1. YAZARLAR

  2. Halil Berktay

  3. Madde madde, Atatürk’ün yanlışları (1)
Halil Berktay

Halil Berktay

Yazarın Tüm Yazıları >

Madde madde, Atatürk’ün yanlışları (1)

21 Temmuz 2011 Perşembe 13:26A+A-

(PKK ve BDP’ye ilişkin seçim öncesi korku ve endişelerimin giderek doğrulanması; bloku desteklemenin ise yanlışlanması [ve şimdiden pişmanlık belirtilerine yol açması] faslına hâlâ pek girmeksizin, Atatürk’ün 16-17 Ağustos ’31 mektubunu incelemeyi sürdüreceğim.)

Geçen hafta (1) ne demiş, diye sormuş ve bunları (1a)’dan (1g)’ye kadar sıralanan dokuz paragrafta toplamıştım. Şimdi ise (2) karşı görüş, yorum ve açıklamalarımı daha önceki
maddelere denk düşecek şekilde, (2a) ile (2g) arasında sıralayacağım.

(2a) Atatürk Cebrail’in Muhammed’e “oku” emrini getirdiği inancına “safsata” dediğinde, İslâmiyetin Allah ile Muhammed arasındaki ilişkiye, vahye, Kuran’ın yeryüzüne inişine dair en temel akidesini reddetmiş oluyor. Bir kere bu söylendikten sonra, (Atilla Oral gibi) isteyen istediği kadar, Atatürk’ün (Hüsrev Gerede’nin sözleriyle) “athe yani dinsiz görün”mesine karşın aslında güçlü bir dinî inanç taşıdığını ispatlamaya çalışsın; hiç farketmez. Bunlar defansif apolojilerden ibarettir. Muhammed’i siyasî bir dâhi, bir inkılâpçı olarak övmesi de Atatürk’ü dindar göstermeye yetmez. Açıktır ki Muhammed’in tarihî kişiliği ve eylemine saygı duymak başkadır; onu Allahın resulü saymak gene başka. Bunu olumlu veya olumsuz bir değer yargısı değil, sadece nesnel bir gözlem olarak kaydediyorum.

(2b) İslâmiyet 6. ve 7. yüzyıllarda doğup gelişti. O dönemde Türkler “zengin medenî muhit”lerde yaşamıyordu. Henüz batıya kayıp Maveraünnehir’e bile gelmiş değillerdi. Orta Asya steplerinin daha kuzey ve doğudaki kesimlerinde, atlı göçebe yaşam tarzı ve at sırtında okçuluk savaş tarzına dayalı, devlet öncesi, kabile toplumu kategorisine giren bir hayat sürüyorlardı.

(2c) Aynı doğrultuda, İslâmiyetten önce herhangi bir “cihanşümul Türk medeniyeti” de mevcut değildi. Aslında bu, Türk Tarih Tezi’nin var dediği ama ispatlayamadığı bulutumsu bir mefhumdan ibarettir. Ne ki, TTT’de bile, Orta Asya’da İÖ 7000’e kadar sürdüğü vehmedilen o “en eski” Türk medeniyeti, daha sonrasına uzatılmaz, tarih çağları veya MS/İS kadar yakınlara getirilmez. Faraza 6.-8. yüzyıllarda, tam neredeymiş bu “evrensel Türk uygarlığı” ? Araplar güney ve sonra kuzey Mezopotamya, ardından İran yolu üzerinde hangi “Türk zengin medenî muhitleri”ne girip “bütün vesikalarını imha” etmişler ? Böyle bir olay var mı ? Hani kronoloji, hani coğrafya ? En küçük bir ampirik sorgulamaya dayanması mümkün olmayan böyle temelsiz iddiaların, çağdaş tarihçilikte kendine yer bulması imkânsızdır.

(2d) Sosyal adalet ve eşitlikçi bir yeryüzü cenneti (bir tür “ilkel komünizm”) özlemi, pek çok inanç sisteminin alt katmanlarında yaşar. Bazen “yeniden uyanış”çı (revivalist) akımlar biçiminde, derinlerden satha da çıkar. Burada önemli olan, Ömer’le ilgili sadelik ve yoksulluk rivayetlerinin “gerçek” olup olmaması değil; bunların yansıttığı duygu ve düşünce âlemidir. Kendisi de “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” olma/yaratma iddiasındaki Kemalizmin, bu hayale bu kadar yabancı kalması, ancak ultra-modernist İslâm karşıtlığıyla açıklanabilir.

(2d.1) İS 7. yüzyılda Kudüs önlerine gelen halifelik ordularının “Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan mürekkep” olduğu iddiasının da hemen hiçbir bilimsel temeli yoktur. Bunlar Arabistan yarımadasındaki İslâmiyet öncesi kabile toplumunun kendi içinden çıkardığı ordulardı. Üstelik, o sırada ne askerî kölelik, ne de Batı-Orta Asya bozkırlarındaki Türklerin Müslümanlaşması süreci başlamıştı. Dolayısıyla Atatürk’ün sözünden geriye, Arap “ırkı” karşısında diğer bazı “ırk”ları “yüksek” gördüğü çıkarımından başka bir şey kalmıyor.

(2d.2) Aynı şey, bir sonraki cümlesi için de geçerli. Kudüs’ü kuşatan ordunun bileşiminde ne gördüğünü bilemediğimizden, “muhteşem huzuru”ndan ne kastettiği de belirsiz. Oysa Ömer’in “çıplak ve çıfıt Araplığı” ifadesinde açık ve berrak olmayan hiçbir şey yok. Arapça yahûdî’den türeyen Farsça cühûd’dan türeyen çıfıt, burada özel olarak Yahudi anlamında değil, münafık, sinsi, hilekâr, düzenbaz gibi kötü çağrışımlarıyla kullanılmakta. Aşikâr ki Atatürk Arapları pek sevmiyor; geri ve ilkel görüyor; bir kere daha “yüksek ırklar” arasına koymuyor. Sonuçta yazılıp bitirilen 1931 lise Tarih I-IV kitaplarında, Türk Tarih Tezi icabı hemen bütün insanlık Türk veya Türklerden gelme sayılırken, Hami ve Sami kavimler, yani Arap ve Yahudiler bu çok çok geniş “Türklük” kavramına bile alınmaz. Bunu da belki bu noktada hatırlamalıyız.

(2e) Atatürk’ün “bir hırka bir hurma” (veya “bir lokma bir hırka”) anlayışına tepkisi ise, daha çok modernizmi, Avrupa-merkezciliğiyle ilgili olsa gerek. “Batı ve ötekiler” (the West and the rest) sorunsalı, 19. yüzyılda çok daha ön plandaydı. Şark, Asya, the Orient niçin “geri kalmış”tı ? Machiavelli’den Montesquieu’ye, Hegel’den Marx’a, Avrupa düşüncesinin birçok devi bu konuya kafa yoruyordu. Revaçta olan bir teori, en azından İslâm âleminin yoksul, sömürge veya yarı-sömürge halinin temelinde İslâmiyetin öğütlediği tevekkülün, kaderciliğin, aza kanaat anlayışının (özetle, “kapitalist ruh” eksikliğinin) yattığı şeklindeydi.

Modernist Türk milliyetçiliğinin ilk, İttihatçı kuşağının kuvvetle içselleştirdiği bu yaklaşım, Atatürk’ün sadelik ve yoksulluk vaazlarına sırt çevirmesinin de arkaplanını oluşturuyor.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT