Hassan Herzallah’ın mondoweiss’de yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz Haber için tercüme etti.
Saat sabahın dördüydü, hava sisle kaplıydı ve birkaç metre önümüzü zar zor görebiliyorduk. Arkadaşım Ahmed ile birlikte, sözde “Gazze İnsani Yardım Vakfı” tarafından işletilen İsrail ve Amerikan kontrolündeki yardım dağıtım merkezine doğru yürüyorduk. Kendi ölümümüze doğru yürüyormuşuz gibi hissediyordum ama başka seçeneğimiz yoktu. Çadırlarımızda hiç yiyecek yoktu.
Oradan ayrıldık çünkü Amerikan dağıtım noktasının şafak vakti açılacağını duymuştuk. Herkes erkenden orada olmamızı söylüyordu - “Belki bir şeyler bulursunuz.” Şansımız az olsa da, oturup açlıktan ölmekten daha iyiydi. Ahmed ve ben içimizde kalan son güç damlasından başka hiçbir şey olmadan gitmiştik.
Silah seslerinden uzakta oturuyorduk ama bu bile güvenli değildi. Bir kurşun sizi öldürebilirdi ve kimse sizi bulamazdı.
Ahmet aniden, “Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkabileceğini düşünüyor musun?” diye sordu.
Acı acı güldüm. “Şimdiye kadar çıkmadı mı yani?”
Aniden bir quadcopter dron hoparlörden anons yaptı: “Merkez bugün açılmayacak.” Kendimi ezilmiş hissettim. Buraya gelmek için attığımız her adım bir riskti ve şimdi elimizde hiçbir şey olmadan ayrılıyorduk. Ahmed’in gözleri öfkeyle parlıyordu, görünürde benden daha üzgündü. “Ben kalacağım, belki daha sonra açarlar,” dedi. Üç kilo unumu paylaşmayı teklif ettim ve biraz ikna ettikten sonra kabul etti. Ancak çadırlarımıza ulaştığımızda - soğuk karanlıkta bir kilometreden fazla yürüdükten sonra - merkezin yeniden açıldığını duyduk.
“Sana söylemiştim!” diye bağırdı.
Çadıra ulaştığımda annem her zamanki gibi bir şey getirip getirmediğimi sormadı. Onun için önemli olan tek şey canlı dönmekti.
O gün son pilavımızı pişirdik. Bu savaştaki işlerimden biri ateşi yakmak, ama bu bile kendi acısını taşıyor. Gazze'de şeker kalmamıştı ama yine de babam için çay yapmak zorundaydım. Tadı kül gibi olsa da içtik.
Ahmed seslendi: “Yukarı bak.”
İran füzeleri gökyüzünde süzülüyordu. “Belki de Üçüncü Dünya Savaşı gerçekten başlıyor,” diye fısıldadı. “Eğer bu bir dünya savaşı değilse, nedir?” diye düşündüm.
Ertesi sabah tekrar gitmemiz gerekiyordu. Al-'Alam 'ın yeri açılabilirdi. Sabah namazından sonra Ahmed aradı. Zamanın geldiğini biliyordum. Karanlığa adımımı attım, al-'Alam dağıtım noktasına doğru ilerliyordum.
Oraya vardığımızda zaten çaresiz insanlarla doluydu. Ordu her yönden ateş açmaya başlamıştı, insansız hava araçlarından silah sesleri yankılanıyor ve tanklar uzaklardan gürlüyordu ama biz yürümeye devam ettik. Bazıları yağmacılardan korunmak için ellerinde bıçak ya da sopalarla kum tepelerinin arkasına saklandı.
“Kapı açık!” diye bağırdı biri ve kaos patlak verdi. Yüzlerce kişi kaçıştı - erkekler, kadınlar, çocuklar. Ben de koştum, Ahmet'i gözden kaybettim. Toz ve korku bizi yuttu. Sonra daha fazla silah sesi.
İnsanlar yere düştü. Kapıyı açtıktan sonra neden bize ateş ettiler?
Sonunda yardım noktasına ulaştım, alabildiğim kadarını aldım ve nefes almak için kenara çekildim. Burası bir kafes gibiydi. Metal çitler vardı ve silahlı Amerikan paralı askerleri bizi izliyordu. Yardım gibi hissettirmiyordu. Aşağılanma gibi hissettiriyordu.
Oradan ayrılırken Ahmed'i aradım, adını bağırdım ama gitmişti. Bir adam bana çok geç geldiğini ve hiçbir şey alamadığını fısıldadı. Beslemesi gereken bir ailesi vardı. Bir süre sonra, biraz yiyecek karşılığında çantamı taşımama yardım etmeyi teklif etti.
Gözlerinde bir şey vardı - sanki her zaman böyle yaşamamıştı. Benim gibi ve sayısız Filistinli gibi onun da tüm bunlardan önce bir hayatı vardı. Ona biraz verdim. Dönüş yolu boyunca düşünüp durdum: Ahmed neredeydi? Güvende miydi?
Geri döndüğümde ailem ne getirdiğimi sormadı - sadece hayatta olduğuma sevindiler. Ama ben dinlenemedim. Ahmed'i düşünmeye devam ettim. Kıyafetlerimi değiştirdim ve onu aramaya gittim. Telefonlarımız hâlâ şarj oluyordu. Adını söyleyerek çadırına gittim.
Annesi Um Ahmed dışarı çıktı, kafası karışmıştı. “Birlikte ayrılmadınız mı?” diye sordu. Ona olanları anlattım ve gözlerindeki korkuyu gördüm.
En yakın hastaneye doğru yola çıktım. İçeri girdiğim anda kalbim sıkıştı: her yerde yaralılar, kan, sessizlik.
Adını söylemeye devam ettim. Sonra arkadaşı Yusuf'u gördüm, şimdi biraz yiyecek karşılığında insanları götürüyordu. “Ahmed başından vuruldu,” dedi sessizce. “Yoğun bakımda.” Nefes alamıyordum. Kuzenim bana bir telefon uzattı.
“Annen arıyor,” dedi.
Ama değildi. Arayan Um Ahmed'di. Sesi umutla titriyordu.
"Üzgünüm... Ahmed vuruldu. Şu anda hastanede."
Telefon kesildi. Dakikalar sonra, bitkin bir halde bir doktor çıktı. "Durumu kritik. Acilen Gazze'den çıkarılması gerekiyor."
Ahmed fazla bir şey istemiyordu - sadece ailesini doyurmak ve aylardır bizi yiyip bitiren açlık canavarından kaçmak için bir şans.
Ertesi sabah sadece benim alarmım çaldı. Ahmet aramadı. Dışarıda kalabalığın sesini duydum - insanlar yine al-'Alam'daki yeni yardım merkezine doğru koşuşturuyordu.
Bir yanım git diyordu. Diğer yanım kal dedi. Sonunda dinlemeye karar verdim - olanlardan sonra tekrar cesaret edemezdim.
İki imkânsız seçenek arasında kalmıştım: açlıktan yavaş yavaş ölmek ya da hayatta kalma şansı için hayatımı riske atmak. Daha önce de kıtlık atlatmıştık ama bizi insanlığımızdan eden bir kıtlık olmamıştı. Hâlâ insan olarak görüldüğümüz zamanları hatırlıyorum.
O günden beri geri dönmedim. Hâlâ kafamın içinde silah seslerini duyuyorum. Hâlâ Ahmed’in düşmeden önceki yüzünü görüyorum. Ama açlık umurumda değil - her sabah geri geliyor.
Ve bir gün, yakında, o ölümcül yolculuğu tekrar yapmak zorunda kalabilirim.
*Hassan Herzallah, Gazze'de yaşayan Filistinli bir yazardır. Gazze İslam Üniversitesi'nde İngilizce Çeviri öğrencisidir.