki fetvalarından dolayı, görevini bırakmış doktor, mühendis ve öğretmen arkadaşlarımız da vardı. Reel gerçeklerimize rağmen memurluğun terk edilmesi yolundaki fetvayı tartışmaya cesaret bile edemiyorduk.  Sadece, verilen bu karardan sonra mağdur olanların korunması yolunda ciddi önlemler alınmadığını konuşabiliyorduk. Fetvanın ışığında karar alanlar, kararlarında da yalnızdılar, ondan sonrasında da… Özlemlerimiz, geleceğe dair ümitlerimiz vardı. 80 darbesiyle uğradığımız yenilginin ve hayal kırıklığının acısını iliklerimize kadar hissediyorduk. Abdulhamit henüz dönmemişti. Selahattin Ağabeyle sık olmasa da düzenli bir şeklide görüşüyorduk. Türkiye’de durumlar daha da kötüleşmişti. Şiddet ve zor politikaları bütün boyutlarda etkisini gösteriyordu. Bu savrulma neticesinde, birçok Müslüman ya rejimin politikalarına teslim olmuş veya dünyevileşerek mücadeleden geri çekilmişti. Bizim ideolojik manifestomuzda ciddi bir fay kırılması yaşanmış ve bunun neticesinde gerçeğimizle yüzleşmiştik. İktibas ve Milli Mücadele kökenli Pınar yayınları çevresinden düşünceye yönelik sıcak sinyaller gelmeye başlamıştı bile. Darbeden önce, okumaya yeterince önem vermeyen İslami çevreler, askeri darbenin oluşturduğu güvensizlik, kaos ve belirsizlik neticesinde tamamen okumaya yönelmişlerdi. İran entelektüel birikimiyle birlikte dünyadaki dinde reform çevresindeki gelişmeler anında Türkiye’ye yansıyordu. Geçmişten günümüze entelektüel birikim sahibi olan Ali Bulaç gibi İslamcı aydınlar, çevrelerinin tamamen münzevileşmesinden olsa gerek diğer entelektüel kesimle de ilişki kurma gayreti içerisindeydiler. Solun, darbeden psikolojik yara alarak kurtulmuş olan entelektüel kesimi de Müslüman düşünürlerle ilişki kurmanın, sisteme karşı ortak muhalefet cephesinin oluşmasında kaçınılmaz olduğu varsayımıyla ilişki ağını geliştiriyordu.

Diyarbakır ve Mamak cezaevlerinden olumsuz haberler gelmeye devam ediyordu. Diyarbakır beni yakından ilgilendiriyordu. Zira yüreğimin iki parçası, küçük yaşlarına rağmen askeri darbenin şekillendirdiği baskı konseptinin tam da içindeydiler. İşkence, kötü hayat şartları ve sağlıksız koğuşlar her gün yeni ölüm haberleriyle gündeme geliyordu. İki kardeşimden haber alma çabalarım çoğunlukla neticesiz kalıyordu. Hakkâri’deki kardeşimden endişe etmiyordum. Çünkü yönetim ve gardiyanlar genellikle akrabaydılar. Orada, Diyarbakır gibi bir uygulama yapmaları imkânsızdı. Diyarbakır, sisler arasında kaybolmuş bir yürek acısıydı. Aradan bir iki yıl geçmiş olmasına rağmen, darbenin izlerini henüz üzerimizde taşıyorduk. Yurt dışında nispeten kendimizi o vahşetten uzaklaştırmış olan belli bir grub, 12 Eylül Askeri darbesinin toplumun her alanında uygulamaya koyduğu dehşet, korku, sindirme veya imha etme politikalarından uzaklaşmıştı. Buna rağmen bir işkence merkezi haline gelen Diyarbakır’da neler yapıldığını fısıltı yoluyla da olsa iliklerimize kadar hissedebiliyorduk. Geçmişte yaşadığımız zulümleri örtbas edip, unutturmak isteyen zihniyetin, toplumun çevresine ördüğü ihanet çemberiyle darbenin yaptığı zulümleri de örtmeye ve unutturmaya çalışacağından kuşkumuz yoktu. Geçmişi çabuk unutan bir toplum olarak, gencecik insanların nasıl bir işkence konsepti içerisinde imha edildiğini, zihinsel ve bedensel olarak işlevselliğinin hadim edildiğini de unutacaktır. Daha önce geçmişimizle yüzleşip, hatamızı görmeye çalışmanın, onunla yüzleşip, hesaplaşmanın yerine, egemenlerden yana tavır almaya çaba göstermedik mi? Toplumun nerdeyse yarıdan fazlası, bu militarist korku çemberinin sebep olduğu derin travma izlerini taşıyordu. Bu ülkenin, ötekileştirilmiş, masum ve sistemin zulmüne karşı muhalif bir duruş sergileyen genç neslin trajedisi hiç değişmedi, maalesef. Kayıplar, kayıplara eklendi.

Orda olanlardan dışarıya haber ulaştırılmıyordu. Daha doğrusu sağlıklı haber alabileceğim herhangi bir yerle irtibat kurma imkânından da yoksundum. Telefon açamıyor ve Türkiye’deki yakınlarımla irtibat kurabileceğim her türlü haberleşme imkânlarından (onların zarar görmesini engellemek maksadıyla) uzak durmaya çalışıyordum. Kenan Evren’in öncülüğündeki darbe dehşet vericiydi. İnsanların inançlarını gizlemelerine veya sistemden yana görünmelerine kadar bir sürü kirli açılımı olmuştu. Kitaplarını, meallerini sobalarda yakanlar askeri darbenin zulmünden kurtulmak için, başkalarının yanında görünmeye veya başkalaşmaya çalışıyorlardı. Onur zedeleyici bir yaşantının bütün gerekçeleri bolca hazırlanmıştı. Dehşet verici bir süreç yaşanıyordu. Korku, endişe, belirsizlik, sindirilme, tehdit, gündüz evden çıkıp akşam gelememe ruhsalı hayatın tamamına hâkim olmuştu. Dolayısıyla insanların korkması normaldi. Özellikle köklü bir mücadele geleneğine sahip olmayan insanların korkması yadırganamazdı. Bu acı vericiydi. Acımızı ikiye katlıyordu. Geleceğe dair ümitlerle birlikte, dünyadan izole olma ve doğmuş olduğumuz toprakların ana damarından uzak oluşumuz özlem duygularının giderek büyümesine vesile oluyordu. Bu bizim gerçeğimizdi.

Gurbetteki her günümüz bu çarpık duygularla, haber alamama, belirsizlik ruhsalıyla doluydu. Birgün, Urmiye’den bir devrim muhafızı arkadaşım telefon etti ve “bir yere gideyim deme, sana buradan bir hediye getiriyorum, sürpriz!” diyerek telefonu kapattı. Geldiğim günden beri şimdiye kadar buna benzer bir haberle karşılaşmamıştım. Merak ediyordum, ancak beklemekten başka bir seçeneğim de olamazdı. Bu bizim dağcı grubtan bir devrim muhafızı. Davut kardeşin inkılâp öncesine dayanan ders halkasındaki arkadaşlarla arada bir dağ gezileri yapıyoruz. O arkadaşların her biri birikimli ve kişilikleri oturmuş bir yapıya sahipler. Ciddi bir cemaat disiplininden geçtikleri hemen belli oluyor. Bu beni sıkıntıların, özlemlerin dünyasından özgürlükler ve mutluluklar dünyasına taşıyor. Yol boyunca arkadaşlarla da sohbet etme fırsatı buluyorum. Özellikle Davut, inanılmaz bir kişilik sahibi. Sanki başka âlemlerden gelmiş gibi. Samimiyetten, fedakârlıktan, dürüstlükten, erdemden, ahlakilikten her ne varsa onda toplanmış. Onunla aynı ortamı paylaştığımızda, başka âlemlerden gelmiş bir kişilik olarak bakıyorum ve çoğu kez “güzel insanlar bu dünyada fazla durmaz!”  sözüne, inanırcasına aramızdan ayrılmasından korkuyorum. “En güzel insanlar, ya zindanda işkence altındadırlar veya kabirde dinleniyorlar!” sözünü söylediği zaman aklıma hep o geliyor. Savaş var. Ve o yetmezmiş gibi, şehirlerde terör devam ediyor.

Çoğu zaman İnkılâp öncesi örgütlenmelerden söz ediyorlar. Tamamı inkılâp öncesi yoğun çalışmalar içerisinde olmalarına rağmen, kendilerini rahatlıkla gizleyebilmişlerdi. Bildiri dağıtma, yazı yazma veya diğer faaliyetlerde organizatör olmalarını en yakınlarından bile gizleyebilmişler. Kendilerini gizleme, varlıklarını hissettirmeme, sahip oldukları bilgilerde ketum davranma geleneklerini, inkılâp sonrasında da sürdürüyorlar. Bu bilgilerin bazılarına ulaşmak için onları zorluyorum, ama çoğu kez başarısız kaldığımı görünce içimi bir mutluluk kaplıyor. Başarısızlığıma sevinmemin sebebi de, bu özelliklerin üstün değerler olduğunu biliyor olmama dayanıyor.

Bulundukları şehirleri bir ağ gibi belli hücrelere bölüyor, her hücrenin başına bir güvenilir eleman yerleştiriyorlar ve bu hücrelerdeki birimler en fazla iki kişiyle diyalog kurabiliyorlarmış. Tamamen güven ve fedakârlık esaslarına dayanan bu yapılanmada, evlerdeki dersler en fazla iki kişi tarafından devam ettiriliyormuş. Dolayısıyla herhangi bir hücrenin deşifre olması durumunda en fazla iki veya üç kişi yakalanıyormuş. Hücre elamanlarının düşüncelerini veya yapılanmalarını alenileştirmesinin yasak olduğu bu çalışmalarda, elemanların toplantılara, gösterilere ve kitlesel eylemlere katılması da engelleniyormuş. Lübnan kampları onların olgunlaşmasında önemli bir katkı sağlamış. Ancak bütün bunlar ciddi bir cemaat disiplini içerisinde yapılıyor. Hücre elemanlarının, İnkılâptan sonra da mücadele boyunca edinmiş oldukları ahlaktan dolayı gizliliği sürdürdükleri ve bugün bile çoğunun deşifre olmadığını hatırlatıyorlardı.

80 öncesi Türkiye İslami mücadelemizle,  kıyasladığım zaman çok farklı bir manzarayla karşılaşıyordum. Bizde, deşifre olmak neredeyse esastı. Mitinglerde militanca çıkışlar yapmak, kavgalarda ön planda olmak, toplantılarda gür sesle kendisini pazarlamak bizde önemli bir ilke haline gelmişti. Bundan da fazlası Akıncı-Güç karakteri eylem ve söylemlerde ön plandaydı. Birçok arkadaşımız, olaylarla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen birçok yerde o olayları sahipleniyorlardı. Tıpkı, Fatih’te asılan birçok pankartın veya başka eylemlerin kimler tarafından asıldığını bilmemize rağmen Akıncı Güç bağlılarının üstlenmesi gibi. Çok iyi arkadaşlardı. Mitinglerde en önde yürümeyi ve gece sokaklara yazı yazdığımız zaman en estetik yazıları yazmayı başaran arkadaşlarımızdı. Ancak her defasında kendi imzalarını, kimliklerini, propagandalarını ön-plana çıkarmayı da ihmal etmezlerdi. Ne biz onlarla ciddi anlamda diyalog kurmada başarılı olabiliyorduk, ne de onlar. Bizim çevrede de sürekli bir şekilde vitrine oynayanlar ve kalabalıklarda kendini görünür kılmak isteyenler yok değildi. Militan pozları takınanlar en çok da Fatihli gençlerin diline sakız olmuştu.

“Bizim Tahir de militan şak şak şak,

Elinde silah kahveye girdi tak tak tak,

Tavana kan sıçradı vah vah vah,

Bizim Külünk de militan şak şak şak…”

Türünden deyimler, o zamanın FT/19 gençlerinin militanlık pozları takınanların arkasından söyledikleri deyimlerden bazılarıydı. Şimdi o halimizle, bu anlatılanlardaki tevazuu, isarı, fedakârlığı, alçakgönüllülüğü, özgüveni kıyasladığımda devasa bir tezat, farklılık oluşuyor. Bu dağcı arkadaşlarım, özellikle Dr. Ali Şeriati’nin görüşlerinden fazlasıyla etkilendiklerini söylüyorlardı. Ancak ilginç olan, nerdeyse tamamının Mücahid-i Halk mücadelesinden fazlasıyla etkilenmiş olmalarıydı. Bu duygusal bağlılık daha sonralarında, Halkın Mücahitlerinin İmam Humeyni’nin ses kasetlerini ve bildirilerini dağıtması şeklinde başlayan diyalogla ciddi yakınlaşmayı da kendisiyle birlikte getirmiş olduğundan, Müslümanlar örgüte büyük bir sempatiyle bakıyorlardı. Şiddet ve terörün başlamasıyla birlikte, sözkonusu bu sempati artık rahat bir şekilde dile getirilemez olmuştu.

Farsçamı biraz daha geliştirmiş olduğumdan, neredeyse her sabah Abdulkerim Suruş’u dinlemeye başlamıştım. Felsefeden bir şey anladığım yoktu, ancak sabah namazından sonra yaklaşık iki saate varan konuşmasının radyodan naklen yayınlanması suretiyle ondan çok farklı şeyler duyma imkanı bulabilmiştim. Felsefenin güzelliğini onunla görebilmiştim. Suruş, üniversite ve diğer bütün kültür alanlarında etkili bir isimdi ve kültürel bütün çalışmalara katkı sunmaya çalışıyordu. Kültürel alanda önemli gelişmeler oluyordu. Özellikle üniversite çevresi okumaya büyük önem veriyordu ve Şeriati’nin kitapları yok satıyordu. Şah döneminden beridir devam eden, aydın ile ulema arasındaki rekabette ulema, sistemin merkezini ele geçirmişti, dolayısıyla bütün alanlarda kendi düşüncelerinin etkin olmasının gayretini sergiliyorlardı. Medrese tahsilinin yanında doktora yaparak veya sınavlara girerek üniversitelerde belli bir kariyer sahibi olmayı başaran mollaların sayısı da az değildi. Üniversitedeki varlıklarıyla aydın-molla karışımı bir sentezle sosyalleşen mollalar, genç nesil üzerinde etkili oluyorlardı. Aydın kesiminde de buna benzer bir endişeyle, medrese tahsili yaparak en azından hüccetulislam seviyesinde eğitim alan aydınlar da vardı.

İslam İnkılâbının ısrarla Murtaza Mutahhari’yi daha fazla öne çıkarmak istemesi de fayda vermedi. İlginç bir şekilde, okuyan kesimin nerdeyse büyük bir bölümü Şeriati ve onun çizgisinin devamı olan düşünürlerden Suruş, Hatemi ve benzerlerine yöneliyorlardı. Üniversitelerde bu etkiyi kırmak için, kaset bankasında Şeriati kasetlerinin dışarıya verilmesi yasaklanmıştı. İnsan fıtratından olsa gerek, yasaklanan bir şey daha değerli ve gizemli oluyordu. Bundan mıdır bilinmez, ama muhalif bir ruh Şeriati’yi gençlerin düşünce gündemine yerleştiriyordu.

Amerika, Sovyetler ve İsrail aleyhinde neredeyse her hafta gösteri ve mitingler düzenleniyordu. Bu arada Mısır rejimi de payını alıyor. Daha savaşın başından beri Irak rejimini resmi bir şekilde destekleyen Hüsnü Mübarek yönetimi, İran’da en çok tepki alan ülkelerin başında yer alıyor. Özellikle ''Eğer kurşunlar bugün göğsüme saplanmazsa, yarın Kur'an'a saplanacaktır.'' sözüyle meşhur olan Halid El-İstanbuli’nin, 1981 yılında Mısır Fravun’u olarak vasıflandırdığı Sedat’a karşı düzenlediği suikasttin ardından dört arkadaşıyla birlikte idama mahkûm olmasından sonra, İran’da düzenlenen yürüyüşlerle onun ABD uşaklığı vurgulanmış ve yapılan yorumlar Mısır’ı düşman ülkeler safına koymuştu.

Urmiye’den gelen arkadaşım bir akşamüzeri kapıyı çaldı ve içeri girdi. Gözleri gülüyordu, o zamana kadar onun o derece mutlu olduğunu görmemiştim. Bana bir şeyler söyleyecekti, ancak herhalde beni meraktan öldürdükten sonra… Yemek yedik ve hiçbir şekilde çözülmedi. İran’lıların en büyük özelliklerinden biri olan gizem, onların bakışlarına, cümlelerine hâkimdi. Soğukkanlı davransam bile, onun bilinçli davranışlarından, konuşmasından etkilenmemem mümkün değildi. Bana bakıp tebessüm etmesi, beni çileden çıkarmasına rağmen oynadığı oyunu daha fazla uzatmaması için önemsemiyor gibi davranıyordum. Çay içme esnasında artık o dayanamadı ve haki parkesinin iç cebinden bir kaset çıkardı ve bana uzattı. İçimden küfür edesim geldi. Kızdığımı anlamışçasına izah etmeye başladı. Bana, Türkiye’de ‘düşman olduğum’ ve ‘bizim çevrede dinlenmesi yasak olan Şiwan Perwer’in son kasetini getirmişti. İsmini duyunca gözlerim yaşardı. Gurbette bir düşmanın bile nefesine ne kadar ihtiyacım olduğunu hissettirmemek maksadıyla, gözyaşlarımı hapsettim. Nasıl bir ruh haliyle durduğumu, dağcı arkadaşımın beni düşünerek getirmiş olduğu kasetin arkaplanından okuyabiliyordum. Getirilen bu hediye beni öylesine bir duygusal atmosfere götürdü ki, tarif etmek mümkün değil. Duygu krizinden kurtulduktan sonra, teşekkür anlamında bir tebessümle yetindim. Konuşmaktan korkuyordum. Ağzımdan çıkacak ilk kelimenin ardından hıçkırıklarla ağlamaktan çekiniyordum. Anlamadığı halde yol boyunca, büyük bir zevkle dinlediğini anlatıyordu.

Şiwan, büyük bir sanatkârdı, ancak Türkiye’de dinlediğimiz ilk parçaları, geleneksel kültürün yerine daha çok ideolojik saldırganlık içeriyordu. O zamanlar, sağcılığımız daha fazla ön planda olduğu için ABD, faşizm, milliyetçilik ve sağcılık başkaları tarafından bize yamanan vasıfların kaynağını teşkil ediyordu ve bizi bununla suçlayanlara karşı bir şekilde o bloğun haklılığını ispatlamaya çalışmak veya savunma mevzilerinde yer almak görevlerimizin başında geliyordu. Şiwan’ı dinledikçe içimdeki hasret prangaları ruhumu daha fazla sıkıyor/incitiyordu. İnsanın gurbette kendi düşmanıyla karşılaşmasının nasıl bir şey olduğunu tarif etmek zordur. O an insanın içinde bulunduğu durumu tarif etmek için ancak o anı yaşamakla mümkün olabilir.

Bağ-i Şiyan’daki hayatımız devam ediyor. Aramızda Batman’dan yeni gelen Mesut isminde genç bir arkadaşımız var, sempatik bir çocuk olmasından dolayı hepimizin neşe kaynağı haline gelmiş. Mesut, küçük yaşına rağmen dağdan kaçak olarak geçmiş ve Tahran’a kadar gelebilmişti. Geldiği günden itibaren savaşa katılmak için geldiğini ve şehadet makamına ulaşmanın yollarını açan savaşa bir an önce gönderilmesi için yardım taleplerini ısrarlı bir şekilde tekrarlıyordu. Gencecik çocuğun savaş cephelerinde telef olmaması için her birimiz kendi açımızdan onu ikna etmeye çalışıyoruz. Özellikle medreselere yönlendirmek için, biz inat ettikçe o da şehit olmanın kendisi için kaçınılmaz olduğunu ve sadece bunun için geldiğini söylüyordu. Önce medresede belli bir seviyeye ulaşması ve onun ardından savaşa gitmek isterse kendi isteğiyle gitmesinin gerektiğini söylüyoruz.

Gündüzleri genellikle kalabalıklara karışıyor, çarşı-pazar dolaşıyor, tarihi camileri, kapalı çarşıyı bir yabancı gözüyle inceleyerek zamanı tüketmeye çalışıyoruz. Cuma günü  gittiğimiz Torçal zirvesi veya dere kenarlarında ‘abgoşt’ yediğimiz Derbent, bizim haftalık sıkıntılarımızın tatil günü sayılıyor. Sabah erkenden gittiğimiz dağ gezisinden, Cuma namazına yetişecek şekilde dağdan koşarak iniyoruz. Cumadan sonra, her zaman olduğu gibi buluşma yerimizde toplanıyoruz. Türkiye’deki bütün düşünce çevrelerinden insanlarla burada tanışabiliyoruz. Onların arasında Atasoy Müftüoğlu ilgimi çekiyor. Edebiyat, Mavera, gibi dergilerden tanıyorum. Toplumdaki, Cuma namazlarındeki bazı geleneksel simgeleri, davranışları garipseyen Müftüoğlu, İnkılabı seviyor. Ancak sevgisini, abartı, aşırılık, seviyesizlik, kraldan çok kralcılık argümanlarıyla kirletmiyor. Onun Türkiye ve askeri darbe üzerine yaptığı yorumları, bize ulaştırdığı haberleri büyük bir dikkatle dinliyorum. Kendi kabuğunu değiştirmeyen oturaklı bir Müslüman gibi geliyor bana.

 Tahran’a gelmek isteyenler İnkılâpla ilgili bilgi almak, birlikte oldukları  gençleri medreselere göndermenin yollarını araştırmak, hasret gidermek, ticari ilişkiler için referanslar sağlamak, kendi düşüncelerine dayanaklar bulabilmek için bu buluşma noktasına geliyorlar. Kimi savaşta büyük ihtiyaç olan, branda satmak için köprüler buluyor. Kimi et, demir, çimento veya tekstil satarak kısa bir zaman içerisinde İnkılâbın nimetlerinden yararlanarak zengin olmaya çalışırken, bu nemalanmanın cazibesine kapılıp üçkâğıtçıların eline düşen saf ve yeni yetme tüccarlarımız da yok değil. 80 öncesi önemli bir düşünce çevresindeki kadronun şia olduğunu söyleyerek, bu pastadan pay kapmaya çalışması esnasında imamlıktan gelmiş İbrahim Demirel gibi yeni tüccarlar da bir kısım gösteriş sahibi inkılâpçıların tuzağına düşebiliyorlardı.

Yine bir Cuma günü, toplanma/buluşma aşamasından sonra İnkılâp oteline gitmiş ve çay içmek üzere otelin en izbe ve gözden uzak köşesinde muhabbet ediyorduk. Bir ara gözümüze anormal bir manzara çarptı. Üzerinde haki elbise bulunan bir yetkili çorabını  çıkarmış ayağını masanın üzerine bırakarak, oturan gruba gösteriyordu. Ne olduğunu tahmin etmek zor değildi. Ancak, onların arasında bulunan İbrahim Hoca’nın muhabbetten ayrılıp yanımıza gelmesini ve olanları bize anlatmasını bekliyorduk. Uzun bir bekleyişten sonra, İbrahim Hoca heyecan ve mutluluk içerisinde yanımıza geldi. Nefes nefese olanları özetleyerek anlattı. Ayağını gösteren, “Sazıman-ı  Cihadı Sazendegi” (Yapım-Onarım Cihadı) teşkilatının başında bir devrim muhafızıydı. Şah döneminde Savak zindanlarında çekmiş olduğu işkenceleri anlatıyormuş. Falakada kırılan ayak kemiklerini, çorabını çıkararak ayağını sehpanın  üzerine koymak suretiyle göstermiş. Onun anlattıkları hem duygusal ve hem de derin bir güven ortamını oluşturmuştu. Sonra ne oldu? Mele İbrahim, yüklü miktarda mal sattı. Alıcı,  İslam İnkılâbının en gözde kuruluşuydu ve bu kuruluşun başında Sazıman-ı Cihadı Sazendegi yetkilisi vardı. Satılan yer devlet kuruluşu olduğu için, güvence de vardı. Ancak işini sağlam yollardan yapmadı ve tamamen güvene dayanan bir anlayıştan hareketle Türkiye’den borç alabildiği kadar mal getirdi. Çek almıştı ve çekler zamanında ödenmemişti. Paranın ilk bölümünü  aldı ve geri kalanıysa buharlaşıp uçtu. Ne yaptıysa, parasını  kurtaramadı. Yetkili sadece yerini değiştirmişti. Tahran’dan Reşt’e gitmişti. İbrahim, dünyanın parasını harcamasına rağmen giden parayı kurtaramadı. Buna benzer sayısızca örnekler yaşanıyordu.

Herkes onun gibi şansız değildi. İhsan Arslan ve benzerleri kendi çapında bir şeyler satabiliyorlardı. İhsan Arslan, Diyarbakırlı bir müslümandı. Onun ismini, Tevhit ve Şura dergileri zamanında duymuştum. Daha sonrasında, ticaret yaparak belli noktalara gelmişti. Diyarbakır müslümanlarının tanıdığı ve sevdiği bir insandı. Selahattin ağabeyle daha önce tanışıyorlardı, dolayısıyla biz de onunla tanışmış olduk. Bizim gibi realiteye yaklaşmayan, zaman-mekân şartlarını gözetmeyen, toplumsal yargıları bütün değerlerden daha önemli gören ve bunların da ötesinde dünyayı kurtarmaya dair ütopyaları bulunan bir ağabeyimizdi. Dünyayı kurtarma ve değiştirme adına ne varsa bu ütopyanın içerisinde barınabiliyordu ve dolayısıyla gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman dünyamız yıkılıyordu. Sınırı geçtikten sonra, buzları kırıp abdes aldıktan sonra karların üzerinde şükür namazı kılanların realiteyle karşılaştıklarında içine düştükleri derin handikabın, nasıl bir şey olduğunu her birimiz yaşayarak görüyorduk. İhsan ağabey de, Türkiye’de kitaplardan okuduğumuz ütopyaların aslında gerçek olmadığını ve tamamen mutlak doğrudan çıkarabildiğimiz yorumlar olduğunu, İran gerçeğiyle yüzleştiği zaman daha iyi anladı. Asrı Saadet’in gerçeklerini yaşamadığımızdan veya anlamak istemeyişimizden, İran İslam İnkılabının gerçeğiyle karşılaştığımızda, onun tarihi birikim üzerine kurduğu geleneği okumaya başladığımızda, bocaladık ve analizlerimizle çuvalladık. Normalde insan kendi gerçeğiyle yüzleştiği veya karşı karşıya geldiği zaman, yeni bir başlangıç yapar. Biz öyle yapmadık, kendimizi akıntıya bıraktık. Ağır sorumluluktan kaçmak veya en azından geleceğin şekillendirmesine fırsat vermek, büyük bir değişimi de kendisiyle birlikte getirecekti. Getirdi de. Özal ile başlayan dünyevileşme, liberalleşme kaçınılmaz bir gerekçe olarak çevremizde güçlü bir sur oluşturdu. Müslümanların her yönden güçlü olmaları gerekçesi, ekonomiye ve özellikle de dış ticarete yönelmeyi sağladı. İhsan Arslan, bunlardan biriydi. İran’la ticaret bağlantılarından sonra, Türkiye’de de inşaat işlerine yöneldiğini söylüyordu. Biz, radikal çizgimizi ilkesel anlamda keskin çizgilerle korumaya devam ediyor ve dolayısıyla ticaretle uğraşanların savrulduklarını düşünüyorduk… Dolayısıyla onlarla görüşmüyor, onların oturumlarına katılmamaya gayret gösteriyorduk. Biz inkılapçıydık, dünya ile işimiz olamazdı.

(Devam Edecek)

Atasoy Mütfüoğlu ağabey ve sağındaki haki parkeli olan Batmanlı Mesut

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum