1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Doğu Türkistan Türkiye’nin nesi olur?
Doğu Türkistan Türkiye’nin nesi olur?

Doğu Türkistan Türkiye’nin nesi olur?

Yazısında Türkiye’nin dünden bugüne izlediği Doğu Türkistan politikasını mercek altına alan Hasan Kösebalaban, “Türkistan coğrafyasının çığlığını duymayan sadece İslam ülkeleri ve onlar arasında da Türkiye kaldı” diyor.

18 Şubat 2021 Perşembe 11:04A+A-

Hasan Kösebalaban’ın Karar gazetesinde yayımlanan yazısı (18 Şubat 2021) şöyle:

Doğu Türkistan neyimiz olur?

Doğu Türkistan’da akrabalarından haber alamayan Uygur protestocularının günlerdir Ankara’da sürdürdükleri gösterilerine engel olmak isteyen bir polis memurunun “Kabak tadı verdiniz” sözü aslında Uygur meselesine toplum ve siyaset olarak kayıtsızlığımızın trajik bir ifadesiydi.

Bütün dünyanın gözleri önünde bir halk yok edilirken, Türkistan coğrafyasının çığlığını duymayan sadece İslam ülkeleri ve onlar arasında da Türkiye kaldı.

Bu konuda, kuşkusuz iktidar ortakları ve konuyu görmezden gelen iktidar kontrolündeki medya birinci derecede sorumlular. Onların bu kayıtsızlığı nedeniyle, toplumun geneli de bu meleseleye olması gerektiği kadar ilgili değil.

“Dünya beşten Büyüktür” sözüyle bütün dünyanın dikkatini dünyanın ilgi gösterilmeyen sorunlarına çeken ve bu nedenle kendi destekçi çevresi tarafından “ezilen halkların lideri” sıfatıyla anılan Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, bu soykırıma yönelik izahı güç bir suskunluk içinde.

Oysa Filistin, Mısır, Myanmar ve diğer insan hakları sorunları iktidar tarafından en üst seviyeden uluslararası platformlarda gündeme getirilmiş, iç siyasette de araçsallaştırılmıştı.

Ancak iktidar bloğu, Uygurlara Çin rejimi tarafından yapılan ve bugün dünyada bir çok ülke ve lider  tarafından soykırım olarak nitelendirilen zulümler karşısında hem kendisi sessiz, hem de kendi kamuoyunu tepkisizliğe sevkediyor.

Türkiye’nin Uygur insani krizindeki garip tepkisizliği uluslararası platformlarda da sürüyor. 2019’da 22 ülke Çin’e Doğu Türkistan’daki Uygur ve diğer Müslüman toplumlara karşı uyguladığı baskı ve zulüm politikalarını kınayan bir protesto mektubu verirken, bu ülkeler arasında tek bir Müslüman ülke dahi yer almamıştı.

Geçen yıl, ekim ayında, 39 ülkenin BM’de yayınladıkları Çin’i kınama beyanına Türkiye katılmadı. Aslında Türkiye’nin bu suskunluğu, İslam dünyasına da (kötü) örnek teşkil ediyor. Uygur Türklerinin meselesinde Türkiye sessiz kalırken, örneğin Pakistan ya da Endonezya gibi Müslüman ülkelerin Çin’le sahip oldukları stratejik ilişkilerini riske atmasını da bekleyemeyiz.

Ancak Türkiye ve İslam dünyasının suskunluğuna rağmen, karşılık şartların giderek ağırlaşmasıyla, Uygur krizi dünya kamuoyunda gündeme oturdu. Bu konuda uluslararası kuruluşların protesto ve boykot kampanyalarının yanısıra, birçok lider de konuya dikkat çekiyor.

Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern, Uygur kadınların maruz kaldığı sistematik tecavüzlere dikkat çekerken, Finlandiya Başbakanı Sanna Marin, 3 Şubat 2021 tarihinde yayınladığı bir sosyal medya mesajında şu çarpıcı ifadelerle tepkisini ortaya koydu: “Uluslararası toplum Çin’in insan hakları ihlallerine ve azınlıklara uyguladığı baskılara gözlerini kapatamaz. Ticaret ve ekonomi bu ihlaller karşısında suskunluğun bahanesi değildir. İnsan Hakları, ikili ve çok taraflı müzakerelerin merkezinde yer almalıdır.” 

TÜRKİYE VE DOĞU TÜRKİSTAN MESELESİ

Aslında Türkiye, Doğu Türkistan sorununa tarih boyunca her zaman duyarlı olmuş ve bu meseleyi dünya kamuoyunda dile getirmiş bir ülkeydi. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve Soğuk Savaş’ın bittiği 90’lı yılların başlarında, Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazanmışlardı.

O dönemde Başbakan Süleyman Demirel “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” bir Türk Dünyası’ndan bahsederken, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ise 21. yüzyılı “Türklerin yüzyılı” olarak ilan ediyordu. 1992’de Türk dış politikasının Batı Asya’daki çok taraflı diplomasi enstrümanı olan Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO), yeni bağımsız cumhuriyetleri de içerecek şekilde genişletildi ve canlandırıldı.

Bu ortamda Doğu Türkistan da Ankara’nın radarına girmeye başladı. Uygur lider İsa Yusuf Alptekin bu meseleyi gündeme taşımak için yoğun  diplomatik çabalar yürütüyor, hem hükümet, hem de muhalefet liderleriyle görüşüyordu. 

İsa Yusuf Alptekin Nisan 1991’de İstanbul’da yayınladığı tarihi mesajında Doğu Türkistan’daki durumun vehametine dikkat çekmiş ve Çin’in giderek şiddetini artırdığı etnik temizlik ve kültürel asimilasyon politikasının devamı halinde, Doğu Türkistan’ın tarihten silinmesi tehlikesi ile karşı karşıya olunduğunun altını çizmişti.

O dönemde Alptekin ile görüşen Cumhurbaşkanı Özal, Sovyet yönetimi altındaki Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazandığını ve şimdi sıranın Doğu Türkistan’a geldiğini söylemişti. Özal’ın bu açık desteği Uygur halkını sevindirirken, Çin’in sert tepkisini çekmişti. Özal, bu dönemde, Türkiye’nin Asya politikasında Japonya ve Güney Kore ile çok yakın ilişkiler kurarak, Çin’e karşı denge arayışına gitmişti. Ağustos 1995’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Sultanahmet meydanındaki bir parka Alptekin’in adının verilmesi, konuya dair gösterilen ilginin önemli bir işaretiydi.

Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan, açılış töreninde yaptığı konuşmada, “Doğu Türkistan’ın şehitleri bizim şehitlerimizdir” sözleriyle soruna dikkat çekmişti. Bu törenden birkaç ay sonra İstanbul’da vefat eden Alptekin “Doğu Türkistan davasını sizlere emanet ediyorum” diyerek davasını halkına ve Türkiye’ye miras bıraktı.  

Erdoğan’ın Uygur meselesine ilgisi AK Parti’nin iktidar döneminden sonra da devam etti. 2009 yılında Başbakan Erdoğan’ın Çin’in politikalarını bir soykırım olarak nitelendirmesi Pekin’in sert tepkisiyle karşılaştı. Ancak Erdoğan, sözlerini diplomatların yumuşatma girişimlerine karşı sözünde ısrar etti: “Kullandığım ifadeyi bilerek kullanıyorum, inanarak kullanıyorum. Dışişleri’ndeki arkadaşlar benim ifademin dışında bir ifadeyi kullanamaz...Şu anda Çin’deki bu olay adeta bir soykırımdır.”   

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise 2009’da şunları ifade ediyordu: “Dökülen kan Uygur Türklerinindir, döken Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Televizyonlarda etnik çatışma diye milleti kandırmaya hakkınız yok. Orada bir zihniyet ve yönetim etnik temizlik yapmaktadır.”   

2009 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve 2010 yılında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Çin resmi ziyaretlerine Doğu Türkistan’ı da eklemeleri, Türkiye’nin devlet ve hükümet düzeyinde Doğu Türkistan sorununa karşı kayıtsız kalmayacağının işaretlerini veriyordu.

Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın 2012’de Çin’e yaptığı ziyaretini Uygur özerk bölgesinden başlatması da sembolik açıdan büyük önem taşıyordu. Türkiye’nin bu kararlı tavrı sayesinde, Çin’in politikalarında önemli ölçüde yumuşama sağlandı. Ancak Çin özellikle 2015 yılından itibaren terörle mücadele gerekçesiyle  baskıları yeniden başlattı ve giderek yüzlerce toplama kampı, sistematik tecavüz, kısırlaştırma ve kültürel asimilasyon uygulamalarıyla Uygur nüfusunu kademeli olarak yok etme politikasını uygulamaya koydu.

2016 SONRASI ÇİN’LE DEĞİŞEN İLİŞKİLER

Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlıktan istifa ettiği 2016 yılından itibaren Türkiye’nin Çin’le olan ilişkilerinde farklı bir havanın içine girdiği görülüyor. MHP’nin Cumhurbaşkanlığı sisteminde iktidar bloğuna dahil olmasına ve Doğu Türkistan’daki olayların giderek bir kültürel ve etnik soykırım şartları taşımasına rağmen, Türkiye tam bir sessizlik içerisinde kaldı. Bu durum, hükümetin ekonomik kriz karşısında Çin’den medet uman yaklaşımı kadar, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında dış politikada netleşen Avrasyacı yönelimle de açıklanabilir.

Uygur meselesine Çin zaviyesinden bakan Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in bu konuda iktidarın yaklaşım ve perspektifini belirlediği görülüyor.  2017 yılının Ağustos ayında Çin’i ziyaret eden Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, bu ziyareti sırasında Türkiye’deki Çin karşıtı güçlere karşı mücadele edileceğinin teminatını Çin’e vermişti.

Pekin’de Çinli mevkidaşı Wang Yi düzenlediği basın toplantısı sırasında Çavuşoğlu, “Çin’in güvenliğini kendi güvenliğimiz gibi görüyoruz. Gerek ülkemizde gerek bölgemizde Çin’e yönelik hiçbir olumsuz faaliyete izin vermiyoruz. Aynı şekilde Çin’in aleyhine olan yayınlar dahil her türlü faaliyetin de önüne geçiyoruz.” şeklinde konuşmuştu.   

Dışişleri Bakanı’nın Pekin’den verdiği mesajlar bir kaç yıl önesine ait olsa da, Uygur protestocularına karşı gösterilen tutumun da ortaya koyduğu gibi, izlenen politikalar Çin’e verilen sözlerle paralellik arzetmektedir. Türkiye’nin hangi çıkarları gözeterek Uygur meselesinde böyle bir tavır içerisine girdiğini anlamak mümkün değil. Ancak kredi anlaşmaları ve sağlık politikalarında yakınlaşma gibi bazı gerekçeler akla geliyor.

Pandemi sürecinde Çinli Sinovac şirketiyle yapılan aşı anlaşması, Türkiye’nin Çin’e bağımlılığını artırdı. Dünyadaki farklı aşı türleri arasında etkinlik oranı en düşük olarak tespit edilen bu aşının tercih edilmesinin bilimsel nedenleri bir tarafa, öngörülen tedarik miktarı açısından da ciddi sıkıntılar yaşandığı anlaşılıyor. Bu sorunun, suçluların iade anlaşmasının Meclis onayındaki gecikmeden kaynaklandığına dair iddialar da dile getiriliyor.

İki ülke arasında 2017’de imzalanan bu anlaşma Çin Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi tarafından onaylanmasına rağmen, TBMM’ye Muatafa Şentop tarafından 2019’da verilen kanun teklifi henüz komisyonlardan oylama için Genel Kurul’a sevkedilmedi. İktidar cephesinin bu konuda adım atamaması, anlaşmanın, Çin’de idam cezasının yasal olması nedeniyle, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne açıkça aykırı olmasından daha çok, muhalefetin ve sivil toplum kuruluşlarının artan baskısı karşısında, bir meşruiyet kriziyle karşılaşmak istememesinden kaynaklanıyor. 

2019’da İyi Parti’nin Doğu Türkistan’da uygurlara yönelik baskıcı uygulamaların incelenmesi amacıyla hazırladığı önerge, TBMM’de reddedilmişti. Önergeye Ak Parti ret, CHP ve HDP kabul oyu verirken, Milliyetçi Hareket Partisi ise çekimser kalmıştı.

İYİ Parti’nin bu konuya ilgisi başka platformlarda da devam etti. Genel Başkan Meral Akşener’in Meclis grup toplantısındaki konuşması arasında, misafir olarak kürsüye davet ettiği Doğu Türkistanlı Nursiman Abduraşid’in yaptığı konuşma esnasında Meclis TV yayını kesti. İç siyasi rekabet ortamında, PKK elebaşı Öcalan’ın mektubunu yayınlayan, kırmızı bültenle aranan terörist Osman Öcalan’a mikrofon uzatan devlet televizyonunun bu tutumu, çok geniş bir kesimin tepkisini çekti.  

MUHALEFETİN ARTAN TEPKİSİ

Geçen yılın ekim ayında, ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu da “Uygur halkına yapılan zulmü asla kabul etmiyoruz. MHP’nin, Erdoğan’ın çağrı yapması lazım. Kendisi tüm dünyada Türklerin haklarını koruma gibi bir görev yüklenmişse. Anayasa Mahkemesi ile uğraşmayı bırakıp Doğu Türkistan’a bakmalı” sözleriyle tepkisini ifade etti. 

Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu ise, iktidar ortaklarını, Meclis’te onay bekleyen suçluların iadesi anlaşması konusunda sert bir dille uyardı: “Uygurları terörist yaftasından dolayı iade etmek zorunda kalacaksınız. Bu vebalin altından siz değil sülaleniz bile kalkamaz. Böyle bir kanunu Meclis’’ten geçirmeyin.”      

8 Şubat’ta Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ve Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Gelecek Partisi Genel Merkezi’ndeki görüşmelerini müteakip düzenledikleri ortak basın toplantısında, Uygur meselesine dair çarpıcı açıklamalar yaptılar. Davutoğlu “Şu anda açık veya net bir şekilde bütün dünyanın üzerinde ittifak ettiği bir gerçek var ki [Uygur halkına yapılan zulümler] ‘soykırım’ ifadesine uygun şekilde seyrediyor.

Kadınlar toplu tecavüze uğruyor, kısırlaştırılıyorlar. Çin’i meşrulaştırma çabası insan hakları konusunun yüz karasıdır.” Babacan ise iktidara doğrudan sorular yöneltti: “Niçin mazlumların yanında değilsiniz? Niçin bu kadar ağır insan hakkı ihlalleri varken susuyorsunuz? Dünyanın gündeminde olan bu meselede niçin susuyorsunuz? Acaba o ülkeyle olan ilişkilerimizde bilmediğimiz bir şey mi var?”  

Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın aynı zamanda geçmişte AK Parti hükümetlerinde Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış olmaları, hükümetin içerisine girdiği dış politika yöneliminin aslında iktidar partisinin kurucu ilke ve perspektifiyle teşkil ettiği tezatı da gösteriyor. İktidarın üçüncü ortağı olarak nitelendirilen Doğu Perinçek’in “Türkiye’nin iç ve dış politikaları Vatan Partisi’nin çizgisine gelmiştir ve böyle devam etmektedir” ifadesi bu tezatın altını çiziyor.

 

HABERE YORUM KAT

2 Yorum