1. YAZARLAR

  2. Sait Alioğlu

  3. Umreden Notlar; Hayata ve Dostlara…
Sait Alioğlu

Sait Alioğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Umreden Notlar; Hayata ve Dostlara…

18 Ağustos 2012 Cumartesi 10:27A+A-

Bir kişiye, bir geziye çıktığında, ya da bir yerlere işi düşüp gidip oralarda bir müddet kalıp döndüğünde, o kişiye aile fertleri, yakın uzak akrabaları, arkadaşları ve dostları tarafından şunlar söylenir; “yediğin, içtiğin senin olsun, bize gezip gördüklerinden bahset!” derler…

Bizde, ailece haziran ayının sonlarında bir umre kasdıyla kutsal toprakları, Mekke’yi ve Medine’yi ziyarete gittik.  Orada birtakım gözlemlerim oldu, pek tabii ki! Yediklerim içtiklerim ise benim oldu! Ne yedim, içtim dersem, hurma, zemzem, deve sütü, deve eti vs…

Hurma ve zemzem burada da pek çok kez, yediğimiz, içtiğimiz şeylerdendi. Deve sütü ise orada nasip olmuştu bizlere. Deve etine gelince, ilk kez bu eti çocukken, sağ olsunlar, bir ara, bizim ilçenin kasapları bir ay boyunca deve eti satmışlardı da bizde alıp yemeklerde kullanmıştık. Zaten, dayılarım tarafından Arapların yeğeni sayıldığımdan ve yaşadığım toprakların Arap çöllerinin kuzey sınırlarına yüz elli, iki yüz kilometrelik bir mesafede oluşundan olacak ki o tada ulaşmıştım…

Umre gezisine gelince; ilk yurt dışı seyahatim umre vesilesiyle Hz. Peygamber(s)’in hicret yurdu ve metfun olduğu beldeye, medeni insanların şehri Medine-i Münevvere’ye olmuştu. Orada beş, altı gün kaldıktan sonra da, ver elini Mekke!

İlk izlenimler önemlidir, gezip görenler için; döndükten sonra onun üzerine yapılan mülahazalar, düşülen notlar ve anlatılan anekdotlar; Şöyleydi, böyleydi. Şuy du, buy du diye…

Bizde ilk yurtdışı gezimize havayolu ile Medine ve Mekke’den başlamıştık. Allah devamına erdirir, inşaallah.

İlk yurtdışı gezisi, ilk kez uçağa binmek, havalanmak vs. Heyecandan bir hal olmuştum. Aslında bu heyecanım ilk yurtdışı gezisi, ya da uçakla yolculuktan ziyade kutsal topraklara varmak, sorumluluk altına girmek, Allah© için umre yapıp say ve Kâbe’yi tavaf etmek, ata yurdunu dünya gözüyle görmek, görebilmek, insanlık tarihinin atılan ilk adımına tanıklık etmek, ilk gün ki gibi yeri, noktası belli olan o mübarek yapıya misafir olmak, orada “Lebbeyk!” demek, Allah©’a “Buyur Allah’ım buyur!” demek, ona inanmak, dostlarını dost, düşmanlarını düşmen bellemek, tağuta, zalimlere ve dünyaya meydan okumak, ümmetin sorumluluğunu taşımak gibi, daha deruni şeylerdi…

İlk gözlemlerim, daha havaalanındayken başlamıştı. Batıya, doğuya, şuraya, buraya gidenler, gelenler. Koşuşturmak, bineceği uçağının saatine göre kendini ayarlamak, Hakk’a ulaşmaya çalışanlar, batıla koşup ulaşmaya çalışanlar, ehl-i sala insanlar, gününü gün etme telaşında, ma’layani sözler ve fiiller içerisinde maddeye doğru evrilenler, materyalizme kucak açanlar. Hemen hepsi havaalanının kapalı mekânlarını doldurmuştu adeta, dünyayı da ‘hıncahınç’ doldurdukları gibi…

Bu koşuşturmaca ve hengame içerisinde vakti saati gelince, herkes kendini havalandıracak uçağına binecekti. Ya gidebilecekti, ya da herhangi bir nedenler uçuşlar ertelenince rötar yapacaklardı. Herkesin kendi şansına…

Saat yaklaşınca uçaktaki yerimizi aldık. Bizleri kapıda Arapça konuşan hostes kardeşlerimiz karşılamıştı. Bizde her iltifata bir “şükran” demeyi ihmal etmiyorduk! Aslında pek Arapçam olmamasına rağmen, yıllardır, İslami bilgileri içeren –özellikle de- tercüme kitaplara aşinalığım, buna ek olarak lafız olarak terennüm ettiğim Kur’an ayetleri, tecrübelerim ve bolca kulak dolgunluğum sayesinde gerek uçağa ilk bindiğimiz andan itibaren ve gerekse de oralarda kaldığımız süre içerisinde aile ferlerinin bir açıdan tercümanı olmuştum; Şükran=Teşekkür; Eyne=Nerede; May=Su; Xelip=Süt, Lexm=et, Hubz=Ekmek; Finduk=Otel; Mat’am=Lokanta; Suk=Çarşı; Masrif=Banka; Sarraf=Dövizci vb…

Ama orada Arapçanın eksikliği, insana kendisini hissettiriyor. Özellikle de orada Arapçanın önemli bir dil olduğu kendini belirgin kılıyor, biz Müslümanlar açısından…

Medine; Şehr-i Münevveran…

Eski ismiyle Yesrib, belki de tarihin her döneminde, iklim şartlarının elvermesinden dolayı huyu, suyu ve ilkimi temiz, cana yakın, nazik ve kibar, tenvir olmuş, yani münevver, nurlanmış insanları diyarı. Havası, suyu ve ikliminin temizliğinden dolayı, orada yaşayan ve oraya vasıl olan insanların güvenle kalabilecekleri şehir! Medeniyet merkezi, Müslümanların dünyada ilk payitahtı, başkenti…

Bir akşam vakti vasıl olmuştuk oraya. Havaalanında süren işlemlerimiz sonrası şehre doğru yol  almıştık. Yol boyu sahabe ve kısmen de günümüz yöneticilerinin isimlerinin bulunduğu caddelerden geçip bir otele yerleştirilmiştik. Cadde isimlerine örnekler; Umar Bin Xattab Road, Ebabekr Sıddık Road, King Fahd Road…

Bir otelde ilk kez uzun bir dönem kalacaktım; beş, altı gün. Daha önce 12 Eylül döneminde Mersin’de ve askerlik döneminde de Gelibolu’da bir otelde topu topu, iki gün kalmıştım! Anlayacağınız otel kültürüm yoktu. Hem kendi evimden uzakta ve ayrı kalmayı, yaşamayı sevemedim bir türlü ve hem de geliri ancak kendine yetecek bir ‘Müslüman bir işçi’ olduğumdan, ailemle birlikte pek bir geziye çıkamamıştım. Bundan dolayı da otel kültürüm olmamıştı. İyi ki de olmamıştı. Ama burada ki otel macerası sırf Rabbimin rızasını kazanmak içindi oysa…

Müslüman bir muhitte yetiştiğimden dolayı Hac farizasının, geleneksel anlayışa göre söylersek; maddi durumu iyi olan Müslümanların gittiği, orada bir takım ibadetler sonucunda insanların ‘hacı’ olduğunu biliyordum. Akrabalarımdan, yakın çevremden gidenler vardı zira! Umre ise belki de çok kişinin bilmediği bir şeydi. O da zaten, hac farizası içerisinde deruhte ediliyordu!

Ama 12 Eylül sonrası dönemde umreye ilgi bir hayli artmıştı. Ama bu ilgi yine ‘külliyetli bir para’ya bakıyordu. İmam-Hatip Lisesi öğrencileri, bazı hayırseverler, okul idarelerinin katkısı gibi imkânlarla umreye yoğun olarak gitmeye başlamışlardı. Ama daha sonraki dönemde, toplum bazında ekonomik canlanma, alternatif gezi vb. seçeneklerle Müslümanların ilgi alanına girmişti.

Buna rağmen, yine de sınırlı kalıyordu, o tabloya bakıldığında. Son dönemlerde ise, umre artık bir sektör halini almıştı. Yine de gidemeyen gidemiyordu vesselam…

Ne yazık ki imkânların artmasına, İslami bilinci çoğalmasına, cemaatlerin ‘güçlenmesine’  rağmen, istisnası olsa da, elini cebine atıp kendi Müslüman kardeşini, daha doğrusu en yakınında bulunan yakından tanıdığı bir Müslümanı en azından on günlüğüne bile olsa, en uygun mu uygun, sadesinden ve mütevazi bir şekilde umreye gönderme durumu ne yazık ki, İslamcı ya da muhafazakâr cemaat üyeleri için söz konusu olmamıştı. Hal bu ki, Allah© “Bir yol bulabilen hacc etsin…” dememiş miydi? Bu çağrı Umre içinde geçerli sayılabilirdi, oysa…

Neyse, bizde yıllar sonra, niyetlendiğimiz için kendi imkânlarımızı zorlayarak, ailece gittik. Hem de kimseye elimiz mahkûm olmadan!

Medine şehir olarak da, insanı olarak da yaşanacak bir yer, ama burada çeşitli sıkıntılara rağmen kendi düşünce dünyamızı koruyup geliştirme ve yerine göre de savunma, zorlamasak da Müslümanca yaşama adına orada yaşayan insanlardan hem şanslı ve hem de iyi bir konumdaydık. “Niye?” dersen; Bir defa başımızda krallık nedir yoktu, Allah’ın halkın refahı, ülkenin kalkınması, gelişimi ve paylaşımı için verdiği yeraltı ve yerüstü kaynakların kral ve avanesi tarafından ele geçirilip çarçur edilmesi yoktu, en azından…

Birtakım iyi yanlarına rağmen resmi hüviyet kazanan mezhepçi bir yaklaşımla İslami zenginlik, düşünce özgürlüğü ve kültürel gelişmişlik orada kaldığım süre içerisinde bile gözüme pek çarpmamıştı. Zaten, buradan oraya giden ve uzun bir dönem orada kalan Müslümanlarında ortak sorunuydu, karşılıklı abartıları bir tarafa bırakırsak.

Bu kısırlık düşünce farklılığından, yeme, içme olgusuna dek bir yığın alanda kendini belirgin kılıyordu. Hasbelkader bir kitapçı dükkânına yolunuz düştüğünde rejimin onayını almış kitapları bulabiliyordunuz; Arapça ya da İngilizce. Birde Kur’an! Hemen her kitabevine girdiğinizde nereli olduğunuz, mezhebiniz soruluyordu. Size soru soran muhatabınız, Orta Asya, Pakistan vb. ülkelerden ise Hanefi olup olmadığınız soruluyordu. Soran kişi eğer oranın yerlisi ise, bu kez de Sırf Şii vb. olmadığınız için Hanefiliğiniz, Şafiiliğiniz ‘kalpler kırılmasın’ türünden baş tacı ediliyordu. Sizin kalkıp Orta Asyalı vb. muhataplarınıza Sünniliğin, Hanefiliğin vs. önemli olmadığını, önemli olması gereken hususun Kur’an’a bağlılığınızın olduğu, olması gerektiğini söylemeniz olumlu bir karşılık bulmuyordu. Sanki mezhepçi olmak zorundaymışsınız gibi bir ilkem içerisinde bulunmanız gerekiyordu. Buda bir garabet örneği olarak, bilinçlerde yer alıyordu, maalesef…

Medine de Mekke gibi hac mevsimi dışında da on, on bir ay gibi uzun bir dönemde gerek ülke topraklarından, gerekse de dünyanın çeşitli bölge ve ülkelerinden yüz binlerce kişiyi ağırlıyordu. Tama bu konuda elbette Suudi yönetiminin ve yerel idarenin çalışıp çabalamaları oluyordu. Onlar bundan sevap ta umuyorlardı, mutlaka! Ama süreci iyi yönetememe, aşırı bürokrasi ve Arapların geleneksel durgunluğu gibi mevzular buna eklenince huzur, bir açıdan yerini eziyete bırakıyordu. Hiç mi iyi ve güzel tarafları yoktu? Elbette vardı, ama ne yazık ki, yeterli değildi! Biz öyle ultra modern bir çalışma, çaba ve çoook, çoook yıldızlı hizmette beklemiyorduk, onlardan!

Bunlara ilaveten, ülkenin Medine’ye nisbeten geri kalmış yerlerinden bu mevsimde Mekke’ye olduğu gibi Medine’ye de gerek birkaç parça elbise, takı, makı, ıvır zıvır satabilmek için gelen yoksul Arap erkek ve kadınlarının ortaya koyduğu manzara hem gelişmişlik, hem tam tersi ve hem de ülkenin kaynaklarını kimlerin elinde paralandığı gerçeğini de ele veriyordu. Aslında bu manzara Mekke için de geçerliydi, orada kaldığımız günler içerisinde yaşadığımız bir manzaraydı. Hatta orada daha da belirgindi ve makas daha da açıldıkça açılıyordu.

Yani, yaşadığımız ülkede yoksulluk yok muydu? Et tabii ki vardı, ama çelişki bu kadar net değildi. Daha doğrusu rejime muhalif olsak da daha da perçinleşen sosyal hukuk devleti olgusu, ülke idarecilerinin on yıllardır yapıla gelen yanlışlıkları ber taraf etme çabaları ve bunlarında üzerinde İslam’ın o saf mesajından kaynaklanan bir hayırseverlik olgusu, yardımlaşma duygusu ve paylaşım bu çelişkiyi en azından minimize etmeye yetiyordu. Suudi’de ise hak getire. Birde buna ek olarak, İslami düşünce özgünlüğü ve özgürlüğü bunların tuzu biberi oluyordu. Ha, birde sanki İslam sarayda öylesine yer edip Mekke ve Medine ortamına sıkıştırılmıştı. Düşünün zengin ve krala yakın bir kişinin Uzak Doğu ülkelerin vatandaşı çağdaş köleleri, cariyeleri vardı ve bu duruma İslam’dan bir karşı çıkış fetvası dahi verilmiyor, verilemiyordu! Burada olsa adamı tefe korlardı, vallahi! Müslümanıyla, laikiyle, sağcısı, solcusuyla…

Ümmet bu topraklarda, daha da açıkçası Medine’de oluşmasına rağmen, burada o çok dile getirilen ümmet olgusunun sadece bir söylenti ve çürümekte olan bir iskelet olarak gördüm desem, abartmış olmam. Görebildiğim kadarıyla ne buradaki insanların ve ne de dışarıdan gelenlerin çok önemli bir kısmında dilleri, mezhepleri farklı da olda bir araya gelme ve hal diliyle bile olsa, tanışma, kaynaşma ve ümmettin sorunlarını, acılarını, hüzünlerini ve de sevinçlerini paylaşma gibi bir uğraşım gözüme pek çarpmamıştı.

Bu türden şeyler istisna kabilinden vardı ve o da birazcık kaygıyla alakalıydı. Halbuki herkesin Arapça, Türkçe, Kürtçe, Farsça, Urduca ve İngilizce bilmeleri de gerekmiyordu. Sadece insanların buraya geldiklerinde yeter ki, kaygıları olsunda ve ayrıcı gelen grupların başında bulunan mollaların, hoca efendilerin vs. bu işi organize etmeleri ve eğer yabancı bir dil biliyor idiyseler, bilgi birikimlerini, varsa entelektüel konumlarını harekete geçirip kültürel seviyesi yüksek insan, Müslüman profili ortaya çıkarabilirlerdi. Gerçi herkesin kendine göre bir dini, mezhebi, kültürel durumu, kırmızı çizgileri ve de ‘saplantıları’ vardı; bölgecilik, milliyetçilik, mezhepçilik vs. Orada bulunan ümmetin fertlerinin buluşmasını, kaynaşmasını engelliyordu, maalesef… Allah’a şükür En azından derdimi anlatacak kadar Kürtçe ve bir miktar Azerice ve Irak Türkmencesine aşinalığımdan olsa gerek Medine ve Mekke’de bu handikabı aşıp Iran ve Irak Kürdistanı’ndan gelen Müslüman Kürt ve Irak vatandaşı Türkmen kardeşlerimle oturup konuştum, dertlerimizi, sorunlarımızı ve sevinçlerimizi paylaştım. Ben, kendi adına üzerine düşeni yapmaya çalıştım. Ki, her dilin bir zekâtı vardı! Ben de bu zekâtı ödedim diyebilirim. Bunu başta aydınlar, mollalar, hoca efendiler ve tüm Müslümanlar yerine getirmelidir. Ki, bu bir açıdan da farzdır!

Saydığımız bu garipliklerin bir kısmı Arap kardeşlerimize, onların yöneticilerine, İslam coğrafyasının değişik yerlerinden gelenlerle birlikte birazda bizlere aitti. Hatta şu kadarını söyleyeyim; bir keresinde şahit olmuştum; Türkiyeli, Orta Anadolu’da bulunan bir şehrin sakini bir ailenin on dokuz, yirmi yaşlarındaki erkek çocuğu üzerinde Mustafa Kemal’i kasden, “Seni Özlüyoruz…” yazılı bir tişörtle tavaf yapmıştı. Bunu görüp eleştirdiğimde, işin hikmetine(!) bakınız ki, bu aile beni Kürde benzediğimden olacak ki, oracıkta, hem de her tür kötü düşüncenin, eylemin ve ırkçı düşüncenin ayaklar altına alındığı bir mekânda ‘Türk düşmanı’ ilan etmişlerdi! Gerisini varın siz düşünün…

Birde bunun yanında özellikle de İranlı, Türkiyeli –Türk, Kürt vs.- Pakistanlı, Orta Asyalı, Afrikalı binlerce insanın Kâbe’yi tavaf esnasında şirke düşmesi, arzulamayız, ama ne yazık ki, şirke düşmeleri içten bile değil. Gereksiz yere ağlayanımı, ne olursa olsun elini taşa, toprağa sürmek adına birbirleriyle yarışanlarımı, hele Kâbe’nin örtüsüne sıkı, sıkıya tutup o bez çok ince bir şey olsa ‘cart’ diye kopunca, mutlaka parçası elinde kalacak olan fanatikleri mi, kimi sayalım? Birde, “Ah bugün çok şansızdım! Elimi örtüye, taşa, toprağa süremedim!” deyip hayıflanan Türkiyeli Müslümanlarımızı mı?

Dedik ya, bunca İslamlaşma çabalarına, uğraşılara, hatta Diyanet kurumunun, son dönemde halk üzerinde bırakmaya çalıştığı etkiye rağmen halkın dinden anladığı şeyin mahiyeti ve ümmetin adı var kendisi yok içler acısı durumu…

Karamsar, kötümser, yılgın ve bezgin olmayalım, ama manzarayı da görelim. Hatta Türkiye dahil birçok ülkeden gelen hac ve umre adaylarının grup olarak gelmesi, bu insanların adeta top oynamak için sahaya resmi formalarla çıkan futbolcular gibi, başlarında resmi ya da sivil hoca efendilerin emir ve direktifleri sonucu hareket etmeleri insanı inanın ki, özgün ve özgür kılmıyor! Tamam, resmiyetin, törenlerin insan hayatında belli bir yeri vardır, ama bu daha da abartılarak bu tür mekânlarda daha da alenileştirilmemelidir, vesselam…  

Birde, nereden icap etmişse etmiş, hayatı aynen, seküler laikler gibi dini ve dünyevi olarak ikiye ayıran –galiba dini korumak istiyorlar(!)- ve dinin hikmetini anlamada zorlanan, “Din ayrı, siyaset ayrı” hatta dinini nasıl oluyorsa özel hayatına, ticaretine karıştırmayan, onu mabede layık gören günümüz piyasa Müslümanı olan zevat, caminin fonksiyonunu, Müslüman toplum için ne anlama geldiğini bilmediğinde, daha doğrusu işine gelmediğinden, o mekânlarda siyasetin yerinin olmadığını vurgular, dururlar. Ama iş Suud’tan herhangi bir konuda bizar olununca da “Ah Osmanlı olsaydı!” edebiyatını yaparlar. Bilmezler ki, hiçbir Osmanlı sultanı, döndüğünde saltanatları, tahtları, debdebeleri ellerinden gitmesin diye ne umreye ve ne de Hacc’a gitmemişlerdir! Sadece, bolca saygı ve hediyelerle olayı geçiştirmişlerdir, o kadar…  

Orada şuna şahit oldum ki, yaklaşık yüz küsur yıldır, çeşitli inişli, çıkışlı seyrine rağmen, bir İslam ve tecdid formu olan İslamcılığın hem burada ve birçok yerde olduğu gibi, Suud’da da toplumsal, siyasal, kültürel, iktisadi ve en önemlisi de tüm Müslümanların adam gibi bir görüntü verebilmeleri açısından ıslah olmaları, yenilenmeleri kendini orta yere koymaktadır.

Mekke’de de durumlar, izlenimler, düşünceler, görüşler bu minvaldedir. Hele orda işgüzarlık, göz boyamacılık, yoksulluğun perişanlığın birtakım zenginlik alametiyle zulalanması var ya, insanı öldürüyor! Bir yanda Mekke’yi çevreleyen tepelerde etrafı ağaçsız çiçeksiz börtü böceksiz yerleşimler, bir yanda bazı tepelerin istimlâk edilerek, ticari şirketler adı altında kralın çocukları, yakın akraba ve dost çevresine peşkeş çekilmesi. Bu yolla bir yığın irili ufaklı oteller yapılmış, ama bir kısmı da alınan yıkım kararları mucibince yıkılacakmış! Ama kralı oğlunun, kızının adı yapılan binalar istisna ediliyormuş…

Tam bir plansızlık, öngörüsüzlük! Ne de olsa elimizde bitmez tükenmez bir petrol denizi var! Tükenir mi efendim! Hele kim bizden hesap soracak ki, petrolün geliri niye eşit şekilde pay edilmiyor, hatta ümmete ‘neden’ pay ayrılmıyor, diye sorabilecek mi var bu dünyada. Oranın yönetiminin, bana göre İslam İşbirliği Teşkilatı ve İKO aracılığıyla dünyada ve bölgesinde az çok etkinliği olan kafa ülkelerin yönetimleri bazında ortak bir şekilde yönetilmesi, sorunların da kaymağının da aynı minvalde paylaşılması lazım. Bu ülkeler; Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Mısır, Nijerya, Endonezya, Malezya, Kazakistan vb. ülkeler…

Gidenler bilir, Kâbe’nin içi bal gibi tertemiz ve güvenli, zira bayağı oranda, temizlik ve güvenlik elamanı var, vızır vızır, çalışıyorlar, lakin bahşiş istemeseler herkesten, hele birde hal diliyle, garip garip bakarak etrafa, insanlara. Kâbe’yi çıkıyorsunuz, perişanlık ve sefalet kendini hissettiriyor. Caddeler, sokaklar kirli, insanlar ilgisiz, bedevilik yeniden hortlamış gibi; hurma ve zemzemin enfes tadı olmasa, dışarısı, insanı boğacak gibi! Ama buna rağmen Kâbe yerli yerinde duruyor, dünde olduğu gibi. İnsanları kendisine çağırıyor, atamız İbrahim’in çağrısına uyarak; “Lebbeyk Allahümme Lebeyk; Buyur Allah’ım buyur!”

Bizde çağrıya uyarak, bunca yanlışa, sıkıntıya rağmen bu toprakları şenlendirmek için oradaydık!

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum