1. YAZARLAR

  2. Fevzi Zülaloğlu

  3. İman Kardeşliğimize Değer Katan Nezaket Kuralları Hanâne, Merhamet ve Tebessüm

İman Kardeşliğimize Değer Katan Nezaket Kuralları Hanâne, Merhamet ve Tebessüm

Haziran 2022A+A-

“(Çocuk büyüyünce dedik ki:) ‘Ey Yahya, Kitab’a sımsıkı sarıl!’ Ve ona daha çocukken hikmet (doğru karar verme yeteneği) vermiştik. Ona katımızdan hanâne / nezâket, kalp yumuşaklığı ve zekât (arınmışlık, günahlardan uzak durma gayreti) verdik. Ve o, takvalı biriydi. Anasına ve babasına çok iyi davranırdı; cebbâr/zorba ve âsî/isyankâr ve dik kafalı değildi.Doğduğu gün, öldüğü gün ve yeniden diriltileceği gün ona selam olsun!” (Meryem, 19/12-15)

Yukarıdaki ayetlere göre, genç bir müminde bulunması gereken beş ahlaki özellik “hikmet, hanâne/nezaket, zekât, takva ve birr” çocukluğundan itibaren Yahya Nebi’de görülmektedir.

Bu güzel özellikler her mümin anne-babanın, çocuklarını nasıl bir terbiyeden geçireceğine ilişkin ipuçları da içermektedir.

Es-Selâm olan Rabbimizin esenlik ve dirilik temennisine layık olmak istiyorsak nefsimizi, neslimizi terbiye ederken bu beş temel ilkeyi göz önünde bulundurmak zorundayız. Ayrıca ayetin sonunda yer alan “Ona selam olsun!” vurgusu ve Yüce Rabbimizin nebisinden söz etme biçimi, bizim hakikatin şahidi olan resullerden ve şehitlerden bahsederken, nasıl bir nezaket dili kullanacağımızı da öğretmektedir.

Bir mümin olarak çevremizde yaşananları ve kendi yaşadıklarımızı sürekli Kur’an’a arz etmek, nefsimizi hikmet ve birrle, zekât ve takvayla yeniden inşa etmek asli sorumluluklarımızdandır. 

Ayette geçen hanâne ise iman kardeşliğimize değer katacak, bizi birbirimize gönülden bağlayacak olan âdâb-ı muaşeret kurallarından biridir.

Ahlakımıza, davranışlarımıza değer katan hanâne nezaket, ağır başlılık, öfke kontrolü gibi güzellikleri içinde barındırır.

Biz bu çalışmada Yahya Nebi ekseninde ilahi övgüye mazhar olmuş olan ahlaki erdemlerden biri olan ‘hanâne’ye dikkat çekmek istiyor, konuyu âdâb-ı muaşeret kuralları çerçevesi içinde almak istiyoruz. 

Amacımız iman kardeşliğimize değer katan nezaket kurallarına dikkat çekmek, çoğu zaman gözden kaçırdığımız hanâne gibi edep kurallarımız konusunda farkındalık oluşturmak, hayatımıza bu güzelliklerle anlam katmaktır.

1) Nezaket Kuralları ve Hanâne

Nebi babanın nebi oğlu olan Yahya (a) babasının terbiyesinde yetişmiş, çok genç yaşta, hatta çocukluğunda tevhidî bilince erişmiştir.1 “Babasının kabul edilmiş duası” olan Yahya Nebi ve Zekeriyya (a) arasında örnek birermümin baba-oğul ilişkisi2 vardı.

İmanla yaşasın” diye adı göklerde konulan Yahya Nebi, el-Hayy (hayatın kaynağı) olan Yüce Allah’ın selam söylediği bir peygamberdir. Birçok özelliğiyle Kur’an dilinde övülmektedir. Övülmeye değer bulunan ve bize örnek gösterilen özelliklerinden biri de ‘hanâne’dir.

Hanâne, nezaket ve incelik olarak tarif edilebilir.

Biz merhameti ilke edinen Yüce Allah’a iman ediniyoruz. Hanâne de kalpteki rahmetin davranışlarımıza yansıyan, üstün bir merhamet duygusundan enerjisini alan ahlâkî bir meziyettir.

Hanâne, mümin kardeşlerimize karşı yumuşak başlı olmak, edepli bir dil ve tavır geliştirmek, kaba saba davranışlardan kaçınmak için azami özen göstermektir.

Hanâne, öfke kontrolü yapmak, zorbalık ve dik kafalılık yapmamak, çevresiyle olan ilişkilerinde nezaketle davranmaktır.

Hanâne, dudaklara yansıyan samimi bir tebessümdür, gönül diyarından secde izi taşıyan alınlarımıza yansıyan güzelliktir.

Hanâne, yaşanan sıkıntılara rağmen öfkeyle kalkıp zararla oturanlardan olmamak için sabır ve metanet makamını tercih etmektir.

Hanâne, derdine çare olamasak da sıkıntıda olanın gönlünü okşamak, ona bir çift güzel söz söylemektir. 

Hanâne,umutsuz olana umut vererek karamsarlığın atası İblis’in tuzaklarını boşa çıkarmaktır.

2) Haramlar-Helaller ve Menduplar

Haram-helal sınırlarını ve mendupları, yani âdâb-ı muaşeret kurallarını gözetmeyen insanlar, yaşadığımız şehirleri manevi olarak kirletmektedirler.

Vahşi kapitalizmin, gönüllerini kirletmesine izin verenler, Allah’a karşı sorumluluk bilincinden yoksun olan insan yığınları, hiçbir sınır tanımayan davranışlarıyla yürüdüğümüz caddelerin manevi iklimini zehirlemektedirler.

Yaşadığımız mekânların, şehirlerin manevi ikliminin zehirlendiğine ilişkin çok sayıda olayla karşılaşıyoruz. Çağdaş firavunların elinden çocuklarını kurtarmak için bize komşu olmaya gelmiş muhacirlere karşı ortaya konulan aşırılıklar da hakkı olmayana göz diken açgözlü insanlar da yaşadığımız dünyanın ıslah edilmesi gereken alanlarına ilişkin ipuçları taşımaktadır.

Bizim meşruiyetini Kur’an’dan ve onun uygulamalı örneği olan Sünnet’ten alan sınırlarımız vardır. Çünkü biz Allah’tan sakınıyoruz, O’ndan çekiniyoruz, O’na karşı sorumluluk bilinci taşıyoruz. Ama Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan yığınlar, hayâsızlıkta birbirleriyle yarışan fâsıklar hayatı yaşanmaz hale getiriyorlar. 

Ailemizi inşa ederken, onu ayakta tutarken, evlerimizi, camilerimizi, caddelerimizi bir selam yurdu haline getirirken, baş üstünde tuttuğumuz nesilden nesle aktardığımız kesin sınırlarımız vardır bizim. Bir de menduplarımız, yani keskin kurallara, kanunlara, mahkemelerce denetlenen yasaklara dayanmayan, yazılı olmayan edep ölçülerimiz vardır. İşte Yahya Nebi’nin ahlaki erdemi olarak övülen hanâne bu edep ölçülerindendir.

Hanâne gibi âdâb-ı muaşeret kuralları, mahkemelerce denetlenen bir yaptırım gücü olmasa da davranışlarımıza nezâket, estetik kazandıran ahlaki erdemlerdendir. Maalesef bu erdemler gittikçe yaşadığımız coğrafyalarda unutulmaktadır.

Âdâb-ı muaşeret kurallarının vicdanların derinlerinde iz bırakması için, kanunlardan çok hoşgörü ikliminde büyütülmesi gerekir. Çünkü insanın “içindeki iyi” olan vicdandan beslenmeyen davranışlar zamanla söner gider.

Nezaket ve görgü kurallarının yazılı yasalar gibi yaptırım gücü yoktur. Bu kurallara uyanlar takdir edilir, uymayanlar veya aykırı davrananlar, ayıplanır ve görgüsüz olarak nitelendirilirler. İşte İslam’ın mendupları olan edep kuralları da yazılı kanunlara dayanmasa da müminler olarak yaşadığımız sokaklarda, caddelerde kendisini nahif bir şekilde gösterir ve hayatı güzelleştirirler.

3) Âdâb-ı Muaşeret

Âdâb-ı muaşeret tamlaması iki kelimeden oluşmaktadır. Bunlardan edep; insanın kendisi, Rabbi ve çevresiyle münasebetlerini sorumluluk şuuruna uygun olarak mütevazı bir şekilde düzenlemesidir. Manevi bir his olarak edep, medeni münasebetlere derinlik kazandıran, insan ilişkilerinde seviyeyi yükselten, huyları tekâmül ettiren işlevlere sahiptir.

Adap; ikili münasebetlerimizde, aile ilişkilerimizde ve iman kardeşlerimizle olan samimi diyaloglarımızda gönülleri fetheden, muhatabımızı hayran bırakan bir inceliktir. 

Edep imanın şahidi olan güzel ahlakla komşudur. Edep ahlakın nahif hale getirilmiş, inceltilmiş hali olarak tarif edilebilir. Edebi haram-helal ekseninde izah etmek zordur. Ancak meşruiyetini tabiî ki Din-i Mubin’den almaktadır.

Muaşeret ise a-ş-r’den türetilmiştir, karşılıklı olarak “iyi geçinmek, kaynaşmak” demektir. Yakın arkadaşlıklar, kalıcı dostlukların kurulmasında, yaşatılmasında muaşeret kurallarının, karşılıklı saygı ve nezaketin belirleyici bir rolü vardır. Çünkü âdâb-ı muaşeretin amacı birbiriyle kaynaşmış dostluklar, birbirleriyle kaynaşmış topluluklar, bireyleri birbirleriyle kaynaşmış aileler ve nihayet insanlığa hakkın ve adaletin şahidi/rol model olan bir ümmet inşa etmektir.3

Âdâb-ı muaşeret bizi var kılan, hayatımıza anlam katan değerlerimizdendir. Adap; edebin çoğuludur. Edep ise her şeyi ince bir ölçüyle zarafet ve nezaketle yapmak, hayâ, utanmak, güzel terbiye anlamlarına gelmektedir. Örneğin nezaketsiz davranan, hatta haddini aşarak “edepsizlik” yapan birine şöyle deriz:

Edep yâhu!

Edepli olmak davranışlarımızdaki nezaketi, yumuşaklığı, takdire şayan olan hayranlığı övmek için kullanılan bir lafızdır. Sözlerimize, davranışlarımıza ve sahip olduklarımıza kadir kıymet vermektir.

Âdâb-ı muaşeret kuralları dinî kültürümüzde vazgeçilmez bir öneme sahiptir ve eğitimimizin ayrılmaz bir parçasını oluşturmuştur. Müslüman dedelerimizin medeniyet tarihinde nezaket ve kibarlık bağlamında güzel örnekler görüyoruz. Örneğin evin sokaktan giriş kapısında iki ayrı kapı tokmağının bulunması, birisinin ince, diğerinin ise kalın olarak inşa edilmesi nezaket ve incelik göstergesidir. Bir mekâna gelen kişi erkek ise kalın kapı tokmağını vuruyor ve kendisini bir erkek karşılıyor. Bir mekâna gelen kişi kadın ise ince ses çıkaran kapı tokmağını vuruyor ve kendisini kadın karşılıyor. Müslüman zihnin izini taşıyan bu evlerden hâlâ ayakta kalmayı başarmış olanlar, mümin dedelerimizin mahremiyete saygısının latif bir göstergesi olarak örnek alınmayı beklemektedir.

Peygamberimiz Muhammed (s) ahlâkını Kur’an’dan almış, bütün iyilikleri kendisinde toplamıştır. Bu sebeple vahyi ona indiren Rabbimiz, resulünü bize örnek göstermiştir. Her konuda olduğu gibi âdâb-ı muaşerette de örneğimiz, önderimiz peygamberimiz Muhammed’dir (s).

Ahlakı Kur’an4 olan peygamberimizin hayatı kendi çağımıza taşıyabileceğimiz nice güzel örneklerle doludur.

Bizatihi Rabbimiz onu şöyle övmektedir:

“Çünkü sen, muhteşem bir ahlâka sahipsin.” (Kalem, 68/4)

Peygamberimizin inceliğine, nezaketine, zarafetine ilişkin çok sayıda örnek günümüze ulaşmıştır. Ancak biz sınırlı çalışmada birini anmakla yetinelim.

Resulullah (s) hataları kimsenin yüzüne vurmaz ve kendi nefsi üzerinden ifade ederdi: “Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum?”5

Hatanın yüze vurulması gerektiği durumlarda ise konuyu şahsileştirmemek için üçüncü tekil şahıs üzerinden mesajını verirdi:

“Size ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorsunuz, yapıyorsunuz?6

Allah’ın Elçisi (s) Cuma günleri Mescid-i Nebi’de ön saflara geçmek için müminlere eziyet edenleri doğrudan eleştirmek yerine şöyle demiştir:

“Kim Cuma günü mescitlerde ön saflara geçmek için Müslümanların boyunlarına basa basa ileri geçerse cehenneme uzanan bir köprü edinmiş olur.7

4) Âdâb-ı Muaşeretin Üç Ayağı: Hayâ, Merhamet ve Tebessüm

Bize göre hayatı ve davranışları güzelleştiren, akrabalık ve kardeşlik hukukunu güvence altına alan, dünyayı barış ve adalet içinde yaşanacak bir yer kılmada katkı sunan âdâb-ı muaşeret kurallarının üç tane enerji kaynağı vardır: hayâ, merhamet ve tebessüm.

a) Hayâ

Bugün yaşadığımız şehirlerin sokaklarında, caddelerinde hayâ duygusundan nasipsiz insanların, şeytanın oyuncağı haline gelmiş olduklarını gösteren tavırlarına, tutumlarına şahit olmaktayız.

Kadınların plaja gider gibi giyinmesi, erkeklerin ve kadınların yatak odasındaymış gibi hareket etmeleri, sahillerde kurulan içki sofraları vb. kamuya açık mekânlarda, sokaklarda, caddelerde yaşanan edepsizlikler gittikçe çoğalmaktadır. Maalesef marufu emretme görevimizi ya ihmal ediyoruz ya da meşruiyetini İslam’dan alan bir mücadele yöntemi geliştiremiyoruz.

Hayatı zehirleyen, çirkinleştiren tavır ve tutumların nedenlerini üç duygunun yokluğuyla izah edebiliriz. Maalesef kamuya açık olan mekânlarda şahit olduklarımız, hayâ, merhamet ve tebessüm konusunda giderek fakirleştiğimizi göstermektedir. Birbirine tahammül edemeyen, bağırıp çağıran, şiddete yönelen insanların gittikçe çoğalması bu manevi fakirliğin en önemli göstergelerindendir.

Hayâ, merhamet ve tebessüm konusundaki fakirleşmenin izlerini en bariz bir şekilde yaşadığımız şehirlere misafir, muhacir ve mülteci olarak gelen insanlara karşı tutumlarda da görmekteyiz. Dünyevileşmiş, Allah yokmuş gibi yaşamayı tercih etmiş seküler insanların hayâ ve merhamet duygularını bencilce içlerine gömmelerini belki anlayabiliriz ama “dindar-muhafazakâr” insanların ve onların çocuklarının mültecilere karşı takındıkları düşmanca tutum anlaşılır gibi değildir.

Hayâ, hayatın kaynağı; el-Hayy olan Allah’tandır. Yüce Allah’a gönülden iman etmeyende hayâ olmaz. Hayâ duygusu gelişmemiş bir insandan da her tür edepsizlik beklenir. Bir gönülde hayâ duygusunun varlığı haramlardan kaçınma konusunda farzdır, mubah olan şeylerde ise menduptur.8

Hayâ duygusu mendup olan şeylerin, yani âdâb-ı muaşeret kurallarının enerjisidir. Ona salât-u selam olsun; ne güzel söylemiş Resulullah:

“Utanmıyorsan git dilediğini yap!” 

Asli bir duygu olan hayâyı kalbinde taşımayan insana, kendi nefsi süfli arzuları allayıp pullar ve güzel bir şeymiş gibi pazarlar. Utanma duygusu insanın kılık kıyafet seçimini, oturma-kalkma biçimini, yeme-içme şeklini, hülasa tüm davranışlarını güzelleştirir.

b) Merhamet

Er-Rahim olan Allah’a gönülden iman etmeyende merhamet olmaz. Kalbinde merhamet duygusu taşımayan kimse çevresi için bir “zararlıya” dönüşür. Akrabalarımıza, iman kardeşlerimize, misafirlerimize, muhacirlere, mültecilere merhamet eksenli davranmak, merhametli olmayı kendisine farz kılan Yüce Allah’a imanımızın9 bir gereğidir. 

Eğer merhametli olmayı kendi tarzı haline getiren Rabbimizin bize rahmet etmesini istiyorsak çevremizdekilere de merhametli olmak zorundayız. Bu hususu Peygamberimiz ne güzel ifade etmiş:

“Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz.10

c) Tebessüm

İyilik yapmak bizim tarzımız, ahlakımızdır. Çünkü Rabbimizin muhsinleri (iyiliği ahlak edinenleri) sevdiğine iman ediyoruz.

Resulullah (s) çevremizdeki canlılara, insanlara hiçbir iyilik yapamıyorsak bile, tebessüm etmeyi bir infak, bir sadaka çeşidi olarak görmeyi öğretmiştir. Bir kardeşimizle karşılaştığımızda, surat asarak onu umutsuzluğa, karamsarlığa sürüklemek yerine, gülümsemeyi şiar edinmeliyiz:

“Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi (tabiî) bir iyiliği bile sakın küçük görme!11

“(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.12

5) Yesrib’i Medine Yapan Menduplarımız

Edep vücut dilimize yansıyan gönlümüzdeki samimiyete tercüman olan bir tebessümle, küçük bir geri çekilmeyle kendini gösterir. Bu yönüyle bizim müstağni olmadığımızı, olamayacağımızı ilan eder muhatabımıza. Takva ve nezaket müminin şiarı, istiğna ve kabalık bedeviliğin göstergesidir. Nezaketten yoksun olan bedevilerin iman iddiası bile, test edilmeye muhtaç olarak beyan edilmektedir.13

Bedeviliğin ilacı, dinin sosyal münasebetlere yansıyan şahitliği olan medeniyettir. İslam’ın bir şehre damgasını vuran şahitliği geçmişte Yesrib’i Medine yapmıştır. İslam’ın tüm dünyaya, iman merkezli medeniyet telakkisi Medine’den yayılmıştır. Ve “medenîlik” görgü kurallarından nasipsiz, kaba saba, sorumsuz davranışların simgesi olan bedeviliğin tersidir. Bedevilik; bencillik, yüzeysellik, ölçüsüzlük ve nihayet edepsizliktir. Medenîlik ise diğerkâmlık, derinlik, ölçülü davranış ve nihayet vicdanlara sığmayan edeptir.

Yesrib’i Medine yapan en önemli özelik asabiyet yerine faziletin esas olduğu bir hayat tarzı inşa edilmiş olmasıdır. Yesrib’i Medine yapan en somut uygulama, Ensâr-Muhacir kardeşliğidir. Yesrib’deki biyolojik, fiziksel yakınlıkların, kan bağıyla oluşan akrabalıkların yerini Medine’de iman kardeşliği almıştır. Artık Medine’de ırkın, cinsiyetin, kökenin, kabilenin değil takvanın, Allah’tan sakınmanın geçer olduğu bir insan modeline geçilmiştir.

İslam’ın ana gayelerinden biri de insan onurunu, izzetini korumak, yaptığı düzenlemelerle, vazettiği hukukla bunu teminat altına almaktır. İşte “vahyin görgü kuralları” olarak tanımlayacağımız âdâb-ı muaşeret de hayata çekidüzen verme hikmetine matuf olarak bir arada yaşama hukukunu, insan onurunu korumayı amaçlamaktadır.

Mümin ahlakının vicdandan ve İslam’dan aldığı en önemli değer takvadır. Takva kısaca Allah’a karşı sorumluluk bilincidir. Bir yönüyle takva, edep sınırlarımızı tayin eden içimizdeki İslam’dır.

Takvamızın tanıklarından olan edep, ancak kendisine imanla sınır tanıyan insanlar arasında gelişebilecek bir değerdir. Cahiliyede adı Yesrib olan şehir Peygamberimiz ve ashab-ı kiram hicret edince Medine ismini almıştır. Yani kavganın, savaşın, huzursuzluğun hiç bitmediği Yesrib, vahiy inzal olmaya başlayınca Din’in yaşandığı, bedeviliğin törpülendiği, kabalığın yok edildiği, nezaketin hâkim olduğu bir mekâna dönüşmüştür.

Peygamberimiz, ilk önderimiz, ilk örneğimiz Resulullah (s) yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede İslam’ın hâkimiyetinin, vahyin hikmetinin hâkim olduğu yerlerde bedeviliği yok etmiş, onun yerine edeple yoğrulmuş medeniliği inşa etmiştir.

Âdâb-ı muaşeret, yaşadığımız şehirleri peygamberimiz Muhammed’in (s) örnekliğinde medenîleştirmek, Medine olarak yeniden inşa etmektir. Medine “varlığını Din’e borçlu olan şehir” demektir. Şehrimizi Din’in yaşandığı, cahilliğin, cahiliyenin, bedeviliğin yok edildiği mekânlara dönüştürmek, sorumlu, öncü her müminin vazife telakki etmesi gereken ulvi bir davadır.

Sözün Özü

İnsanı insan yapan sadece onun beşerî görünümü değildir. İnsan değerini dış görünüşünden, renginden, topraktan, sudan almamaktadır. Şeytan olmadan önce İblis’in yanıldığı nokta da işte burası; insanın değerini fiziksel özellikleri üzerinden ölçmeye kalkmasıdır.

Oysa insanın değeri vicdanına yerleştirilmiş olan takvadır. Yani Allah’a karşı sorumluluk şuuruna sahip olması, bu bilinçle yeryüzünde güzel işler yapması, bilinçli davranışları, görmeden Rabbinden çekinmesi, gayba iman etmesidir.

Gayba iman eden müminlerde var olan takva bilinci, Allah’a karşı sorumluluk şuuru tüm davranışlarını kendi kendine kontrol etme yeteneği kazandırır. Böylece iman ve İslam bir hayat tarzına dönüşür. İslam’ın bir hayat tarzına dönüşebilmesi içinse vahyi ahlak edinmek gerekir. Böylece Kur’an iki kapak arasında kalmış, anlaşılmayan, okunmayan bir kitap olmaktan çıkar, görünür, izlenir, yaşanır, yaşatılır bir hayat nizamına dönüşür.

Âdâb-ı muaşeret İslam’ın vicdan sahibi hiçbir insanın itiraz edemeyeceği bir ahlaka dönüştüğünü en kolay izleyeceğimiz alandır. Çünkü bu vahyin görgü kuralları, yeme, içme, oturma, konuşma, yürüme, oturma, dinlenme, davet etme, dua etme, ibadet etme, mücadele etme gibi hayatın her alanıyla ilgilidir.

 


Dipnotlar:

1- Rabbimizin beyanlarından anlıyoruz ki Yahya Nebi anne babasına karşı zorba ve isyankâr davranmıyor, ‘birr’i esas alıyordu; iyiliği ahlak edinmişti. İyi olmak, iyi kalmak, iyilerle dayanışma içinde olmak için yoğun bir çaba içindeydi. Ona selam olsun; Yahya “zekât sahibi” idi. Yani kendini ve çevresini kötülüklerden arındırmaya adamıştı. Zekât; nefsi ilahlaştırmamak, fücur arzusundan arınmak için, sürekli olarak tövbe-istiğfarla, zikir, dua ve ibadetle meşgul olmak ve sosyal ilişkilerde küçük hatalarda bile özür dileyici pozisyonda kalmaktır. Yahya Nebi takva sahibi idi, yani nefsin kötü arzularına karşı kendini denetleyebiliyor, sorumluluk bilinciyle hareket ediyordu.

2- İkisine de selam olsun, Zekeriyya iyi bir baba; Yahya ise iyi bir oğuldur. Ve adını Allah’ın koyduğu Yahya, Zekeriyya’nın (a)duasıdır: “İşte o anda Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti: “Rabbim! Bana katından güzel bir nesil bağışla; çünkü sen tüm duaları işitensin!” (Âl-i İmran, 3/38) “Zekeriyya mihrapta ibadet ederken melekler ona seslendiler: Allah sana, Allah’tan gelen kelâmı doğrulayıcı bir kelime olan, saygın bir konuma sahip, nefsine hâkim, sâlihlerden bir nebi olacak Yahya’yı müjdeliyor.” (Âl-i İmran, 3/39)

3- “El-Aşir” iyi geçinildiği için, kaynaşmış bir dostluğu yansıttığı için “yakın arkadaş” demektir. Birbiriyle kaynaşmış topluluk da muaşeretle aynı kökten gelmektedir. Bkz. Hacc, 22/13. Aynı kökten el-ma’şer “birbiriyle iyi kaynaşmış topluluk” demektir. Fiil olarak üç ayette geçmektedir. Bkz. En’am,6/128, 130; Rahman, 55/22. Muaşeret bir ayette eşlerle “güzel geçinmek” anlamında beyan edilmiştir. Bkz. Nisa, 4/19.

4- “Onun ahlâkı Kur’an idi.” Sahih-i Müslim, Müsâfirûn,139; Nesâi, Kıyamu’l-Leyl,2.

5- Sahih-i Buhârî, Menâkıb, 25; Sahih-i Müslim, Salât, 119; Sünen-i EbûDâvud, Hâtem, 4, Edeb, 14.

6- Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb, 5/4788.

7- Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/437

8- Efâl-i mükellefin’den/sorumluluk sahibi her müminin fiillerinden olan edep ve mendup İslam'da yapılınca sevap sayılan, yapılmayınca günah olmayan eylemlere verilen isimdir. Diğer bir adı da "sevilen, beğenilen" anlamına gelen müstehap’tır.

9- “… O, rahmeti/merhametli olmayı kendi üzerine yazdı.” (En’am, 6/12)

10- Sahih-i Buhârî, Edeb, 18; Sahih-i Müslim, Fezâil, 65; Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb, 145; Sünen-i Tirmizî, Birr, 12.

11- Sahih-i Müslim, Birr, 144; Sünen-i Ebû Dâvud, Libâs, 24.

12- Sünen-i Tirmizî, Birr, 36.

13- Hucurat, 49/14.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR