1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Hutbe âdabı ve özgünlük çabası
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Hutbe âdabı ve özgünlük çabası

02 Şubat 2024 Cuma 16:38A+A-

16 Ocak’ta Kulp ilçesinde Cuma hutbesinde devletin mülki amiri Kulp Kaymakamı’nın gerek İslami örfe gerek gerek hukuka aykırı olarak Cuma imamına müdahale etmesi Türkiye’de gündem olmuştu. Bu olaya bağlı olarak Cuma namazı ve adabı hakkında bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyoruz.

Bugün Cuma. Müminlerin haftalık ibadet amaçlı hep birlikte toplanma zamanı. Bugün haftalık olarak ümmetin sorunlarını takip ve istişare eden ulu’l el-bab ile irtibatlı Cuma imamının cemaati hutbe ile irşad ve bilgilendirme günü. Cuma namazı ve toplanması rahmet ve mağfiret, kardeşlik ve ülfet vesilesi.

Cuma gününü Resulullah (s)’den İmam Müslim vasıtasıyla gelen rivayette “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür” diye açıklanır.  

Muhammed Hamidullah siyer kaynakları üzerinde yaptığı araştırmanın sonucunda Resulullah’ın ikamet ettiği Medine-i Münevvere’nin mahallelerinde 18 tane mescidin bulunduğunu belirtir. Ama mü’min ve mü’mine bütün mescid cemaatleri Cuma günü Cuma namazı için merkezi mescid olan Mescid-i Nebevi’ye gelirler ve Resulullah’ın haftalık hutbesini dinlerlerdi.

Cuma günü, yerine getirmemiz gereken en önemli sorumluluk Cuma namazını eda etmek ve hutbeyi dinlemektir. Veda Hutbesi’nde olduğu gibi Cuma hutbeleri de can kulağı ile dinlenmeli ve hutbeye konu olan nasihat ve tespitler bilmeyenlere, hutbeye katılamayanlara aktarılmalıdır.

Cuma namazına katılmak müminlere farz kılınmıştır. Hutbeye girişte Cuma sûresinden okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Cuma günü salat için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” 

Fıkıh ilmindeki ilmihal alimleri, Ebû Davud ve Nesâî’nin aktardığı “Allah, önemsemeyerek üç Cuma’yı terk eden kişinin kalbini mühürler” hadisine dayanarak, geçerli bir mazereti olmadığı halde Cuma namazını ihmal etmek büyük bir vebal, büyük bir günahtır demişlerdir.

Cuma namazının önemine dair Müslim ve Nesâî’nin aktardığı “Cuma namazını kılmayan birtakım kişiler, ya bundan vazgeçerler ya da Allah kalplerini mühürler de gafillerden olurlar.” (Müslim, Cumu’a, 12; Nesâî, Cumu’a, 2); ve Nesâî ve Ebû Dâvûd’un aktardığı “Cuma namazına gitmek, ergenlik çağına ulaşmış her Müslüman’a farzdır.” (Nesâî, Cumu’a, 2; bû Davut, Taharet, 129) ayrıca Ebû Davut’un aktardığı “Cuma namazı nidayı (müezzinin sesini) işiten herkese farzdır.” (Cuma, l056) hadisleri de konuyu aydınlatıcıdır.

Ahmet Ağırakça da bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:

Cuma günü, Cuma namazı için ezan okunduğunda işinizi gücünüzü, ticareti, alışverişi bırakıp Müslümanlarla birlikte namaz kılmak üzere camilere koşup, cemaate gidiniz. Bu namaz sizin göreviniz olup sizin için terk edilmesi mümkün olmayan bir ibadettir.

Çağrılı olduğumuz Cuma salatında, namaz gibi hutbe de bir ibadettir. Hutbe, minberde imkânlar dahilinde ümmete sesleniştir. Müminlere gündemleriyle ilgili nasihat, hatırlatma, uyarı ve vahiy merkezli hak olana bir davettir.

Cuma buluşması aynı zamanda karşılıklı tanışma, kaynaşma, kardeşlik bağlarımızı güçlendirme yani “tearuf” vesilesidir. Birbirimizin halini hatırını sormak, mutluluklarımızı paylaşmak, dertlerle ve dertlerimizle hemhâl olmak fırsatıdır.

TDV İslam Ansiklopedisi’ne Hayrettin Karaman’ın kaleme aldığı maddeye göre Cuma namazının kadınlar için farz yerine geçip geçmediği konusunda tereddütler vardır. Ali Rıza Demircan ise konuyla ilgili yaptığı incelemede Cuma namazının kadınlar için görev olmaktan çıkarıldığına ilişkin bir tek sahih hadis’in olmadığını belirtir. Örneğin 5474 hadis rivayet eden Ebû Hüreyre’den, 2630 hadis rivayet eden Abdullah b. Amr’dan, 2286 hadis rivayet eden Enes b. Malik’ten ve sürekli olarak Peygamberimizle birlikte olan ve ondan 2210 hadis rivayet eden annemiz Âişe (r)’dan ve diğer bilinen kadın sahabilerden kadınlardan Cuma namazının düşürüldüğüne dair bir tek hadis gelmemiştir. Ebû Davut’un bir rivayetinde ise “Çocuk, esir/köle, kadın ve hasta dışında Allah’a ve Âhiret Gününe inanan kişiye Cuma günü Cuma Namazı farzdır.”  Hadis otoritelerine göre bu rivayet ise hem zayıf hem de mürsel’dir. 

Cuma günleri, asr-ı saadette olduğu gibi imkânlar dahilinde ailece ve çocuklarımızla Cuma mekânlarına gidilmelidir. Zaten 6 Kasım 2011 tarihinde Mekke’de konuşan DİT eski başkanı Mehmet Görmez, yıllardır süren bu tartışmaya açıklık getirdi. Görmez, usulüne uygun olarak kadınların cuma, bayram ve cenaze namazı kılabileceğini söyledi ve Resulullah Efendimiz Muhammed (a) döneminde de kadınların cuma ve cenaze namazına katıldıklarını hatırlattı.

Ama maalesef 6 sene sonra 12 Temmuz 2017 tarihli açıklamasında T.C. Diyanet İşleri Yüksek Kurulu’na göre “Cuma namazı kadınlara farz değildir” yorumu tekrar Müslümanlara dayatılmaya çalışıldı. Bu hükmün dayanağı, saltanat rejimleri içinde bazı müftülerce verilen içtihatlara dayanmakta, zamanla kayıtlı ve tamamen zanni yorumlara yaslanan bir fetvadır. Ancak Cuma namazının farz olmasıyla ilgili Rabbimizin hükmü mümin ve mümine insanlar için kesindir. Ancak Cuma namazı kılınmasında istisna ise hürriyeti kısıtlılar ve hükümlüler için; hastalar, mükellef olmayanlar, yolcular, ciddi mazereti olanlar için söz konusudur.

Cuma namazı mescidlerde kılınır. Resulullah (s) de Buhari’nin ve Müslim’in aktardığına göre “Kadınlara geceleyin mescide gitmelerine izin veriniz.” (Cuma, 12; Salat, 138) ve yine Müslim’in rivayetiyle “Allah (c.c.)’ın kadın kullarının mescide gitmelerine mâni olmayın.” (Salat, 136) buyurmaktadır.

Ayrıca Cuma’nın adabı hakkında İmam Müslim, Sahih’inde Resul-i Ekrem (s)’den aktardığı rivayete göre, o, hutbe esnasında yanında konuşan arkadaşını ikaz etmeyi dahi hoş karşılamamış ve bu konuda ümmetini şöyle uyarmıştır: “Cuma günü imam hutbe okurken konuşan arkadaşına ‘Sus!’ bile desen, hatalı bir iş yapmış olursun.

Hutbe esnasında yanındakiyle konuşmak ya da cep telefonu gibi dikkat dağıtan bazı araç ve gereçlerle uğraşmak, hutbenin özünden uzaklaşmaya, ibâdi boyutundan mahrum kalmaya sebep olur. Maalesef ki ibadetin ruhuna aykırı olan işaret ettiğimiz davranışlar, Cuma Sünneti’ne aykırı bazı sebepler nedeniyle camilerdeki cemaat arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Oysa, hutbenin, Cuma namazının bir parçası olduğu unutulmamalıdır. İmamın açık “mâsiyet” ifade eden hitabı dışında, hutbe esnasında ilgi ve alakamız sadece hatibe ve hutbeye yönelmelidir. Ancak bu dikkat ve rikkat içinde hutbe dinlendiğinde açık “mâsiyet” ifadelerinin de farkında olunur.

Kur’an-ı Kerim’de 32 ayette yer verilen “mâsiyet” ifadesi itaatsizlik, günah ve isyan anlamlarında kullanılır.  Her akıl sahibi insanın anlayacağı İslam’ın asıllarını bildiren açık hükümlerini çiğneyenlere karşı Sahiheyn’de aktarılan rivayetlere göre  (Buhârî, “Âḥâd”, 1; Müslim, “İmâre”, 39)   “Yaratana âsi olacak yerde yaratılmışa itaat yoktur.” Kur’an’ın beyanlarında da itaat edilip ölünceye kadar iyi davranılması emredilen anne ve babaya, ancak Allah’a şirk koşma ve diğer açık “mâsiyet” şartlarında  itaat yoktur (Ankebût, 29/8; Lokmân, 31/15).

Ancak açık “masiyet” şartlarında Kûfeli sahabe veya tabiin Hucr bin Adîy (r), Kûfe’de okunan hutbe sonunda Ali (r) ve âline ve Osman (r)’a lanet okunmasına açıkça itiraz etmiş ve bu tavrı müslihun tarafından da takdirle karşılanmıştır. Bunun dışında Ebu Bekir (r) ve Ömer bin Hattab (r)’a hutbe anında imamın isteği üzerine cevap verilir veyahut izin isteyip soru sorarak hutbeye müdahil olunur; ya da Emeviler Dönemi’nde hutbelerde Ali (r)’a ve âline ve Osman (r)’a sövülmesi geleneğine karşı öncü sahabenin ve tabiinin yaptığı gibi Mekke ve Medine gibi şehirlerimizde hutbe mahalli terk edilir.

Tarihçilerimizin bildirdiğine göre Cuma hutbelerine Emevi saltanat rejiminin müdahaleleri ve hutbe sonunda Ali (r)’a ve âline ve Osman (r)’a lanet okunması nedeniyle Cuma hutbesinde Cuma mahallinin terk edilmesi üzerine; Cuma Sünneti tağyir ve tebdil edilmiş yani Cuma salatının formu yani Sünnet-i Seniyyenin formu başkalaştırılıp değiştirilmiştir.

Resulullah (s) ve seçilmiş ilk İmamlar döneminde Cuma salatı, aynı bugün de Bayram salatında olduğu gibi ilk önce namaz eda ediliyor, sonra da hutbe okunuyordu. Ama salih kullar, resmi hutbedeki masiyetler nedeniyle Cuma namazını kıldıktan sonra hutbe okunurken Cuma mekanını terk ediliyorlardı. İşte bu nedenle Cuma salatı Emeviler döneminde takdim ve tehire uğradı. Ümmetin ortak meselelerine çözüm getirecek olan bağlayıcı bir ulu’l-emr veya ehlu’l hal ve’l akd şurasına sahip olunamadığı için bu konu aynı tarzda devam edegelmektedir.

Emeviler Dönemi’nde yaşanan bu zaaflar karşısında her mümin ve mümineye farz olan Cuma namazına katılım veya Cuma namazının kılınma şartları da Mezheplere göre tarihi şartlar içinde farklı içtihatlarla ele alınmıştır. Cuma namazının şartlarıyla ilgili içtihatlardaki olumsuz değerlendirmeler ortaya çıkınca birçok Müslüman, değişik şartlarda kılınan Cuma namazı yerine vakit namazı kılmış veya kılmakta; ve Şafii fıkhına göre de Cuma namazını takiben, 4 rekatlık Zuhr-i Ahir namazı yani “son öğle namazı kılınmış veya kılmaktadır.

Ancak Takiyyuddin Nebhani  ve onun istinbat meclisini oluşturan rasihundan sayılan bazı müftiler ise işgal altındaki topraklarda işgal kuvvetlerinin maaşı ile olsa dahi Allah’ın ayetlerini ve İslami hakikatlerin üzerine örtmemek şartıyla vakit namazı ve Cuma namazı imamlığının da yapılabileceğini belirtmişlerdir.

İşgal altındaki cahiliye yönetimlerinde de, seküler ulus rejimlerinde de, mezhepsel iç tartışmalar sürecinde de olunsa imamlık görevini veya dini işler koordinasyonunu özgünlük içinde yapmaya çalışılmak ve güç oranında ıslah amacından ve çabalarından vazgeçmemek asıl olmalıdır.

İşgal altındaki ümmet coğrafyasında Urvetu’l Vuska ve el-Menar yayın çizgisinin el-Ezher Medresesi’nde de ve İrşad e Islah Okulu teşebbüsüyle de yapmak istedikleri böylesi bir çabaya dayanıyordu. Mehmet Akif’in bireysel ıslah ve cihad öncülüğü ile değil, ıslah öncüsü Abduh ve arkadaşlarının muallimliğinde Sudan’da bir medrese açıp orada 20 yılda ıslahçılar yetiştirmek ve onları da coğrafyamızın dört bir yanına gönderme arzusu da bu teşebbüslerden esinlenmiştir.

Hilafet’in kaldırıldığı 3 Mart 1924’te Türkçü emellerle kurulan DİT/DİB içinde de Ahmet Hamdi Akseki, Hayreddin Karaman ve Mehmet Görmez gibi ıslah kaygılı ilim ve fikir adamları az veya çok İslami özgünlüğe dikkat ederek ve özerk işleyişi oluşturma çabası içinde çalıştılar.

İslami cemaatler arasında ortak bir istişari birliktelik, bundan da ötesi İslami cemaat ve çevrelerin şuraya ehil olan mensuplarıyla bir Ulu’l-emr Şura Heyeti oluşturamamışlık süreci devam ederken DİB ve içindeki Mehmet Görmez’in başkanlığı gibi ıslah ve yeniden inşa konusundaki bazı zihniyet değişiklikleri İslam’ın üst değerlerinin halka ve camii cemaatına aktarma konusunda olumlu bir imkandı.

Ama Görmez sonrası gene Anadolu irfanı denilen gelenekçi milli dindarlık eğilimine ve ulus devletin bekası iddiası ile her türlü kuraldan muaf olmayı savunan despotik siyasal anlayışın ifadesi olan “Hikmet-i Hükümet” anlayışını taşıyan kadrolara yol açıldı.

İşte iki hafta önce Kulp’ta DİB İrşad İşleri Dairesi’nin her hafta yaptığı gibi hazırladığı 600 kelimelik ve içinde şehidlik kavramının saptırılmış şekilde kullanıldığı ham hutbeyi, Din Hizmetleri Bölümü 180 kelime civarında muhtasar hale getirmişti. Hutbe son olarak da Diyanet İşleri Başkanı tarafından onaylanarak tek tip hutbe olarak tüm camii imamlarına gönderilmişti. Kulp’da söz konusu hutbeyi okuyan Memur-Sen Diyanet-Sen Kulp Başkanı olan camii imamı “hain terör saldırısı” ve “şehidlerimiz” bölümünü atladığı için Hutbe adabına ve hukuka aykırı bir şekilde imama müdahale eden Kulp Kaymakamı’nı soruşturma tamamlanmadan açıkça destekleyen valilerden, kaymakamlardan oluşan bazı devlet erkanının yasa ve kural dışı mafyatik davranışları, hutbede İslami kavramların yanlış kullanılması kadar vahim ve kötü bir durumdu. Seküler ulus ve vatan nöbetinde öldürülen askerlerin şerh düşülmeden vahyi kavram olan ve ancak ilâ-ı kelimetullah yolunda ölenler için kullanılacak olan doğrudan şehid kavramıyla anılması İslam’ın Türklük adına istimal edilmesinin acaba DİB yöneticileri farkında mıdır yoksa bu yanlışı bile bile mi yapmaktadırlar?

1 Şubat 2024 günü Ankara’da İslami ilimler, dinî müzîk ve öğreticilik formasyonu eğitimi alan 3 bin 537 din görevlisinin 8 ay süren Diyanet Akedemisi’ndeki meslek öncesi eğitim mezuniyeti töreni vardı. Diyanet Akedemisi I. Dönem Mezuniyet Töreni’nde Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmada “Türklük, millet, din” kavramları Diyanet hutbesindeki “Şehidlik” kavramı gibi bilinçli veya bilinçsiz kullanımlarla iç içe veya karma karışık idi.

Erdoğan’ın bu konuşmasında “Yaklaşık bin yıldır Türkler İslam'ı, İslam da Türkleri muhafaza etmiş, Türkler İslam'ın, İslam da Türklerin kılıcı olmuştur.” ifadesini kullanırken bir yandan da “Milletin, İslam'a ve Kur'an'a hizmetle geçen bin 300 yıllık şanlı tarihinin” yok sayılmaya çalışıldığından şikayet ediyordu. Milletin varlığı konusunda yaklaşık bin yıl ile bin 300 yıl tarihlerini belirtmek sehven yapılan bir hatadan ziyade Türklük bağı ile ümmet bağı arasında gitgelleri hatırlatıyor. Bazen de Erdoğan’ın konuşmalarında “milletin tarihi” paganlığı çağrıştıran 2.200 yıla kadar uzanıyor.

Türkü İslam’dan ve din-i mübinden kopartmak isteyenlere; ayrıca İslam’ın gaza ruhunu taşımayan Türklük anlayışına; ve “İslam'ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık” yapanlara eleştiriler sundu. Ama "Biz, asırlar boyunca İ'la-yi Kelimetullah'ın sancaktarlığını yapma şerefine nail olmuş bir milletin mensuplarıyız." diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “millet” derken ümmete mi yoksa Türklüğe mi işaret ettiği yine birbirine karışmaktadır. Erdoğan’ın “Türk demek, aynı zamanda Müslüman demektir” hükmünü şair N.F. Kısakürek’in diliyle izah etmeye çalışması yanında din görevlilerini sahih İslam’ı ve Ehl-i Sünneti anlatmaya davet etmesi de ayrı bir gariplikti.

Erdoğan’ın kullandığı “Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” mottosuyla birlikte biraz da Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaştırmak” hedefini hatırlatan beyanlarının muhatabı olan ön eğitimden geçen bu din görevlileri, şehidlik gibi kaynağından uzaklaştırarak vahiy dışı tanımlara yer veren hutbelerle karşılaştığında ıslah çizgisinin tavrını ve bilinç berraklığını nasıl gösterebilecekti?

İç ve dış vesayet ve küresel cahiliyye kuşatması altında kimliğimizi ve fikri birikimimizi arındırma ve hak olana hicret etme iradesini Rabbimiz bize de, gündemle ilgili rol alan fikir ve siyasi aktörlere de, tüm salih niyetli Müslümanlara da nasip etsin.

YAZIYA YORUM KAT

18 Yorum