1. YAZARLAR

  2. Fehmi Huveydi

  3. Sivil ya da dini devletten önce demokratik devlet
Fehmi Huveydi

Fehmi Huveydi

Yazarın Tüm Yazıları >

Sivil ya da dini devletten önce demokratik devlet

19 Nisan 2011 Salı 16:08A+A-

Mısır’da demokratik bir rejimin kurulmasına dönük dişe dokunur tek olumlu adım atılmazken insanların”sivil devlet” ya da “dini devlet” ten hangisini tercih etmeleri gerektiği noktasında kör bir tartışmanın girdabına nasıl sürüklendiklerini görüyor musunuz?

1-) Aydınlar kendi görüşlerini dayatıyor

Bir grup aydının “sivil devlet”i övme, “dini devlet”i yerme yarışına girmiş olmasını, medyanın da bu tartışmayı alevlendirmesini, istersen, bu mevsimin “modası” olarak da nitelendirebilirsin. Çok insan da aydınların peşinden sürükleniyor ne yazık ki, iki kefeden birinin daha ağır basması için. Bu yüzden son günlerde bu amaçla düzenlenen toplantıların sayısının gittikçe artmasını yadsımamak gerekir. Ben de maalesef bu modanın “kurbanlarından” biri oldum. Bu ay içinde bu tür toplantılara katılacak vaktim pek olmadı aslında. Sadece iki toplantıya vakit bulabildim: biri Kahire Üniversitesi Mühendislik Fakültesinde, biri de Aynşems Üniversitesi Tıp Fakültesinde düzenlenmişti. Eğer medya bu yoğunlukta konuya eğilmese, ortalığı velveleye vermese, kafa karışıklığını bu denli geniş kitlelere yaymasa, insanların bu konuyla ilgilenecekleri yoktu. Çünkü içinde bulunulan aşamanın öncelik sıralamasına dair net bir görüşten yoksun bir tartışmadır bu. Dolayısıyla medyanın köşe başlarına kurulmuş aydınlar kendi önceliklerini, kişisel ya da ideolojik hesaplarını kamuoyuna dayatıyorlar diyebiliriz. Hatta aydınların bu yoğun baskıları karar verme mekanizmaları üzerinde de etkili oluyor. O yüzden son zamanlarda alınan kararların çoğu, ülkenin yüksek çıkarlarını gözetmekten çok, medyanın kopardığı gürültüyü dindirmek, uyguladığı bunaltıcı baskıyı savmak için alınmış görünüyor. Aslında bu mevzu hepten yeni değildir, Arap söyleminde yeni bir kavram olarak belirginleşmesine rağmen. Arap kültürü sivil faaliyetlere ve hayır kurumlarına yabancı değildir. “Vakıf” sistemi, Müslümanların, toplumlarını abad etmek, yeryüzünün imar edilmesine katkıda bulunmak suretiyle Allah’a yaklaşma vesilesi olarak ihdas ettikleri tarihsel bir olgudur. Batılılar vakıf sistemini 19. yüzyılda Osmanlıdan aldılar. Sivil toplum düşüncesi18. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmış olmasına, filozoflar ve düşünürler arasında tartışma konusu olmasına karşın, Mısır’da ve Arap dünyasında yaklaşık olarak üç asırdan beri tedavüldeydi bu kavram ve bu bağlamda sivil toplum kuruluşları fikri de her zaman gündemde olmuştur. Ama asıl gelişimini ve etkinliğini batı toplumlarında gerçekleştirmiştir diyebiliriz. İki uygulama arasında bir takım farklılıkların bulunduğu gerçeğini göz ardı etmeksizin. Kısacası batılılar 18. yüzyılda vakıf düşüncesini bizden aldılar. Sonra biz 19. yüzyılda sivil toplum kavramını onlardan aldık. Seksenli yıllarda sivil toplum kavramı medyada yoğun şekilde yer almaya başlayınca, bu, rahmetli Şeyh Muhammed el-Gazzali’nin dikkatini çekmiş ve konuya kendince şöyle bir açıklık getirmişti: Bizde Hicaz’da Mekkelileri ve Medinelileri birbirinden ayıran “Mekke toplumu” ve “Medine toplumu” tanımları var. Bir de askeri yönetim tarafından idare edilen toplumun alternatifi olarak gösterilen sivil toplum düşüncesi vardır. Bizdeki Medeni toplum ise, şehir anlamına gelen Medine kelimesinden türemiştir ve uygarlık (hadariye) demektir. Bu da köylü ya da kırsal toplumun karşıtıdır. Sonra bana sormuştu: sözünü ettikleri sivil toplum kavramı, bu tasniflerden hangisine girer? diye.

2-) Siyaset kavramları yeniden tanımlanmalı

Kavramları birbirine karıştıran sadece Şeyh Gazali değil elbette. Çünkü konuşmacı veya dinleyici olarak katıldığım konferanslarda anladım ki (dini devlet ve sivil devlet) kavramlarının açıklanmaya ihtiyacı var, bu konuda ileri düzeyde bir kavram kargaşası söz konusudur. Bu da konuyla ilgili kaynaklara yeniden müracaat etmemi zorunlu kıldı. Aynı zamanda en azından gazetelerde yayınlanmış makaleleri ve değerlendirmeleri de topladım.

Aslında dini devletin tanımı noktasında üst düzeyde bir konsensüsten söz edebiliriz. Çünkü bu tür bir devleti yönetenlerin “bizim yönetimde bulunmamız Allah’ın dileğidir. Biz Allah’ın iradesini temsil ediyoruz, dolayısıyla biz keyfimizden konuşmayız, bilakis Allah adına konuşuruz. Bu nedenle bizim söylediklerimiz reddedilemez. Bizim sözümüze karşı çıkmak sadece itaatsizlik sayılmaz, aynı zamanda dinden çıkmak ve Allah’ın iradesine meydan okumak anlamına gelir” iddiasında bulundukları hususunda herkes fikir birliği içindedir ve bu bağlamda gösterdikleri örnek de kilisenin uygulamalarıdır ki biz birazdan bu konuya değineceğiz.

Sivil devlette durum farklıdır. Bu devleti yönetenleri halk seçer. Ülkenin kaderi bir kişinin kararlarına bağlı değildir. Çünkü bu devlette bütün insanlar eşittir, hak ve görevlerde eşitlik esasına dayanan vatandaşlık hakkından yararlanırlar. Halkın seçtiği kurumlar devleti yönetir ve gidişatını belirler. Devlet başkanının sözü de kabul edilebildiği gibi kabul edilmeyebilir de. Söz ve davranışları irdelenmeye, sorgulanmaya açıktır. Bazı filozoflar sivil devletin ahlaki boyutundan da söz ederler. Bu devlet biçiminin sadece kurumlara dayanmadığını, vatandaşları arasında eşitliği gerçekleştirmediğini, aynı zamanda toplumsal yönelimde yükselmeyi, kalkınmayı da gerçekleştirdiğini, bu da söz konusu topluma daha rafine ve arınmış olan kent değerlerinin ve ahlakının egemen olmasını doğurduğunu da görürler. Aynı zamanda sivil devlet insanların aidiyetlerine de önem vermez, kişilerin inançlarına ve düşüncelerine karışmaz. Çünkü kişinin aidiyeti önemli değildir; önemli olan kamu düzenine ve kanuna saygılı olmasıdır. Böyle olunca da dinle çelişen ya da dini dışlayan bir yönetim biçimi değildir. Ama dini kurumların yanında din dışı kurumları da içinde barındırır. Toplumun yüksek amaçlarını gerçekleştirmek hususunda kollarını herkese açar.

3-) ‘Dini devlet’ Batı’nın deneyimi

Arap ya da İslam deneyiminde yukarıdaki anlamda bir dini devlet olgusundan söz edilebilir mi veya günümüzde böyle bir devlet yapısının gerçekleşmesi mümkün müdür? Benim bu soruya verecek cevabım şudur: Hz. Muhammed’in (s.a.v) vefatıyla birlikte gökten gelen vahyin kesilmesinden bugüne herhangi bir Müslüman yönetici Allah adına konuştuğunu söyleme cüretinde bulunmuş değildir. İmam Muhammed Abduh 20.yüzyılın başlarında yayınladığı makalelerinde dini otoriteyi devirmeyi, kökünden koparıp atmayı İslam dininin temel prensiplerinden biri olarak nitelendirir ve der ki: İslam bu tür bir otoriteyi yıkmış ve izlerini tamamen silmiştir. O kadar ki Müslüman kitleler arasında böyle bir otoritenin ismine de cismine de rastlanmaz. Devamla, bir müslümanın islamdaki konumu ne olursa olsun, ne kadar yüksek bir makama sahip olursa olsun, mutlaka nasihata ve irşada muhtaç olarak görülür, der ve şunu ekler: Müslümanlara göre halife ne masumdur, ne de vahiy almaktadır... çünkü onu o göreve seçen ümmettir. Bu bakımdan ümmet onu denetleme hakkına sahiptir. Ümmet, çıkarlarına uygun olduğunu düşündüğü zaman halifeyi azledebilir de. Bu yüzden halife kelimenin tam anlamıyla bir sivil yöneticidir.

Üstad İmam Abduh, “el-Camia” yazarı Farah Anton’a cevap verirken şöyle der: Müslümanların halifeye bakışı ile Frenklerin “teokratik”, yani ilahi otorite dedikleri kuruma bakışlarını birbirine karıştırmak sağlıklı bir tutum değildir. Frenklerin nazarında ilahi otoriteye sahip olan kişi sırf kendisine özgü bir yetki olarak kanunları Allah’tan alan kimsedir. Bu yüzden insanlar ona sorgusuz sualsiz itaat etmekle yükümlüdürler... Ortaçağda kilise de böyle bir otoriteye sahipti. Hala böyle bir yetkiye sahip olduğunu iddia eder. Nitekim çağdaş uygarlığın attığı adımlardan biri dini otorite ile sivil otoriteyi birbirinden ayırmak olmuştur.

Üstad Abduh, bu olguyu batı deneyimi bağlamında dini otoritenin nüfuzunun bir kanıtı olarak gösterir ve Papa’nın 1864 yılında yayınladığı bildiride”kilise sivil otoriteye boyun eğebilir ya da herhangi bir kişi kilisenin görüşünden farklı şekilde kutsal kitabı tefsir edebilir veya kişi istediği gibi inanma özgürlüğüne sahiptir”diyen herkesi aforoz ettiğine, yine 1868 tarihinde yayınlanan açıklamasında papalığın “bir mümin canını ve malını kilisenin otoritesi uğruna feda etmekle yükümlüdür. Müminlerin, kilisenin lehine olmak üzere kişisel görüş ve düşüncelerden feragat etmeleri bir zorunluluktur”dediğine işaret eder ve şunu vurgular: bundan üç sene sonra (1871) Prusya hükümeti ile papa arasında bir üniversitede ders veren ve Katolikliği övmeyen, yüceltmeyen bir profesör ile ilgili bir sürtüşme baş gösterdi. Papa profesörün görüşlerini yasakladı ve Bismark’tan onu görevden almasını istedi. Ama 19.yüzyıl medeniyeti, kilisenin otoritesine karşı Bismark’ın imdadına yetişti de profesör görevinde kaldı ve eğitim sivil otoritenin denetimine girmiş oldu.” (Muhammed Amara, İmam Abduh’un bütün eserleri, c.3)

Özetlemek gerekirse dini devlet bir batı deneyimidir ve bu deneyimin ortaçağlarda ortaya çıkan örneği de kilisenin uygulamalarıdır. İslam toplumları geleneğinde ise bunun benzeri bir örnek söz konusu olmamıştır. Bazılarının 1979 devriminden sonra İran’da kurulan rejimin geleneksel anlamıyla bir dini devlet olduğunu ileri sürmeleri ise doğru değildir. İran devletinin nispeten İslam öğretilerine bağlı olduğu doğrudur. Ama buradaki rejim hiçbir şekilde kutsallığa sahip değildir. Mesela devletin başı (mürşid, lider veya rehber) hiçbir şekilde Allah adına hükmettiğini veya Allah adına konuştuğunu iddia etmiş değildir. Muhalifleri de dinden çıkmakla suçlanmadıkları gibi tekfir de edilmiyorlar. Hatta rejime silah çeken ve hala rejimin yıkılmasını savunan “halkın mücahitleri” örgütü sadece “münafık” olarak nitelendirilmişlerdir. Hiç kimse onları bütünüyle İslam milletinin dışına çıkarmak anlamına gelen bir vasıfla nitelendirmemiştir. Bilgi olarak söyleyeyim. Dini devlet olarak tanımlanan İran’da rehberin (genel mürşid)in yetkileri, eski başkan Mübarek’in 1971 anayasasına göre belirlenen yetkilerinden daha azdır. Mesela İran’da rehber halk tarafından seçilen parlamentoyu feshetme yetkisine sahip değildir. Buna karşılık Mübarek’in böyle bir yetkisi vardı.

4-) İslam’ı karalamak halka düşmanlık

Tartışmanın ısrarla dini devlet-sivil devlet ekseninde yürütülmesine karşı kuşkularım var:

- Batı toplumlarında silinip giden, İslami gelenekte ise hiçbir zaman var olmamış dini devlet kavramını gündemde tutmak bir çok soruya neden olmaktadır. Soruların biri böyle bir tartışmayı körükleyen niyetle ilişkili, öbürü de dini devletin pratikte uygulanma şansının olmasıyla ilgilidir. Çünkü günümüzde hiçbir iktidar veya kişi Allah adına konuştuğunu veya Onun adına hareket ettiğini ileri süremez. En kötü ve en uzak varsayım olarak diyelim böyle bir şeyi ileri sürdüler, bu sefer de tasdik edecek veya peşlerinden gidecek kimse bulamazlar.

- Tartışmayı söz konusu iki devlet biçimi ekseninde yürütürken sivil devletten yana tavır koyanlar, demokrasi meselesiyle hiç ilgilenmiyorlar. Halbuki her iki yönetim biçiminde de demokrasinin rafa kaldırılması mümkündür. Bu da sivil devletten yana ağırlıklarını koyanlar hakkında şu intibaın uyanmasına neden oluyor: her hangi bir dini kimliğin-özellikle İslami kimliğin-bastırılması noktasında gösterdikleri ısrar, demokrasinin tesis edilmesi hususunda sergiledikleri çabadan çok daha güçlüdür. Bilgi olsun diye söylüyorum, arap alemindeki diktatörler, sivil devletlerin gölgesinde iktidarlarını sürdürüyorlar, halklarına karşı onca suçu işliyorlar. Bazıları basbayağı sivildir de.

- Dini bir devletin kurulması imkansız olmasına rağmen, sivil devlet adına bunca eleştirinin yapılması, bu derece nefretin körüklenmesi ancak asıl maksadın, dinle irtibatlı olan her şeyden nefret edilmesi, insanların dinle ilgili her şeyden korkar hale getirilmesi olmasıyla izah edilebilir. Özellikle 25 Ocak devriminden sonra Mısır’da İslami akımların medyada seslerinin gittikçe gür çıkmasına karşı bir ön alma çabası olarak değerlendirilebilir. Eğer bu doğruysa bu demektir ki iki yönetim biçimi ekseninde yürütülen şimdi ki tartışma önümüzdeki eylül ayında gerçekleştirilecek seçimlere dair çekişmenin bir parçası mahiyetindedir.

- Dini olanı eleştirmek, sivil olanı savunmak bağlamında sesi en gür çıkanlar öteden beri laiklik taraftarları ve dinin etkisinin minimize edilmesinin savunucuları olarak bilinen kimselerdir. Bu da gösteriyor ki laiklik kavramı toplum nezdinde olumsuz bir imaja sahip olduktan ve artık kitleler tarafından itibar edilemez hale geldikten sonra laikçilik yapanlar gerçek kimliklerini göstermeye cesaret edemez oldular ve hep birlikte sivil toplum maskesinin arkasına saklanmaya karar verdiler.

- Bu ihtimali güçlendiren husus, dini devleti sert biçimde eleştirenlerin islamdan söz ederlerken oryantalist bir dil kullanmalarıdır. İslam’ın “öteki” olanı dışladığından, ezdiğinden söz etmeleridir. Oysa İslam’ın dinlerinin ve mezheplerinin farklılığına rağmen herkesi kucakladığına ilişkin tarihsel sicili herkesin gözü önündedir. Bunlar İslami geleneğin geniş sivil deneyiminden de haberdar değildirler. Tarih boyunca bu bağlamda büyük ve görkemli başarıların sağlandığını duymamışlar. Vakıfların temsil ettiği bu sivil yönelim İslam toplumunda göz kamaştırıcı düzeylere erişmiştir. Vakıflar günümüzde bile mesela Türk toplumunda dinamik rolünü oynamaktadır.

Devletin sivil olmasını savunmak adına İslam’ı karalama girişimi sadece devrik rejimin söylemini sürdürmek değil, aynı zamanda Mısır’daki büyük çoğunluğun iradesine yönelik açık bir meydan okuma, hatta düşmanlık ilanıdır. Bunun da iç barış ve istikrara yönelik vahim etkilerinin olması kaçınılmazdır.

Dini devlet ve sivil devlet kavramları etrafında sürdürülen amaç ve niyet bakımından son derece kuşkulu bu tartışmalarla halkın oyalanmasından endişe duyuyorum. Bana göre hem sorun hem çözüm mesabesindeki demokratik devletin kurulması uğruna harcayacak yere enerjimizi ve vaktimizi boşa tüketiyoruz.

STAR

YAZIYA YORUM KAT