1. YAZARLAR

  2. AHMET MURAT KAYA

  3. Dünden bugüne Roma-Pers rekabeti ve petrol
AHMET MURAT KAYA

AHMET MURAT KAYA

Yazarın Tüm Yazıları >

Dünden bugüne Roma-Pers rekabeti ve petrol

08 Ekim 2020 Perşembe 16:39A+A-

Binlerce yıldır doğu ile batı dünyası arasında bir alışveriş ve ticaret ortamı canlı bir şekilde yaşanmaktadır. İnsanlık medeniyet izlerinin ilk görülmeye başladığı alanlar, tam da bu ticaret hatlarının ortasını işaretleyen alanlardır. İran’ın güneyinden başlayan ve güneydoğu Anadolu’yu içine alarak, Mısır’a kadar uzanan ve antropologların Bereketli Hilal diye tanımladıkları Mezopotamya, Mısır, Filistin, Suriye, Irak ve Güneydoğu Türkiye ile Güneybatı İran’ı içine alan bölgedir. Yazı burada bulundu, demir ve cam burada işlendi, filozoflar, peygamberler bu bölgede yaşadılar. Öte yandan, en barbar savaşlar, en büyük tiranlar ve imparatorluklar ya burada yaşadı ya da burayı ele geçirmeye çalıştı.

Dünyayı eğer doğu ve batı diye iki kısma ayıracak olsak, çekeceğimiz çizgi yukarıda bahsettiğimiz bereketli hilalin bir yerlerinden olacaktır. Bilim adamları ve siyasi dinamikler arasında “batı neresidir?” ya da “doğu nereden başlar?” gibi tartışmalar bereketli hilalin tarihi mirasının sahiplenilmesi ile ilgili tartışmalardır.

Jeopolitik bir siyer okuması

Bu noktada, İslam’ın ortaya çıktığı ekonomik ve kültürel havzaya bir göz atalım; Persler ve Romalılar arasında kalmış, sürekli çatışmaların yaşandığı, ekonomik ve kültürel alışverişin son derece zengin olduğu bir bölge. İpek yolu, doğunun baharat ve tekstilleri başta olmak üzere birçok ürünün kervanlar ile batıya taşındığı güzergâh idi. Lakin, zaman zaman Pers ve Roma çatışmaları alevlenir ve yollar güvensiz hale gelir, savaşlar veya fiili durumdan yararlanan eşkıyalar kervanları yağmalardı. İşte böyle durumlarda, kervanlar İran’ın altından yani deniz yoluyla Basra körfezini geçer ve Baharat yolu ile Roma etkisinde bulunan, Şam, Kudüs ya da Mısır’a ulaşmaya çalışırlardı.

Deniz yolları, karaya göre daha güvenli olmasına rağmen, henüz tek yelkenli basit gemiler vardı ve haritacılık henüz açık denizlere açılmaya cesaret edebilecek bir seviyede değildi. Dolayısı ile gemiler, ancak rüzgâr arkadan estiğinde ve karayı izleyerek yol alabiliyorlardı. Üstelik ücret de daha yüksekti.

Bu noktada bazı tüccarlar Arap yarımadasına ayak basar, çölü geçmeyi göze almak zorunda kalırlardı. Ama çöl rehbersiz geçilebilecek bir alan değildir. Üstelik, onca yolu kısıtlı su imkanları geçebilecek taşıma hayvanları da ister. Mekkeli Araplar, doğudan gelen bu kervanları karşılar ve develeri ile sağ salim Roma bölgelerine ulaştırırlardı. Araplar, çöllerde her gün yer değiştiren tepelere rağmen, yıldızlar yardımı ile yollarını bulur, develeri su kuyularının kokusunu alır, müşterilerini Şam, Kudüs ya da İskenderiye’ye ulaştıran rehberlik hizmetleri karşılığında gelir elde ederlerdi.

Kendi bölgelerini atlayarak, yeni yollar ile Roma’ya ulaşan kervanları engellemek ya da o yolları güvensiz kılmak Perslerin temel amacıydı. Baharat yolu olarak isimlendirilen bu alternatif güzergâh, hem bir vergi kaybına neden oluyor, hem de rakibi Roma’ya lojistik sağlıyor idi. Bu amaç için Yemen’i tahakkümü altına almışsa da tam olarak kontrolü sağlayamamışlar, zor çöl şartları nedeniyle ordularını tüm Arap yarımadasını işgale gönderememişlerdi. Ama denemişler ve Ebrehe isimli Yemenli bir yerel unsuru destekleyerek Mekke’yi işgale ikna etmişlerdi. Fil vakıası olarak bilinen olayın ekonomik ve siyasi yönü budur.

Oysa Roma, kısmen hukukun ve ticaretin daha güvenli olduğu alanlar üretiyordu. Bu alternatif yolu korumak için anlaşmalar yapıyor, Mezopotamya ile birlikte Afrika’nın Baharat Yolu’na yakın yerlerindeki yerel yönetimleri destekliyordu. Örneğin bugün Etyopya diye bilinen Habeşistan’a destek veriyor ve Hristiyanlığı da bu destek için kullanıyordu. Konuya bu açıdan bakarsak, Aryuscu Habeşistan kralı Necaşi’nin ülkesine gerçekleşen ilk hicreti de anlayabiliriz.

Allah Resulü Hz. Muhammed’in çocukluğunda Şam’a gitmesi, daha sonra eşi Hatice’nin ticari faaliyetleri ile ilgilenmesi, Hz. Ömer’in, Hz. Ebu Bekir’in Şam dolaylarını bilmeleri, Hz. Ömer’in yabancı dilleri bilmesi gibi tarihi verileri bu çerçevede anlamak gerekir. Aynı şekilde, yaşadıkları toplumda develer ve yıldızların önemi ve değeri de anlaşılabilir.

Bu düzen İslam’dan çok önce vardı ve İslam’dan sonra da uzun süre devam etti. Ama tarihteki bazı stratejik adımlar işin yönünü değiştirdi. Ana kavga hep canlı kalsa da bilimin gelişmesi oyunun kurallarını kısmen de olsa etkiledi. Bunlardan biri, Müslümanların Mısır ve Kıbrıs’ı aldıktan sonra gemicilikte yaptığı devrimdir. Müslümanlar hem haritacılık ve pusula hem de yelken teknolojisinde önemli adımlar attılar. Artık gemiler, karaya yakın ve rüzgârı arkasına alarak ilerlemek zorunda değildi. Ana yelken direğinin kendi ekseninde dönebilmesi ile gemiler rüzgâra karşı da ilerleyebiliyor, açık denizler geçilebiliyordu. Arapların yıldız bilgisi, pusula ve yeni haritacılık teknikleri birleşiyordu.

Bu gelişmeler, yaklaşık altı yüzyıl sonra Amerika’nın ve Ümit Burnu’nun keşfine sebep oldu. Doğuya ulaşmaya çalışan batılılar, Amerika’ya ulaşmış ve Hindistan’a ulaştıklarını sanmışlardı. Bundan dolayı bugün bile Amerikan yerlilerine “indian” derler. Aynı şekilde, Afrika’nın batısından ilerleyen gemiler de Ümit burnunu (isime dikkat) bulmuş, doğudan gelen ürünleri Osmanlı’yı bypass ederek getirmeyi başarmışlardı.

Batı, Doğudan ne alır?

Bugün batı kavramının ima ettiği içerikten farklı olarak, daha beş yüzyıl öncesine kadar batı bazı temel ihtiyaçlardan yoksundu. Baharatlar ilaç için kullanılıyordu ve eğer baharat yoksa, ilaç yapamaz ya da gıdalarınız uzun süre saklayamazdınız. Kâğıt ve kumaş gibi çok değerli ve batıda çok zor üretilen materyaller de bu kanallar ile geliyordu.

Tüm bu materyallerin içinde en önemli olanlardan biri de zeytinyağı idi; Aydınlanmak için de kullanılıyordu. Özellikle kuzey Avrupa’da geceler uzundu. İnsanlar uzun gecelerin hâkim olduğu kış aylarında, aydınlanmak için çeşitli araçlar kullanıyorlardı. Ama bu kullanılan araçlar ya çok kısa süreli ya da yangın tehlikesi içeriyordu. Mum ya da meşale gibi araçlar bu türdendi. Bir tarihi filmde, zindan kapısında yanan meşaleyi düşünün; ne kadar uzun süre ışık verebilir ki? Eğer çok iyi bir meşale ise belki yarım saat sizi aydınlatır. Oysa bir kandiliniz varsa, durum değişir. “Alâeddin’in sihirli lambası” gibi bir araç ile daha güvenli ve uzun süre aydınlanabilirsiniz. Ama bu sefer de kandilin içine koyacağınız materyale ihtiyacınız vardır ve hemen kolaylıkla elde edilebilir bir ürün değil.

Yazımızın bu kısmı “aydınlanma” konusuna yoğunlaşacak ama metazorik bir kavram şekli olsa da bahsettiğimiz aydınlanma, insanoğlunun ışık elde edebilmesi ile sınırlı olacak. Bu anlamı ile insanoğlunun aydınlanma sorununun özellikle kuzey batı dünyada çekilmez bir hal aldığını belirtmiştik. Bu duruma çözüm arayan kuzey batı Avrupa insanları, kandillerini doldurmak için yeni bir yol buldular.

Denizciliğin gelişmesi ile açık denizlere açılan insanlar yaşayan en büyük canlı olan balina ile tanıştılar. Balinalar şaşırtıcı derecede ilginç canlılardı. Masallarda geçen ejderha ve devlerin bir karışımı gibi algı yaratmış olsa da, daha önemlisi, bir balinanın yağı eğer eritilirse kandillerde yakıt olarak kullanılabiliyordu. Sorun şu ki balinayı avlamak ve yağlarını bir gemide eritip fıçılara depolamak oldukça tehlikeli bir işti. Ama buna rağmen aydınlanma sorunu büyük ölçüde aşıldı. Artık, Londra, Paris ve Amsterdam’ın sokakları bile balina yağı sayesinde aydınlanmış, geceler yaşanabilir hale gelmişti. Başta Hollanda ve İngilizlerin üstünlük sağladığı balina avcılığı mesleği, zamanla Amerika’da daha fazla yapılır oldu. Yeni kıta Amerika bir zorluklar ve fırsatlar ülkesiydi ve balina yağı konusunda uzun süre liderlik yaptı. Üstelik balina avcıları sayesinde, dünya deniz haritaları daha da gelişmiş, insanlığın coğrafi bilgisi Antarktika’ya kadar uzanmıştı. Balinaları izleyen bu gemicilerin, denizcilik tarihindeki payları yüksektir. Herman Merville’ye ait Moby Dick romanı, mitoloji ve insanlık tarihi ile balinalar arasındaki ilişkiyi açıklaması bakımından bir roman olmanın ötesinde değerlidir.

Kaya yağı

İnsanlık tarihi, bir kimyasal tepkimeyi andırır şekilde karışma ve değişik unsurlar ile karşılaştığında farklı tepkiler veren bir yapıya sahiptir. Bu noktada kimyasal tepkime sürecini etkileyen yeni bir element süreci değiştirdi. Amerika’ya giden ve yerleşen yerleşimciler kaya yağı olarak isimlendirdikleri bir sıvı ile karşılaştılar. Amerikan yerlileri bu yağı ilaç olarak (örneğin kabızlıkta içerek) kullanmak dışında değerlendirmiyorlardı. Yeni göçmenler, bazı işlemler uygulayarak kaya yağından “gaz yağı” üretmeyi başardılar. Bugün “petrol” dediğimiz bu değerli sıvı, sadece balinaların nesillerinin düştüğü tehlikeyi değil, insanlığın aydınlanma ihtiyacını da büyük oranda karşıladı.

1700’lü yılların başlangıcında bazı gelişmeler petrolün hayatımıza olan etkisinin artmasında tetikleyici oldu. Bunlardan ilki, Romanya’da yaşayan yerel bir mucidin, cam bir şişe içine koyduğu fitili kontrollü olarak yakmayı başarması ve üstelik şişe üzerine yapılan özel tasarım başka bir cam baca ile oluşan isi engellemesidir. Bugün bile çoğumuzun hatırladığı fitilli gaz lambası, hem ışığın süresi, dozu ayarlanabilen hem de isi bertaraf eden yapısı ile aydınlanmada önemli bir eşiktir.

Bir diğer gelişme ise, Çin’de yeraltında tuz çıkarabilmek için yapılmış helezonik bir burgunun Pennsylvania’da petrol çıkarmak için kullanılması oldu. Artık bu burgu ile, zaman zaman yerüstüne çıkabilmiş petrol ile yetinmeyip, görünmeyen alanlarda petrol kuyuları aramak mümkün oldu ve nitekim sistem çalıştı ve petrol bulundu.

İç bölgelerde bulunan petrol tahtadan yapılma fıçılar ile kıyılara taşınıyor, gemiler ile dünyaya satılıyordu. Ne zeytinyağına ne de balinalara ihtiyaç kalmamıştı. Bir süre sonra, iç kesimlerde olan petrolü limanlara taşımak, yeterince fıçı bulmak sorun haline gelince, Amerikalı bir genç iş adamı John D. Rockefeller, tahtadan yapılma bir oluk yardımı ile petrolü deniz kenarına taşımayı başardı.

Rockefeller henüz yirmibeş yaşında başardığı bu yöntem ile sadece Amerika’nın en zengin iş adamı unvanına değil, aynı zamanda bu olukları çeşitli saldırı ve hırsızlıklardan korumak için ciddi bir milis güce de sahip oldu. Korunan oluklar ile akan petrol için müşteri çoktu ve para da akıyordu. Henüz otomobil ve petrol ile çalışabilen içten yanmalı motor icat edilmemişti.

Amerika iç savaşını vermiş ve İngiltere himayesinden kopmuştu. Daha önce petrolün dolaylı sahibi olan İngiltere için zor bir durumdu, çünkü petrol her yerde yoktu. Petrolü aramak için çıktıkları keşiflerde, ulaştıkları sonuçlara göre en fazla petrol Ortadoğu’daydı ama sorun şu ki, Osmanlı Devleti bu alanların hakimiydi. Bundan sonra gelişen olaylar, Osmanlı Devleti’nin bu stratejik madene yeterince değer vermemesi ve Avrupalıların aydınlanma ihtiyaçlarının agresif bir alışkanlığa dönüşmesi ile gelişti ve Osmanlı engeli ortadan kaldırıldı. Osmanlı’nın yıkılması ile kurulan yeni düzende, petrol kaynakları batının enerjisini garanti almak güdüsüyle devletler organize edildi.

Yeni Oyuncular

Yukarıda insanlık tarihini bir kimyasal tepkimeye benzetmiştik. Bu sefer 1800’lü yılların sonuna geldiğimizde, silah üretimi ile uğraşan bir aile oyuna giriyor. Alfred Nobel, dinamiti icat eden bir kimyager olarak, Rusya ile ticari ilişkileri iyi bir iş adamıydı. Kendisi aslen İsveçli idi ama Saint Petersburg’da yaşıyor, Rus ordusuna silah satıyordu. Ürettikleri tüfeklerin ahşap kısımlarında kullanılan ceviz ağacını satın almak üzere kardeşini gönderdiği Bakü’de, kardeşi Robert sermayeyi cevize değil, bölgede çok kolay bulunan petrole yatırdı.

Bu bölgede, bugün Hazar petrolleri diye bilinen petrol son derece sığdır ve bazı alanlarda tarım bile zordur; ağaç dikmek için açılan küçük çukurlarda bile petrole rastlanır. Ayrıca petrolün kullanım alanları yeni olsa da petrol buralarda bilinir, bazı ilkel dini akımlar sönmeyen ateşlere taparlardı.

Henüz Amerika İngiltere’den kopamamışken Nobel ailesi bu petrolü çıkarmayı başardı. Sorunlar çoktu. Amerikan petrolü dünyanın her yanına satılıyor ama Nobel, petrol ticaretini oldukça yerel çapta yapabiliyordu. Çünkü deniz ile bağlantıyı tahta bir oluk hattı ile kurması imkansızdı. Arada bulunan Kafkas dağlarını geçip, açık denizlere ve yeni müşterilere uzanmak bir oluk hattı ile başarılamazdı. Ama bir tren yolu bu sorunu çözebilirdi. Oldukça maliyetli olan bu proje için finansmana ihtiyaç vardı ama İngiltere bu finansman desteğini vermiyor, kendi petrol ticaretine çomak sokmak istemiyordu.

Kimyasal tepkimemize katılan yeni elementlere bir yenisi daha eklendi. Robert Nobel, gerekli parayı, İngilizlerin ezeli rakibi Fransa’dan bir Yahudi bankacı aileden almayı başardı. Rothschildler olarak bilinen bu aile, Avrupa’daki tüm karışıklıklara rağmen mirasını babadan oğula taşımayı başarmış, bankacılık konusunda uzmanlaşmış, Yahudi kökenli bir aile idi. Bu kısmi ortaklık ile Nobel ve Roshchild’ler bugün hala çalışan Bakü-Batum demiryolunu inşa etmeyi başardılar; Başta Osmanlı olmak üzere, ciddi bir müşteri kitlesi yakalamayı da. Bundan sonra Volga nehrinin açılması ve son olarak Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hatlarının kurulması da bu ortaklık ile yürüdü, yürüyor. Zaman içinde, Amerika’yı kaybeden İngiltere de bu sürece ortak oldu ve BP olarak kısaltılan ismi ile British Petrol firması boru hattını inşa etmeyi başardı.

Hatta, yine bir Yahudi olan Londra belediye başkanı Samuel Marcus oyuna girdi. Kendisi ticaret ile uğraşan ve çok sayıda gemileri olan varsıl bir iş adamıydı. Sahibi olduğu her gemiye bir deniz kabuğunun adını vermişti. Bugün Shell olarak firmanın amblemi bir deniz kabuğudur ve Shell İngilizcede deniz kabuğu anlamına gelir. Markus, Hazar petrollerini Çin’e taşıyabilirdi. Uzak doğu iyi bir pazardı. Bu ortaklık daha sonra petrol tankerlerini, içten yanmalı motorları geliştirdi. Ama değiştirdikleri en büyük şey yolu oldukça kısaltan, Kızıldeniz ile Akdeniz’i birbirine bağlayan Süveyş kanalı oldu.

Bugün

Yukarıda anlattığımız hikâye, ticaret ve ekonomiler ile yaşadığımız bölge üzerine tarihi bir özetti. Her biri başlı başına makale ya da kitap konusu olan onlarca öğeyi içinde barındıran bir hikâye. Mutlaka tarihi süreçler için tek bir etken söz konusu olamaz; ama biz vakıaya bakarken bazı noktaları öne çıkarmayı tercih ettik.

Bu perspektife göre, İpek ve Baharat yolları ticareti sürmekte ve bu ticaret yollarını güvende tutma savaşları da beraberinde yaşanmaktadır. Artık Perslerin yerini, Rusya, İran ve Çin alırken, Roma’nın yerini Avrupa, Amerika ve İsrail almıştır. Ama halen doğunun zenginliklerini, Persleri bypass ederek sağlamaya çalışan bir Roma’dan bahsedebiliriz. Roma halen ticaret ve hukukun kısmen daha rahat olduğu alanlar üretebiliyor ve Persler halen lider ya da krallarına tapan zorba iktidarları besliyor.

Bugün tüm dünyada haber bültenlerinin değişmeyen ana gündemleri bu rekabet ve rekabetin ortaya çıkardığı siyasal veya sosyolojik sonuçlar ile ilgilidir. Suriye, Irak ve Mısır’da yaşananlar ile Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki savaşa kadar görünen tablo bu perspektif ile daha sağlam bir zemine oturur. Öte yandan, Türkiye iç siyasetindeki kutuplar ve Roma-Pers ekolleri arasında savrulmalar da bu tablodan bağımsız değil. Pers yönetim modelleri ile temas arttıkça, karizmatik liderliğin de artması buna örnek verilebilir.

Bu rekabet ve mücadele binlerce yıldır sürüyor ve anlaşılan o ki sürecek. Ama eğer biz Müslümanlar, Roma ve Pers stratejileri dışında, kendi özgün algı, kimlik ve değerlerimiz ile bu tabloya müdahale edebilirsek, oyuna katılabilir ve kimyasal süreci etkileyen yeni bir element olarak tarih sahnesinde yer bulabiliriz. Bin dört yüz yıl önce Mekke’de orta halli bir yetim iken, İslam ile şereflendikten sonra Allah Resulü Hz. Muhammed’in diplomatik ve siyasi başarısını da burada bulabiliriz.

Belki de işe Rum Suresini yeniden okuyarak başlayabiliriz.

YAZIYA YORUM KAT

8 Yorum