1. YAZARLAR

  2. FATMA GÜLBAHAR MAĞAT

  3. İstanbul’da Yaşıyorsanız…
FATMA GÜLBAHAR MAĞAT

FATMA GÜLBAHAR MAĞAT

Yazarın Tüm Yazıları >

İstanbul’da Yaşıyorsanız…

25 Şubat 2008 Pazartesi 17:14A+A-

Tarihin girift tünellerinde gezinirken, Osmanlı dönemine düşüyor yolum. Yılların acımasız tozları altında gizlenmiş ihanetler ve haksızlıklarla yüzleşiyorum amansız. Osmanlıya duyulan öfkenin nedenini öğrenmek ve paylaşmak istiyorum sizlerle. Dili olmayan tarihin, acımasız kalemlerle nasıl gasp edildiğine, tarihi yaşayanların nasıl bir hile ile ‘satılmış, kahpe, nankör, zevk-ü sefa düşkünü’(!) kılındıklarına şahit olalım birlikte.

Lakin yakın tarih, hatta bugünümüz bırakmıyor yakamı. Kalemşorlar neler yazıyorlar bugünün tarihi için?.. Hemen yanı başımızda, duyduğumuz, gördüğümüz, gidemediğimiz ama gidip gelenlerimizin şahit olduğu, gelip de yürekleri dağlayan gerçeklerin anlatıldığı; çağımızın utanç kaynağı suskunluğun, vurdumduymazlığın eseri yıkımların, bir bir toprağa düşen bedenlerin, kanla sulanan toprakların, feryatları göklere yükselen masumların, yarın yazılacak bugünlerine bakmanın zaruretini hissediyorum daralan yüreğimde.

Filistin, Gazze’de köşeye sıkıştırılmış mustaz’aflar ve halleri üşüşüyor beynime. Benzerleri daha önce de yaşandı, Müslümanlar türlü şekilde boykotla, işkenceyle dize (!) getirilmeye çalışıldı. Peygamber ve yarenleri de yaşamışlardı böyle bir boykotun benzerini asırlar evvel. Zulüm değişmedi, zalimler hep zalimliklerini sürdürdü. Ebu Cehiller, Ebu Lehepler gitti, Şaronlar, Ehud Olmerler, Bushlar ve niceleri geldiler. Onlardan sonra da gelmeye devam edecekler. Mazlumlar direnmeye devam edip, Ya sabır diyerek zaferin gelmesini bekleyecek, asla bıkkınlık, yılgınlık ve taviz vermeyecek. Dün Müslümanların yaptığı gibi, ölümlerle dans edercesine sürdürecekler davalarına olan inançlarını.

Bi’setin 7. senesi. Miladi 617

İslam nuru adım adım sarıyordu Mekkelilerin kalplerini. Tek tek çoğalıyordu sevgili peygamberin can yoldaşları. Genişliyordu halka, bir o kadar da pekişiyordu güçleri. Ancak asla rahat durmuyordu zalim müşrikler. İşkence sınır tanımaz, bu kavram kendini aşan boyutlara taşınır olmuştu. Ya sabır dedikçe mü’minler, kanlı dişleriyle sırıtıyordu Ebu Cehiller! Kızgın kumlar bile nefret saçıyordu artık bu zulme. Ölçü, nizam, insanlık, akrabalık bağları sıfıra indirgenmiş, beyinler ağular saçıyordu fütursuzca.

Peygamberi ölüm tuzaklarına sürüklemeye çalışılıyorlardı... Dışlanıyor, rencide ediliyor, hedef tahtasına çevriliyor, çocukların oyuncağı kılınıyordu Muhammed’in (sav) yarenleri. Kızıl bibloya dönüyor mü’minlerin bedenleri, talan ediliyor malları! Ahad dedikçe iniyor bedenlere mızraklar,  ayrılıyor birbirinden uzuvlar!

Asra Andolsun ki lanet ediyordu akan her gün Mekkeli müşriklere. Ağlıyordu güneş Habibi hüzünlü gördükçe. Ama yılmıyorlar, iyice kenetleniyorlardı birbirlerine. Tek can, tek beden oluyorlardı adeta. Sabrediyorlar belalara ve musibetlere, “biz Allah içiniz, dönüşümüz onadır” diyorlardı gururla.

Ve bunlarla yetinmiyordu zalim müşrikler. Tamamen kökünden kurutmak istiyorlar Müslümanları. Aralarında konuşup anlaşmaya varmışlar, kimse caymasın diye metin haline getirip, bir nüshasını da Ka’benin duvarına asmışlar. Onlarla tüm ilişkilerini kesecek, kız alıp kız vermeyecek, alış-veriş yapılmayacak, onlara bir şey satılmayacak, destek olan veya yardım etmeye çalışan cezalandırılacak vs. Aş yok, iş yok. Beli kırılıyor Müslümanların…

Açlık hat safhaya ulaşıyor, anaların göğüslerinde sütler kuruyor. Bebekler açlıktan ölüyor birer birer. Yaşlılar dayanamıyor ve göçüyor “La ilahe illallah” diyerek ebedi istirahat hanelerine. Hasta sayısı artıyor, kadınlar, erkekler yataklara düşüyorlar gönülsüzce. Tek lokma için düşüyorlar yollara… Kuru ot, dal parçaları, bir küçük kurumuş deri parçası aş oluyor mü’minlere günlerce.

Heyhat! Taş bağlıyor karınlarına Rasulullah ve ashabı…

Bu öyle bir abluka, öyle bir boykot ki, Kureyşten kimilerinin dahi yüreğini sızlatıyor. “Yeter diyor, bu kadarı fazla artık. Onlar bizim akrabalarımız, kardeşlerimiz.” Amma doymamış zalimler hala masum kanı içmeye. Hayır diyorlar ve sürdürüyorlar işkencelerini ve üç koca yıl sürüyor bu zulüm.

Ama onlar yılmıyorlar. Direniyorlar ediyorlar. Dirençli olmaları gerekiyordu çünkü.
İnandıkları dava hak davasıydı, imanlarından eminlerdi. Ve Allah yardımının geleceğinin haberini veriyor onlara, teselli ediyor inanmış gönülleri. Allah onların sabrını ölçmüştü. Bela ve imtihanlara dirençlerini, davalarına bağlılıklarını, peygamberlerine sadakatlerini  sınamıştı

Gösterdikleri sabır ve azim karşılığında Allah'ın yardımı gelecekti elbet.

“Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü’minlerle; “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır.”(2/214)

Bu abluka, ta ki Hz. Cibril’in gelip Kabe’deki boykot ile ilgili asılmış olan kağıdın güveler tarafından yendiğini ve tek Allah (cc) lafsının kaldığını söyleyinceye kadar devam etmişti. Zulüm ve işkencenin sonu gelmemiş ama, ambargo kaldırılmış, Müslümanlar tekrar halkın arasına katılmaya başlamıştı. Bu arada Rasulullah sevgili eşini, biricik destekçisi Hz. Hatice’yi kaybetmiş, ardından da daimi hamisi olan, amcası Ebu Talibin ölümüyle iyice yıpranmıştı. Peygamberin acısının büyüklüğünden dolayı o yıla ‘Hüzün Yılı’ denmişti.

Ve yine günümüze dönelim içlerimiz kan ağlayarak. Kardeşlerimizin, masumların acılarına bakalım yüzümüz tuttuğu nispetince.

Gazze’de iki milyona yakın Müslümana fiili işkenceye devam ediyor. Siyonist İsrail rejimi ekmek, su, yakacak, elektrik, ilaç gibi olmazsa olmazları alıyor ellerinden. O masumları açlığa, çaresizliğe tutsak ediyor adeta. Daralttıkça daraltıyorlar çemberi. Her gün bebeklerin, kadınların, erkeklerin kafalarına sıktıkları kurşunlarla kabartıyorlar göğüslerini, tüm dünyaya meydan okurcasına, Müslümanız diyen ülkelere ‘nanik’ yaparcasına.

Almış kendi gibi zalim ABD’yi arkasına, sıktıkça sıkıyor mazlumların boğazlarını. Açlık bu, hiçbir şeye benzemez, lakin aç olmayan da açın halinden anlamaz. Direniyor Gazzeli direnişçiler, mücahit ve mücahideler. Gözlerinin önünde kayıp giden evlatlarının acısına tahammül etmek kemiriyor beyinlerini. “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” misali sıvıyorlar kollarını. Kendi kendilerine bakmak zorundalar başlarının çaresine.

Her ne kadar bazı yumuşak yürekler, vicdanı olan kalpler gönderiyorsa da yardımlarını, engelliyor Siyonist İsrail arsızcasına. Bıçak kemiğe dayanıyor, kırıp zulmün duvarlarını geçiyorlar Mısır sınırlarından içeriye. Görüntüler içler acısı. Bir lokma ekmek için saldırıyorlar dükkanlara. Paralarıyla, güçleri yettiği nispetince gidermeye çalışıyorlar ihtiyaçlarını!

Heyhat! Korku ne büyük bir felaket ya Rabbi! Yanı başındaki Müslümanlara açık tutamıyorlar kapılarını. Onarılan duvarların önüne asker koyuyor Mısır diktatörleri. Öyle ya, belli ki Mekkeli Müslümanlar gibi onların ablukayı delip bir miktar yiyecek getirecek akrabaları yok oralarda.

Ama onlar öyle inanmışlardı ki, mü’minler kardeşti. Birinin derdi diğerinin derdi olacaktı. Rengi, dili, ırkı, cinsi, memleketi  ne olursa olsun yürekleri birlikte atacak, aynı şekilde rahatsızlık duyacaktı.

“Mü’minler ancak kardeştirler…” (49/10)

demiyor muydu Rabbim ayetinde.

Dünyanın her köşesinde insanlar öldürülüyor. Onlara ambargolar uygulanıyor. Çember her gün daraltılıyor. Her gün onlarcası toprakla hemhal oluyor. Milyonlar açlığa, susuzluğa, soğuğa ve yalnızlığa terk ediliyor. Nerede ‘Müslüman’ım’ diyen insanlar!... Nerede gücü olup İsrail’e dur diyecek yiğit ülkeler!

Ey bu dava benim davam, bu dertler benim derdim, bu acılar benim acılarım diyebilen gönlü güzel, yüreği geniş Muhammed ümmeti!

Herkesin gücü nispetince yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır. Ben herkesime olduğu kadar, özellikle İstanbul’da yaşıyor olmanın ayrıcalığını taşıyanlara seslenmek istiyorum. Evet, İstanbul, Ankara gibi yerlerde yaşıyor olmak bir ayrıcalıktır her fikirden insanlar için.

Çünkü malum olduğu üzere büyük şehirler (özellikle İstanbul öne çıkıyor bu anlamda) çok büyük kitleleri taşıyor bağırlarında. Sağcısının, solcusunun, Müslümanın bol miktarda bulunduğu, seslerin yüksek perdeden duyulduğu, her nevi panellerin, seminerlerin, mitinglerin, eylemlerin, kongre ve toplantıların yapıldığı merkezlerdir buraları. Bu yüzdendir ki İstanbul’da yaşayanlara daha büyük sorumluluklar düşmektedir.

Unutmayın ki uzaklarda olan, ekonomik şartlarından dolayı oralara gelip bu faaliyetlere katılamayan, orada yaşamadığı için her an gidip ‘ben de varım’ diyemeyen, ancak yürekleri yanarak duaları ve kalpleriyle sizlerle birlikte olduğunu haykıran kardeşleriniz adına da sizlere düşüyor yükümlülükler.

Dünya da ve ülkemizde yaşanan çarpıklıkların, haksızlıkların, zulüm ve adaletsizliklerin dile getirilmesi, özgürlüklerin hakkıyla paylaştırılması, ezilmişlerin dertlerinin dillendirilmesi adına, Türkiye’nin kalbi durumundadır yaşadığınız şehir. İstanbul halkı bir yönüyle Türkiye’nin temsilcisi, sözcüsü konumundadır. Oradaki ayaklanmalar, oradaki haykırışlar, oradaki beklentiler, aynı zamanda diğer illerinde çözümsüzlüklerinin meramı olmaktadır.

Türkiye siyasetini, ekonomisini, velhasıl kelam ülkenin kaderini belirlemektedir İstanbul’un çok sesliliği. Oradan yükselen haykırışlar, orada akan gözyaşları, neredeyse tüm vatandaşların kanayan yaralarını temsil etmektedir.

Öyleyse durmamak, evlerde oturup TV önünde eğlenerek vakit kaybetmemek, yaren sohbetlerinin sıcaklığına aldanıp rahatsız olmaktan kaçmamak vakti çoktan gelmiştir. Neredeyse her hafta varolan etkinliklere katılarak zalime gücümüzü gösterelim. Sevgili ağabeyimiz Selahattin Eş Çakırgil’in de belirttiği gibi ‘Mitingle, gösteriyle ne olacak?’ demiyelim; Nemrud’un ateşe attığı Hz. İbrahîm’i desteklemek için, feryad u figan eden serçeye söylettirilen, ’Dünya-âlem bilsin ki, ben İbrahîm’in yayındayım..’  mânasını ruhlarımızda filizlendirip, hançerelerimizde yükseltelim.  

Bir eksik bir fazla ne olacak ki demeden, yanımızda olamayan arkadaşlarımız, dostlarımız, kardeşlerimiz adına gidip haykıralım zalimin zulmünü. Filistin halkının ve diğer mazlumların dertlerinin ortağı olduğumuzu gösterelim dünyaya. Onların beyinlerine kazımış oldukları yeminlerini güvelerin kemirmelerini beklersek elleri kolları sallayarak öylece, unutmayalım ki beyhude bekleriz. Yorulmadan, soğuk karlı günlerde içimiz titreyinceye dek Allah için üşümeden, aç, susuz, yorgun ve bitap düşmeden, rahatlarımızı bozup direnmeden, nasılsa birileri hepimiz adına çırpınıyor zihniyetini değiştirmeden Allah’ın yardımı gelmeyecektir.

Kafkasya Cephesi - ÇİC  Türkiyeli Mücahitlerin Emiri Komutan Abdullah, 2007’de yaptığı bir söyleşide bakın neler söylüyor. Vicdan sahiplerinin gözyaşlarına hükümlerini yitirteceği bu sözler, aslında hepimize söylenmiş sözlerdir:

Şikâyetimiz, adeta bize, 'gidin siz Rabbinizle beraber savaşın' der gibi bizi yalnızlığa iten, bir başımıza bırakanlaradır. Her gün kardeşlerimizin şehadet haberlerini almaktasınız. Belki de yakın bir zamanda bizlerin şehadet haberleri sizlere ulaşacak.. Bizler bu yolda sonuna kadar yürümeye kararlıyız. Sizlerinde bizlerle olduğunuzu bilmek bize güç veriyor. Bizim bir canımız var onu da bu zulmün sona ermesi için vermeye hazırız. Fakat bizimle beraber olan siz kardeşlerimizin bizler için yaptıklarından fazlasını yapma imkânı var. Örneğin kardeşlerimiz bizler için gece namazlarında kalkıp dua etsinler. Maddi desteği olan kardeşlerimiz ise bizleri yardımlarında unutmasınlar. Burada yaşananları, tarih sayfasına zulmün büyüğü olarak kaydetmektedir. Zorlu mücadelemizde bizimle olan kardeşlerimize de Rabbimiz inşallah ecirlerin büyüğünü derecelerin en yükseğini verecektir” (Kudüs Yolu)

Şüphesiz ki Allah'ın vaadi gerçektir. Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir. İbrahim suresi ayet-42

Selam ve dua ile.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum