1. YAZARLAR

  2. Namık Çınar

  3. ‘12 Mart Faşizmi’ güzellemesi(!)
Namık Çınar

Namık Çınar

Yazarın Tüm Yazıları >

‘12 Mart Faşizmi’ güzellemesi(!)

12 Mart 2012 Pazartesi 10:38A+A-

 

Acayiplik bende de, acaba o yüzden dilime mi doladım, diye kuşkuya kapılıyorum bazen. Fakat sonra bakıyor ve görüyorum ki, altmış yıllık upuzun bir süreçte, TSK’nın kimi hastalıklı generallerinden paçasını kurtarabilmiş, ilâç için bir tek günümüz dahi yoktur ki; toplumsal ve siyasal yaşamımızın ta orta yerine askersel bir bahaneyle gelip de tüfek çatılmamış, demokratik nizamın karşısına dikilip de burun karıştırılmamış olsun.

Her güne, her güne düşen mutlaka bir şeyler var. Muhtıra vermediler ya da darbe marbe yapmadılar ise, ya bir protokol esnasında Cumhurbaşkanı’na veya Başbakan’a bir densizlik, ya da bir tatbikat vesilesiyle gazetecilerin tuttuğu çanağa bir tükürük, yahut da kendi tertipledikleri brifinglerde, kursiyer olarak ağırladıkları postal yalayıcılar üzerinden sivil topluma saygısızlık, yıllık ajandalarının her bir gününe insicamla serpiştirdikleri plânlı-programlı faaliyetler imiş gibi görünüyor, âdetâ.

Daha dün “28 Şubat”tı; alın işte bugün de meselâ “12 Mart”, yarın “27 Nisan”, öbür gün birer hafta arayla “21 Mayıs” ve “27 Mayıs” (“22 Şubat”ı da atladık): böyle böyle, uzayıp gider bu utanç tablosu, bu rezil kronoloji.

Üstelik, “12 Mart Faşizmi”nin bende özel de bir yeri var, ayrıca. İktidar savaşları nedeniyle, yok “9 Mart”tı, yok “12 Mart”tı diye birbirlerine düşen generallerin, itiş-kakışlarındaki ilişkilerini saptırmak ve örtmek üzere, ezerek ordudan attıkları, bütün bu olup bitenlerden bir sabî kadar habersiz, önüne konan sorumlusu olmadığı faturayı ödemek zorunda bırakılan gencecik bir teğmendim, o yıllarda.

Fakat sadece faşist generallerin değil, o dönemdeki koca koca yaşlı başlı kimi albay ve yarbayların da, timsahların vahşetine seyirci kalan uysal ve teslimiyetçi hayvanlar gibi davrandıklarını; hâttâ şarkılarını bedava söylesinler diye, orduevlerine getirtilen piyasanın üçüncü sınıf şantözlerine, para yerine sunulan “şilt”lerin aynısından birer tane de kendileri alabilmek ve evlerinin kitaplıksız duvarlarına gururla asabilmek için, o paşalara nasıl da utanmazca yaltaklandıklarını, bir gün olsun unutmadım hiç.

Kendilerine en yaraşır yerdir diye “Dante Cehennemi”nin dibinde düzenlediğim bugünkü yıldönümü davetine, gözlerimin önünden hiç gitmeyen korkunç birer maske gibi simalarıyla, şimdi karşımda resmigeçit yaparak, sökün edip katılıyorlar birer ikişer, çıkıp böcek yuvalarından.

Ağulardan damıtıp da ellerine tutuşturduğum kor kadehleri, Haşim’in oysa bunu hiç hak etmeyen o güzelim gülgün piyalesiyle bir zannederek, irticaya karşı en esaslı önlem gördükleri niyetlerle, salınıp duruyorlar ortalıkta.

Hemen ileride Faik Türün, menü siparişlerini Peter Greenaway’in Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı filmindeki mutfaktan yaptığım sofraya erkenden çöreklenmiş ve tüfeği namlu kundağından kavrar gibi tuttuğu çenesini, sol elinin çatal yaptığı ayasına yerleştirmiş, içe çökük ve yuvaları gölgeli gözlerini bir engerek gibi kısarak, hem birtakım fesatlıklar düşünüyor, hem de astırdığı gençlerin taze etinden sunulacak olan yemekleri muhayyilesinde tasarladıkça yalanması giderek artıyor.

Bu hâliyle insana, başı, bedeni, kolları ve bacaklarıyla, o yıllarda Killing diye bilinen ucuz fotoromanlardan fırlayıp çıkmış sanısı veriyor. Ayrıca, gülümseyebileceği yüz kasları da gelişmediği için, baktığı her insanda kaygı uyandıran siması, donuk suratında vesikalık bir fotoğraf gibi duruyor.

Ama bakın, Cihat Akyol öyle mi ya! Tam tersine, suratına sümüklüböcek tutkalıyla yapışmış, terli ve riyakâr bir sırıtış, ona Batman çizgi romanındaki Jokergibi bir eda, bir hava veriyor.

Sivillere o kadar düşmandı ki, üniformayla gömülmüş olabileceğini kuvvetli bir ihtimâl olarak görüyorum. Gardırobunda sivil giysi var mıydı, doğrusu, derin kuşkum var. Eğer Tanrı asker kökenli değil de, şansı yaver gidip bu vakte kadar karşılaşmadılarsa, bence kaçacak delik aramalıdır.


Memduh Tağmaç, –köylüler beni affetsin–, daha ziyade bir rençperi andırırdı. Karamürsel sepeti gibi ufarak boyuyla, sanki fasulyeden general olmuş da, aradan kimselere fark ettirmeden sıyrılıp, o mertebelere varmışmış gibiydi.

Kendi sosyokültürel gelişimini tamamlamak kısmet olmamıştır. Bu durum doğal olarak küçük bedeninde epeyi tahribat yapmıştı. Başkalarınınkiler ona çok koyuyor, zaten kaz ciğeri kadarki bronşlarına daha da dokunuyordu. Sosyo-kültürel özgürlüklerin pencerelerini, cereyan yapıyor diye kapatılmasını istemesi, “lâfı mı olur, Paşam!” diyen ikiyüzlü, ahlâksız politikacıların bir dediğini, iki etmemeleri; ne ki, komplekslerine merhem olamadı, gene de.

Ölmeden önce, “en cahil general” unvanını kimselere kaptırmamıştır. Mamafih, öldükten sonra boynuz-kulak hikâyesinde olduğu gibi, sıkı çalışıp geçilmiş olması da gayet normaldir. Hayatın gelişmesi önünde, biliyorsunuz kimsecikler duramaz.

O kadar çoktular ki! Bir de albay örneği verip, bu kadarla yetinelim:

Bizim alay komutanıydı. Benim gibi, Tekirdağlıydı o da. “Seni kurmay yapacağım” filân, deyip dururdu. Fakat sonra kuyruğu kısa geldi. Tümen komutanından fırçayı yer yemez, kurmaylık yerine, onunla işbirliği yapıp, bir ay önce 200 üzerinden 197 verdiği sicilimi bozarak, ordudan atılmama önayak oldu. Kurmay olduğu için, bütün bunları general olmak uğruna yapmıştı. Ne ki, bu dahi yetmemişti o generalliğe.

Ormanların “beslenme zinciri” kategorisine girer de birbirinizi yerseniz, insan olmaktan çıkarsınız. Onlar çıkmışlardı. Ve ben, insan olmadıkları hâlde insan gibi görünen böyle çok yaratık tanıdım.

Bu yalnızca benim öyküm değildir; Türkiye’nin de öyküsüdür. Onun için anlattım. 12 Mart faşizmini nefretle kınıyorum. Hem de 41 kere.

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT