1. YAZARLAR

  2. Didier Billion

  3. Türkiye ve Arap devrimleri
Didier Billion

Didier Billion

Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye ve Arap devrimleri

13 Mayıs 2011 Cuma 00:38A+A-

Birkaç yıldan bu yana Arap dünyasına yönelik inisiyatiflerini artıran Türkiye, dünyanın geri kalanı gibi, bölgede 2010 Aralık ayından bu yana süregelen şok dalgalarıyla hayrete düştü.

Genellikle yeterince açık konuşan olan Türk siyasi yetkililer, Tunus devrimi sırasında ve Mısır devriminin başlangıç sürecinde son derece ihtiyatlı davrandılar. Şubat ayının başında, Başbakan Erdoğan'ın Başkan Obama ile 30 Ocak günü gerçekleştirdiği telefon görüşmesinin ardından Türkiye, Mısır liderinden halkının taleplerine yanıt vermesini istedi. Aynı tutum, protesto gösterilerine hedef olan diğer ülkeler için de, bazen kamuoyuna açık olarak yapılmasa da, defalarca gösterildi.

Bu safhada 3 tespitte bulunulabilir.

1- Son dönemde bazı yorumcular ve siyasi sorumlular Türkiye'nin Batı için yitirilmiş olduğu öngörüsünü dillendirmekten kaçınmasalar da -("Türkiye'yi yitirmek üzere miyiz?" Le Monde gazetesinin bir başyazısının başlığıydı)- ve Ankara'nın bölgesel dış politikasının son dönemdeki etkilerinden hareketle kulağımıza hep "yeni Osmanlılık" fısıldandı. Bu konularda yanılıyorlardı. Bu saptamaları yapanlara uluslararası ilişkiler oyununda sıfır sonuç olmadığını, Türkiye'nin Ortadoğu'da inisiyatiflerini artırmasının ne ABD ile stratejik ilişkilerine son verdiği anlamına ne de şu safhada, uzun süre emek harcadığı Avrupa Birliği ile müzakere sürecini terk ettiği anlamına gelmediğini yeniden belirtmek gerekiyor.

2- Türkiye için siyasal konjonktür, bölgedeki kamuoyunun üzerindeki güçlü etkisine karşın, hassas bir durumda. Bunun birçok nedeni var, ancak ilk neden muhtemelen şudur: Ankara hükümeti, jeopolitik ortamını son derece hassas dengelerini etkileyebilecek sert değişimler karşısında fazlasıyla ihtiyatlı davrandı ve genellikle statükonun korunmasını tercih etti. Türkiye'nin son yıllarda ilişkilerini büyük ölçüde derinleştirdiği Suriye krizindeki gelişmeler karşısındaki güçlü kaygı, bu bakımdan özellikle açıklayıcıdır. Böylece Türk diplomasisinin söz sahibi olan kişisinin "komşularla sıfır problem" şiarı bir sınanmadan geçmektedir. Meşru bir biçimde, Türkiye, bölgedeki rejimlerle kurduğu ilişkileri korumak istiyor, aynı zamanda bu rejimlerin haklarının bir bölümüne karşı gösterdiği hoyratlık karşısında tepkisini gösterse de.

3- Türk modeli olgusunu nasıl ele almalı?

Her şeyden önce bu kavramın Türk yetkililer tarafından büyük bir ihtiyatla kullanıldığını söyleyelim. Böylece 3 Mart'ta Kahire'yi -Mübarek'in iktidardan indirilmesinden sonra Mısır'a gelen ilk devlet başkanı olarak- ziyaret eden Cumhurbaşkanı Gül, modellik konusunda, "Bu çok iddialı bir söz, belki örnek denebilir." açıklamasını yapmıştı. Aslında, formülün ötesinde, bu akıl yürütmenin geçerliliği sorgulanmalıdır. Tarihi, uzun demokrasi deneyimi, bir hukuk devletinin varlığı nedeniyle Türk deneyimi, mekanik olarak bölgedeki ülkelere uygulanamaz. Kuşkusuz bu deneyim, bölge için bu fikir yürütme ve tartışma konusu olabilir ve olmalıdır, bu ayrı bir konu. Böylece 2010 Ağustos ve Eylül aylarında bir Türk think tank kurumu tarafından 7 Ortadoğu ülkesinde 3.000 kişiye uygulanan anket sonuçlarına göre bölge halkının % 66'ya yakını "İslam ve demokrasi arasında bir sentez olduğundan dolayı Türkiye'nin bölge için bir örnek" olduğunu düşünüyor.

Yukarıda sıraladığımız bu parametreler ışığında, Libya'daki durum Türkiye'nin potansiyelini ama aynı zamanda karşıtlıkları somutlaştırıyor. Aslında, ilk safhada Türkiye, NATO tarafından yürütülen askerî operasyonların yürütülme şekline muhalefetini gösterdi ve Fransa'yı, özellikle nasıl kendini bir savaş şefi ilan edebildiğini anlamadığı Cumhurbaşkanı Sarkozy'yi, sert bir dille eleştirdi. 22 Mart'ta, bombardımanın başlangıcından 3 gün sonra, Erdoğan, kamuoyuna Türkiye'nin "Libya halkına karşı kesinlikle silah kullanmamaya kararlı olduğunu" açıklamıştı.

Bu sürecin devamında Türkiye'nin pozisyonu NATO'nun operasyonların yönetimini ele almayı kabul etmesiyle hayret verici bir gelişim gösterdi. Türkiye'nin bakış açısıyla, tutumunun anlamı, çatışmanın yönetimini çok taraflılaştırma ve sadece Fransızların, Britanyalıların, ABD'lilerin ellerine bırakmamaktır. Bu değişimleri, SACEUR (Supreme Allied Commander Europe) komutanı James Stavridis'in, Dışişleri, savunma bakanları ile Genelkurmay yetkilileriyle görüşme yapma amacıyla 23 Mart tarihinde Ankara'ya gerçekleştirdiği ziyaretiyle somutlaşan Amerikan girişimleri öncelemiştir. Bu operasyon çerçevesinde de, Türkiye, denizden ablukayı kabul etmişti ama hava bombardımanına katılmadı. Türkiye, insancıl yardım eylemi üzerinde, özellikle de hastane gemileri tarafından yaralıların taşınması konusunda, ayrıca diğer ülkeler üzerinde fazla etkisi olmasa da bir yol haritası önerisiyle arabuluculuk iradesini ortaya koyarak, ısrar ederek girişimleriyle farkını duyurdu.

Böylece Türkiye'nin tartışılmaz bölgesel güç olma bağlamında, Arap dünyasında protesto hareketleri üzerindeki bir etkisi bunların sınırlarını ve çelişkilerini göstermek oldu. Ankara, bu safhada bir bölge lideri değil, zaten böyle bir iddiada da bulunmadılar. Bu durum bize, Türkiye'nin kendisinin talep etmediği bir rolü ona biçen analizleri gözden geçirmeyi gerektiriyor! Türkiye'nin NATO operasyonlarının onun bazı Ortadoğu'daki ortakları karşısındaki prestijini zayıflatma riskini taşıyıp taşımadığını da kendimize sorabiliriz.

Bu krizler, geçici sarsıntıların ötesinde, ABD ile stratejik ittifakın Türkiye dış politikasının temelinde yer aldığını anlamamızı sağlıyor. Buna karşılık, bir Avrupa dış politikasının, eğer böyle bir politika yok demek istemezsek, içeriksizliği nedeniyle AB yöneticilerine her zamankinden çok daha fazla Avrupa, bölgedeki gelişmeler üzerinde etkili olmak istiyorsa Türkiye'nin kesinlikle bir engel değil bir kazanç olduğunu anlatmak gerekiyor.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT