Her şey size durmanızı söylerken, Gazze'de nasıl yaşamaya devam ediyorsunuz?

Hayal bile edilemeyecek kayıp ve yaralanma acıları yaşadım ama hayatıma devam ediyorum. Çünkü yaşamak istiyorum.

Eman Abu Zayed’in al-Jazeera’de yayınlanan yazısını Barış HoyrazHaksöz Haber için tercüme etti.


Savaştan önce hayatım basitti. Gazze'deki pek çok genç kadın gibi ben de içimde hırs ve kaygı karışımı bir duygu taşıyordum. Hayalim İslam Üniversitesi'nden onur derecesiyle mezun olmak ve yazar olmaktı. Korkum, Gazze'deki sürekli saldırıların ve istikrarsızlığın bir şekilde eğitimimi ve yazarlık kariyerimi engellemesiydi.

Ancak, bildiğim her şeyin - evim, üniversitem, arkadaşlarım, günlük rutinim ve sağlığım - yok olabileceğini ve beni devam etmek için mücadele etmek zorunda bırakabileceğini asla hayal etmemiştim.

Savaş başladığında, bunun sadece kısa bir çatışma olacağını düşündük - Gazze'de alıştığımız birçok mücadeleden birisi. Ama bu sefer bir şeyler farklıydı. Patlamalar daha yakındı, daha gürültülüydü ve daha uzun sürüyordu. Çok geçmeden bu kâbusun sona ermeyeceğini, daha da kötüye gideceğini anladık.

27 Aralık 2023'te ilk “tahliye emrimizi” aldık. Düşünecek zamanımız yoktu. Henüz birkaç parça eşyamızı toplamaya başlamıştık ki bombalama sesleri arttı. Yaşadığımız binanın üst katları hedef alınıyordu.

Sadece küçük bir çanta taşıyarak aceleyle binadan çıktık. Babam büyükannemi tekerlekli sandalyesinde iterken ben de küçük kardeşimin elinden tutarak nereye gittiğimizi bilmeden sokağa doğru koşmaya başladık.

Mahalle kıyamet gününün dehşetinden bir sahne gibiydi: insanlar koşuyor, çığlık atıyor, ağlıyor ve hayatlarından geriye kalanları taşıyorlardı.

Gece oldu ve bir akrabamızın evinde geçici bir barınak bulduk. On altı kişi tek bir odada, mahremiyet olmadan uyuduk.

Sabah, “insani bölge” ilan edilen yerinden edilme kamplarından birine sığınmak gibi zor bir karar aldık. Neredeyse hiçbir şeyimiz yoktu. Hava çok soğuktu, su kıttı ve sadece birkaç battaniyemiz vardı. İlkel yöntemlerle yıkandık, temizlendik ve yemek yaptık. Sanki Taş Devri'ne geri dönmüşüz gibi ateş yakıyor ve yemek hazırlıyorduk.

Tüm bunların ortasında bir haber aldık: evimiz bombalanmıştı.

Duyduklarıma inanmak istemedim. Oturup ağladım, bu trajediyi idrak edemiyordum. Babamın kuyumcu atölyesi binanın zemin katındaydı, bu yüzden bina yıkıldığında sadece duvarları ve çatıyı kaybetmemiştik, her şeyimizi kaybetmiştik.

Günler yavaş ve ağır bir şekilde, özlem ve sefaletle sarmalanmış olarak geçti. Arkadaşlarımın çoğuyla bağlantımı kaybettim ve eskiden günlerimi sıcaklıkla dolduran sesleri artık duymuyordum. En yakın arkadaşım Rama'yı internete bağlanabildiğim her kısa fırsatta arıyordum. Kuzey Gazze'de yaşıyordu.

15 Ocak 2024'te arkadaşım Ravan bana bir mesaj göndermiş. Mesaj bana hemen ulaşmadı. İletişim kesintisi nedeniyle günler sürdü.

Kelimeler basitti, beni içten parçaladılar: “Rama şehit oldu.”

Rama Waleed Sham'ah, üniversitedeki en yakın arkadaşımdı. Buna inanamadım. Mesajı tekrar tekrar okudum, farklı bir son, bir inkâr aradım. Ama gerçek sessiz, sert ve acımasızdı.

Ona veda edemedim. Son sözlerini duyamadım, elini tutamadım ve ona son bir kez “seni seviyorum” diyemedim. Sanki ruhum olmadan nefes alıyormuşum gibi hissettim.

Ben hala bu acıyı yaşarken, daha da yıkıcı bir haber aldım: 16 Şubat 2024'te babamın tüm ailesi - tüm kuzenleri, eşleri ve çocukları - öldürüldü. Babamın daha önce hiç görmediğim bir şekilde yıkıldığını gördüm. Kederi o kadar derindi ki kelimeler bunu tarif edemezdi.

Sonra ölüm kapımızı çaldı.

8 Haziran 2024'te, İsrail ordusu bölgeyi kuşattığında çadırımızdan kiralık bir daireye yeni taşınmış, hayatımıza yeniden başlamaya çalışıyorduk. Tankın sokakta yavaşça ilerlediğini ilk gören bendim. Panikledim ve bağırarak babama doğru koştum. Ama ona ulaşamadım. O anda bir füze bulunduğumuz binayı vurdu. Tek gördüğüm havayı dolduran yoğun duman ve tozdu.

Hayatta olup olmadığımı bilmiyordum. Kelime-i şehadet getirmeye çalıştım ve Allah'ın lütfuyla bunu başardım. Sonra çığlık atmaya, babama seslenmeye başladım. Uzaktan belli belirsiz sesini duydum, bana dışarı çıkmamamı söylüyordu çünkü drone hala bombalıyordu.

Birkaç adım attım, sonra bilincimi kaybettim. Tek hatırladığım beni binadan aşağıya taşıdıkları ve üzerimi bir battaniyeyle örttükleriydi. Kanamam vardı. Birkaç saniyeliğine bilincimi geri kazanıyor, sonra tekrar kaybediyordum.

Ambulans sokağımıza ulaşamadı çünkü tank mahallenin girişindeydi. Annem, kız kardeşim ve ben iki saat boyunca kan kaybettik, ta ki bölgeden bazı gençler bizi dışarı çıkarmanın bir yolunu bulana kadar. Beni bir battaniyenin içinde ambulansa taşıdılar. Sağlık görevlileri sokağın ortasında, herkesin gözü önünde yaralarımı sarmaya başladılar.

Yol boyunca, ölümle yaşam arasında olduğumu söyleyen fısıltılar duydum. Onları duydum ama konuşamadım.

Hastaneye vardığımda bana başımdan, ellerimden, bacaklarımdan ve sırtımdan yaralandığımı söylediler. Acı dayanılmazdı ve annemin yokluğu korkumu daha da arttırıyordu. Acil bir ameliyata alındım.

Hayatta kaldım.

Hastaneden çıktıktan sonra pansuman için tekrar gitmem gerekiyordu. Her ziyaret acı verici bir deneyimdi. Kanı her gördüğümde boğuluyordum. Her seferinde bana eşlik eden babam bu ziyaretleri hafifletmeye çalışıyor ve bana “Ödüllendirileceksin canım ve tüm bunları atlatacağız” diyordu.

Hem fiziksel hem de duygusal acılar çekerek derin bir depresyona girdim. Sonsuz bir keder, korku ve yorgunluk sarmalında boğuluyormuşum gibi hissediyordum. Artık nasıl nefes alacağımı, nasıl devam edeceğimi ve hatta neden devam edeceğimi bile bilmiyordum.

Altında barınabileceğimiz bir çatımız yoktu. Yiyecek bulmak bir mücadeleydi. Ölen sevdiklerimin acı dolu anıları peşimi bırakmıyordu. Ailemin ve benim her an hayatımızı kaybedebileceğimiz korkusu beni tamamen çaresiz hissettiriyordu. Her şeyin ‘devam edemeyeceğimi haykırdığını’ hissediyordum.

Yine de, umutsuzluğun karanlığında, günden güne yaşamaya devam ettim. Acı çekiyordum ama yaşıyordum.

Okumaya geri döndüm - bulabildiğim her kitabı. Sonra, üniversitem derslere internet üzerinden devam edeceğini duyurduğunda, hemen kaydoldum.

Elim hala kırıktı, alçıdaydı ve zar zor kullanabiliyordum. Annem bana yardım etti, zaman zaman kalemi tuttu ve benim için yazdı. Hocalarım durumumu anladılar ve ellerinden geldiğince destek oldular, ancak birçok zorluk vardı. Telefonumu şarj etmek ve derslerimi indirmek için elektriğe ve internete erişmekte zorlanıyordum. Bazen, elektrik kesintileri veya zayıf ağ nedeniyle sınavlara giremiyor ve ertelemek zorunda kalıyordum.

Yine de devam ettim. Fiziksel durumum yavaş yavaş iyileşmeye başladı.

Bugün hala bir çadırda yaşıyoruz. Temiz su ve gıda gibi en temel ihtiyaçlarımızı temin etmek için mücadele ediyoruz. Gazze'deki herkes gibi biz de kıtlık yaşıyoruz.

Vücuduma ve hafızama kazınan savaş izlerine baktığımda, artık aynı kişi olmadığımı fark ediyorum. İçimde var olduğunu hiç bilmediğim bir güç buldum.

Enkazın içinden bir yol, acının içinde bir anlam ve kayıplara rağmen yazmak, tanıklık etmek ve direnmek için bir neden buldum. Hayatta kalmaya, sevmeye, hayal etmeye ve konuşmaya karar verdim.

Çünkü basitçe söylemek gerekirse, dünyadaki her insan gibi ben de yaşamayı hak ediyorum.

* Eman Abu Zayed, Gazze'de yaşayan Filistinli bir yazar ve çeviri öğrencisidir.

Çeviri Haberleri

Gazze'deki soykırım, ellerine mal oldu ancak o çok daha fazlasını kaybetti
Sadece sözde bir ateşkes
İsrail'in Gazze'deki soykırımı dijital yok oluşla nasıl genişliyor?
İsrail sömürgeciliğini korumak, onun işkence uygulamalarına da sahip çıkmaktır
Filistin bayrağı Londra'da dalgalanırken Arap ufukları bomboş