1. YAZARLAR

  2. Halil Berktay

  3. Teorik apriorizm itirafı
Halil Berktay

Halil Berktay

Yazarın Tüm Yazıları >

Teorik apriorizm itirafı

24 Aralık 2011 Cumartesi 00:11A+A-

La Guerre est Finie’nin (15 Aralık 2011) sonunda, mistik üslûbun içerikte mistisizmle tamamlanması noktasına gelmiştim. Ortada bir tarihsel sosyalizm var : Sovyetler Birliği, Çin ve türevleri, 1989’a kadar Doğu Avrupa’da ve hâlâ Küba’da, Vietnam’da, Laos’ta, nihayet Kuzey Kore’de varolan “halk demokrasileri.” Tartıştığım arkadaşlardan bir bölümü (umarım hepsi değildir), bu gerçekliği kendilerinden uzak tutmak, sorumluluğunu almamak ve/ya asgarîleştirmek, önemsizleştirmek, referans noktası olmaktan çıkarmak anlamına gelen şeyler söylüyor.

Benim yirmi yıl kadar içinde yer aldığım (şimdi tamamen faşistleşmiş bulunan) Maocu hareketin de böyle eksantrik bir tavrı vardı. Bize göre, Sovyetler Birliği Stalin’in ölümüne kadar iyiydi de sonra, Kruşçev’le birlikte bir karşı-devrim yaşamış; Leninizmin terki revizyonizm anlamına, revizyonizmin iktidarı da burjuvazinin iktidarı anlamına gelmişti. Böylece, el çabukluğu marifet, rejimin bütün kötülüklerini komünizme değil komünizmin zıddına yıkmış oluyorduk. Kabahat proletarya diktatörlüğünde değildi. Kruşçev ve halefleri Stalin’e göre biraz daha “normal”diyse biz bundan memnun değildik. Doğru sosyalizmi, sosyalizmin hası ve safını, daha fazla demokraside değil, daha fazla diktatörlükte arıyorduk.

Paradigmatik körlük, yani bir teorinin içinde yaşayıp realiteyi göremez olmak ne demekmiş, ben bunu kendimde farkettim, bizzat yaşayarak öğrendim.

Şimdi benzer bir körlüğü en aşırı şekliyle Roni Margulies sergiliyor –ve dolayısıyla ben aslında sadece kendi geçmişimin değil, onun da geçmişi ve bugününü öz-eleştiriyorum, ama (sosyalistlik ve/ya komünistlikte hâlâ bir etik üstünlük vehmettiğinden) bu benzerlik ve iyiliğin bile farkında değil. Onun da kendine göre bir karşı-devrim momenti var, kötülüğü düşüşten, cennetten kovuluştan sonraki dönem ve süreçlere yıkan. Bir kere, bütün bunların tektanrıcı dinlerle olduğu kadar Atatürkçülükle de, yani başka bir asr-ı saadetin ardından Kemalist devrimin (1946-50’deki) bir karşı-devrimle yıkıldığı öyküsüyle de paralelliğine dikkat çekmek istiyorum. Sırf bu paralellikler bile bir çürüklüğe işaret ediyor.

Margulies versiyonunda asr-ı saadet Lenin ve Leninizmi kapsıyor. Her nasılsa Lenin iyi de Stalin kötü. Ekim 1917’den İç Savaş ve Savaş Komünizminin sonuna kadar herşey doğru. Fakat ah işte dünya devrimi olmayınca, geri ve yıkılmış bir ülkede Sovyet iktidarı yalnız kalıyor. İster istemez ayakta kalmaya çalışıyor; ayakta kalmaya çalıştıkça bürokratikleşiyor; halkı, işçi sınıfını fazla zorluyor –ve bunun da adı karşı-devrim oluyor.

Alternatifi var mıydı ? Bir kere illâ ihtilâl, proletarya diktatörlüğü ve kamusal mülkiyet dedikten sonra, bunlar zorunlu ve kaçınılmaz değil miydi ? 1903’ten itibaren Martov ve Menşevikler, Rusya koşullarında bir devrim zorlamasının tam da böyle bir Asyaî bürokratik despotizme yol açacağını söylemediler miydi ?

Öyle olmadı mı ? Stalin “ikinci devrim”ini başlatmadan önce Troçki ve Preobrajenski, zorla kollektivizasyonun daha da “sol” aşırısını köylülerin sırtından gerçekleştirilecek bir “sosyalist ilk birikim” adı altında savunmuyor muydu ? Troçki’nin sevabı kaybetmekten başka neydi ki ? Kazara kazansaydı, belki biraz daha renkli ve heyecanlı, daha geveze bir Stalin’den ne farkı olacaktı ?

“Burjuva demokrasisi”ni reddederek “proletarya devrimi ve diktatörlüğü”nde israr, Marx’tan kaynaklanmıyor muydu ? 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta, getirdiğim yenilik bunlardan ibarettir sözleriyle bu fikri Marksistliğin temel kriteri haline getiren, gene Marx’ın kendisi değil miydi ? Lenin de aynı “ilke”yi alıp, Devlet ve İhtilâl’de, Proletarya İhtilâli ve Dönek Kautsky’de, sayfalar boyu kullanmadı mı ?

“Neden kapitalizmin gelişmesini, burjuva devriminin tamamlanmasını bekleyelim de, önce proletaryanın önderliğinde iktidarı ele geçirip sonra kapitalizmin tarihî misyonunu biz tamamlamayalım ?” Lenin’in İki Taktik’ten başlayarak temel fikri bu değil miydi ? Marx ve Lenin, kitlelerin yaratıcı eylemine hiçbir ön-reçete yazmayan saf spontaneistler miydi ? Çelik çekirdeğini profesyonel devrimcilerin oluşturduğu, iki kademeli, “legaliteyi istismar” üzerine kurulu “yeni tip parti”yi kim icad etti ?

İkinci – Üçüncü Enternasyonal bölünmesi de böyle temellendirilmedi mi ? Stalin Lenin’in başlattığını, gene Lenin’in yaratıp devrettiği koşullar temelinde, bütün mantıkî ve tarihî sonuçlarıyla birlikte sürdürmekten başka ne yaptı ?

Roni Margulies zerrece değinmiyor bu ve benzeri sorulara. Sovyetler Birliği’nin “Marx’ın yazdıkları ve Lenin’in yapmaya çalıştıklarıyla hiçbir alâkası yok” diye kestirip atıyor (17 Aralık). Bunu kim ciddiye alır ? Kendisi mi bu kadar cahil ? “Bahtsız”lığıyla ilgilenmediği muhatabını bunları bilmeyecek ve sormayacak kadar cahil mi sanıyor ?

Daha kritik bir nokta var. Margulies, Lenin’in kaçınılmaz olarak Stalin’e, 1917’nin 1989’a gitmediğini göstermenin hayli zor olduğunu kabul edip, bunun “tek bir yolu” vardır da demiş : İkisi arasında bir kırılma noktası, bir karşı-devrim olduğunu göstermek (keza 17 Aralık). Önce amaç belirleniyor, neyi, neden aradığını baştan söylüyor; sonra aracı arıyor ve “buluyor” da. Hayata bakıp teorisini değiştirmiyor; teorisini (imanını mı demeli) korumak için hayatı kesip biçmeye kalkıyor.

Bu, bilim değil, materyalizm değil, tarihsel realizm değil. Bu, bir teorik apriorizm itirafıdır.

TARAF 

YAZIYA YORUM KAT