Sosyal medyanın tuzağında: Sokak röportajları ve toplumsal kutuplaşma

“İzleyici ‘halkın sesini’ dinlediğini sanırken aslında algoritmaların ve içerik üreticilerinin kurguladığı bir simülasyonu tüketmekte, doğru bilgilerin bağlamından koparılarak sunulduğu malenformasyona maruz kalmaktadır.”

Sosyal Medyanın Tuzağında: Sokak Röportajları ve Toplumsal Kutuplaşma

Baki Korkusuz / Fokus+


Sokak röportajları uzun yıllar boyunca halkın sesini duyurmanın ve kamusal nabzı ölçmenin samimi bir yolu olarak görülmüştür. Televizyon ekranlarında bu röportajlar editörlerin süzgecinden geçerek daha dengeli bir çerçevede sunulurdu. Ancak dijital çağın yükselişi, web 2.0 ile birlikte sosyal medya araçlarının hayatımıza girmesi ve TikTok, Instagram Reels ile YouTube Shorts gibi kısa video platformlarının popülerleşmesi bu formatı köklü biçimde dönüştürmüştür. Günümüzde sokak röportajları çoğulcu tartışmaları aktarmaktan çok izlenme, etkileşim, manipülasyon ve duygusal tepki üretme amacıyla kurgulanmakta; bu nedenle gerçeği yansıtmaktan ziyade algoritmaların ödüllendirdiği birer “viral” içerik haline gelmektedir. 

Bu dönüşüm, içinde yaşadığımız “post-truth” yani hakikat sonrası kültürün en görünür tezahürlerinden biridir. Post-truth çağında siyaset, bilgi ve olgulardan çok duygular üzerinden inşa edilmekte, bir olayın doğruluğu nesnel kanıtlarla değil, insanların hissettiklerine ve inanmak istediklerine bağlı hale gelmektedir. Röportaj yapan kişiler çoğu zaman önceden belirledikleri anlatıyı destekleyecek kesitleri seçmekte, izleyicide dikkat, tepki ya da öfke uyandıracak anları özellikle öne çıkarmaktadır. Bir vatandaşın yanlış bir istatistik vermesi, bir siyasetçinin adını unutması ya da bir kişinin kameraya öfkeyle tepki göstermesi, videonun yayılma ihtimalini kat kat artırmakta; böylece hakikatin kendisi değil, uyandırdığı duygusal etki ön plana çıkmaktadır. İzleyici, beğeniler, yorumlar ve paylaşımlar arasında hakikatin yerini hızla kaybettiğini çoğu zaman fark etmemektedir.

Bu noktada bilgi edinme biçimlerimizi derinden etkileyen “yankı odaları” ve “filtre balonları” devreye girmektedir. Yankı odaları, aynı görüşe sahip bireylerin dijital ortamlarda bir araya gelerek kendi fikirlerini sürekli tekrar ettiği ve pekiştirdiği iletişim alanlarıdır. Filtre balonları ise sosyal medya platformlarının ve arama motorlarının kullanıcıların geçmiş tercihlerini, tıklamalarını ve beğenilerini dikkate alarak içerikleri kişiselleştirmesi sonucunda oluşur. Böylece kullanıcı, farkında olmadan yalnızca kendi dünya görüşüne uygun içeriklere maruz kalır. Algoritmalar tarafından oluşturulan filtre balonları bireyi zaten ilgi duyduğu içeriklerle sınırlandırırken, yankı odaları bu içeriklerin tekrar tekrar üretilmesini ve güçlendirilmesini sağlar. İnsanlar kendi görüşlerini onaylayan içeriklerle çevriliyken karşıt görüşten olanların yalnızca en öfkeli, en cahil veya en komik hallerini gördüklerinde “zaten onlar böyle” önyargısı pekişir. Bu, aidiyet duygusunu güçlendirirken karşı tarafı daha da değersizleştirir, kutuplaşmayı derinleştirir ve toplumu maniheist bir ortama sürükler. Bu ortamda farklı görüşler arasında diyalog ve müzakere yerine mutlak bir karşıtlık söylemi öne çıkar, toplumsal aktörler “bizim tarafımızda olanlar” ve “karşı tarafta kalanlar” şeklinde keskin çizgilerle ayrılır.

Bağlamından koparılan sözler ve manipülasyonun gücü

Röportajların bağlamından koparılması bu tabloyu daha da ağırlaştırmaktadır. Örneğin bir vatandaş, “Mahallemizde çok fazla Suriyeli göçmen görüyorum, bu durum bazen bizi zorluyor” dedikten sonra “Ama sonuçta onlar savaştan kaçıp buraya sığınmak zorunda kaldılar, insan olarak yaşamaya hakları var” diye ekleyebilir. Ancak yalnızca ilk cümlenin yayınlanması, kişinin sözlerini bütünüyle göçmenlere yönelik bir tepki gibi yansıtırken insani duyarlılığı tamamen görünmez kılar. 

Benzer şekilde bir genç, “Üniversiteyi bitirdim ama iş bulamıyorum, çok zor durumdayım” dediğinde bu ifade tek başına yayınlandığında tüm gençlerin umutsuz olduğu ve sistemin tamamen çöktüğü algısı yaratabilir; oysa devamında “Ama yine de kendimi geliştirmeye çalışıyorum, kurslara gidiyorum, fırsat yaratmaya çalışıyorum” dediğinde bu çaba ve umut ortadan kaldırılmış olur. Bu tür bağlamından koparılmış kesitler, kamuoyunda tek taraffı algılar oluşturarak izleyicileri manipüle eder ve önyargıları derinleştirir.

Üstelik bu içeriklerin büyük bir kısmı mizah kılığına bürünerek dolaşıma girmektedir. “Komik” olarak sunulan röportaj kesitleri aslında derin ideolojik saldırılar barındırabilmektedir. Mizah burada bir çerçeve işlevi görür; röportajlar eğlencelik içerik gibi sunulduğunda izleyici meseleleri ciddi bir toplumsal sorun olarak değil, gülünüp geçilecek bir olay olarak algılar. Bu durum hem olumsuz genellemeleri pekiştirir hem de eleştirel bakışı devre dışı bırakır. Hakikatin önemini kaybettiği post-truth ortamında kahkaha bir duygusal filtreye dönüşür; izleyici gülerek tüketir, fakat gerçekte manipüle edilmiş bir anlatıyı içselleştirir.

Sonuçta sosyal medyada dolaşan sokak röportajları artık halkın gerçek nabzını tutan bir mecra olmaktan çıkmıştır. Demokratik tartışma kültürünü beslemek yerine önyargıları derinleştiren ve kutuplaştırıcı manipülasyonları körükleyen içeriklere dönüşmüşlerdir. İzleyici “halkın sesini” dinlediğini sanırken aslında algoritmaların ve içerik üreticilerinin kurguladığı bir simülasyonu tüketmekte, doğru bilgilerin bağlamından koparılarak sunulduğu malenformasyona maruz kalmaktadır. Bu tablo, Türkiye’de var olan toplumsal kutuplaşmanın yeni medya teknolojileri aracılığıyla daha görünür ve keskin hale geldiğini göstermektedir. Gerçek insanların birer içerik malzemesine dönüştürülmesi hem bireysel onuru zedelemekte hem de toplumsal diyaloğu tahrip etmektedir.

Çözüm arayışları: Devlet, medya ve yurttaşların ortak sorumluluğu

Dolayısıyla toplumsal barışın korunabilmesi için yalnızca bireylerin değil, devletin ve ilgili kurumların da sorumluluk üstlenmesi gerekmektedir. Etik standartlar, doğruluk ilkeleri ve dezenformasyona karşı düzenlemeler, demokratik tartışma kültürünün yeniden inşasında kritik rol oynayacaktır. Ancak çözüm sadece devletin müdahaleleriyle sınırlı kalmamalıdır. 

Bireylerin medya okuryazarlığı becerilerini geliştirmesi, içerikleri sorgulayıcı bir bakış açısıyla değerlendirebilmesi; sosyal medya platformlarının içerik politikalarını şeffaflaştırarak sahte haber ve manipülatif içeriklere karşı daha etkili denetim mekanizmaları geliştirmesi; gazetecilik mesleğinin doğruluk, denge ve bağlam ilkelerine yeniden sıkı sıkıya bağlı kalması ve yurttaş gazetecilerin etik sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gereklidir. 

Bu noktada devletin kurumsal girişimleri arasında 2022’de kurulan Dezenformasyonla Mücadele Merkezi dikkat çekmektedir; merkez, kamuoyunu yanıltıcı içeriklere karşı bilgilendirmeyi ve sahte haberleri hızla tespit ederek doğru verilerle açıklamayı amaçlamaktadır. Bunun yanında bağımsız teyit platformları da kritik bir rol oynamaktadır. Türkiye’de Teyit.org, dijital ortamda dolaşıma giren görsel ve haberleri doğruluk açısından inceleyerek yurttaşların daha bilinçli karar vermesine katkı sağlamaktadır. Böylelikle dezenformasyonla mücadele yalnızca devletin değil, sivil toplumun, medya profesyonellerinin, platformların ve bireylerin ortak sorumluluğu haline gelmektedir. Ancak bu şekilde post-truth çağının manipülatif ortamını aşmak ve demokratik tartışma kültürünü yeniden inşa etmek mümkün olabilir.

Yorum Analiz Haberleri

"Ortadoğu’da suçlu yine Müslüman Kardeşler oldu!"
Aile, kadın ve cinsiyeti hedef alan tüm girişimler terördür!
ABD ve İsrail’in Suriye hesaplarında farklı görünen ortaklık
Papa ve zorunlu değerler ittifakı arayışı
Almanya'da koalisyon krizleri, ekonomik sorunlar ve AfD'nin yükselişi