Amin Al-Hajj’ın Alquds’de yayınlanan yazısı, Haksöz Haber tarafından tercüme edilmiştir.
Standartların tersine döndüğü, katliamların rakamlara, çocukların istatistiklere ve kanın geçici ve çabucak unutulan bir son dakika haberine dönüştüğü bir zamanda Gazze, eşi benzeri görülmemiş bir ahlaki çöküşe, suç ortaklarının küstahlığına, bu sessiz ve suç ortağı insanlar dünyasının çıplaklığının ortaya çıkmasına tanıklık ediyor.
Mesele şehitlerin sayısı ya da enkazın büyüklüğü değil, mezarların genişlemesi, açlığın yayılması ve vicdanların toplu olarak gömülmesinin aksine ölümün yayılmasıdır. Gazze'nin ne kanının rengini kaybetmiş liderlerin çiçek demetlerine ne de anlamsızlaşmış kurumların kınama açıklamalarına değil, bu ölü dünya karşısında haykıran tek bir canlı vicdana ihtiyacı var.
Gazze bombalanıyor, kuşatılıyor, katlediliyor ama yine de ayakta kalıyor. Düşen Gazze değil, maskeler düştü, sistemler düştü, düne kadar adam sandıklarımız düştü!
Ulus nerede? Araplar nerede? Müslümanlar nerede? Minberleri vaazlarla doldurup kan konuştuğunda sessizliğe gömülenler nerede? Bir gün sahildeki küçük bir kızın görüntüsüne ağlayanlar, sonra yüzlerce çocuğun enkaz altından başsız, isimsiz ve geleceksiz çıkarıldığını gördüklerinde gözlerini bile kırpmayanlar nerede?
Gazze, ölüm ve direniş arasında kuşatılmış o küçük nokta, çocukları, kadınları ve yaşlıları için hiçbir zaman çok küçük olmadı; aksine onların hayalleri, yaraları ve efsanevi kararlılıkları için yeterince geniş oldu. Ancak bugün, dar alandan değil, ihanetin genişliğinden, Arap ve İslam sessizliğinden, açıklamalarla dolu ancak eylemden yoksun başkentlerden, görüntüleri aktaran ancak bir vicdanı harekete geçirmeyen veya bir duruş yaratmayan ekranlardan boğuluyor.
Araplar değişti, insanlık çarpıtıldı ve her şey yeniden tanımlanmaya tabi tutuldu, yaşam hakkı bile. Sadece Gazze kendini her zaman olduğu gibi tanımlamaya devam ediyor: ölümsüz bir haysiyette açık bir yara.
Gazze'de insanlar sadece ekmekten yoksun değil, aynı zamanda dünyanın onlara insan olduklarını hissettirme becerisinden de yoksunlar. Gazzeliler daha az acılı bir ölüm değil, yaşam haklarının tanındığı bir hayat arıyorlar. Ve trajedi de burada yatıyor: gıda ve ilaç kıtlığında değil, tanınma yokluğunda, insanlığın çöküşünde, seyircilerin sessizliğinde.
Gazze, halkı için çok sıkışık hale gelmedi, ama sıkışık hale gelen şey ulusun vicdanından geriye kalanlardı. Şövalyelik düştü, haysiyet buharlaştı ve Gazze'yi artık vücudunun bir parçası olarak görmeyene kadar kavramlar paramparça oldu. Sessizlik bir “pozisyon”, gizli anlaşma bir “politika” ve başarısızlık bir ‘zekâ’ ya da diplomatik “incelik” haline gelene kadar vicdanlar öldürüldü. “Tarafsızlık” bir onur haline gelene ve sivillerin öldürülmesi bir “iç mesele” olana kadar vicdanlar öldü.
Bu utancın ve çıplaklığın ortasında Gazze, sözleriyle değil kanıyla, raporlarıyla değil çocuklarının bedenleriyle, dünyanın değerden yoksun antlaşmalarıyla değil kararlılığıyla gerçeği söyleyen tek yer olmaya devam ediyor. Ulus hala bir ulus mudur? Yoksa -dediğimiz gibi- Gazze'den bıkmış bir kavram mı? Arapçılıkta savunmasız bir direnişçiye yer kaldı mı? Enkaz altından çıkarılan bir çocuğun görüntüsü karşısında insanlığın utancı kaldı mı?
Gazze olduğu gibi görülmekten başka bir şey istemiyor: BM raporlarında bir sayı değil, savaşan bir ruh. Gazze sempati değil, bir duruş istiyor. Gözyaşlarına değil, yeniden canlanmış bir vicdana ihtiyacı var. Gazze, halkına dar gelmiyor ama biz ona dar geliyoruz.
Gazze... Mezarlar genişledikçe sadece vicdanlar açığa çıkmıyor, utancımız da açığa çıkıyor ve adımız başarısızlık hanesine yazılıyor, o yüzden kendinize bir yer seçin!