1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Çıkış yolu: Uzun vadeli, makul ve uygulanabilir projeler
Çıkış yolu: Uzun vadeli, makul ve uygulanabilir projeler

Çıkış yolu: Uzun vadeli, makul ve uygulanabilir projeler

Taha Kılınç, Müslümanların coğrafyalarında ve dünyada yaşanan hadiselere daha geniş bir perspektiften bakması gerektiğini vurguluyor.

02 Mart 2024 Cumartesi 09:00A+A-

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Çıkış yolu

Yıllardır esas çalışma saham Ortadoğu ve İslâm dünyası olunca, özellikle kriz dönemlerinde mesaim yoğunlaşıyor. Konferanslar, seminerler, özel istişare oturumları, kitap tahlil grupları, canlı yayınlar, röportajlar derken, günler gecelere karışıyor haliyle. Böyle dönemlerde, sıklıkla seyahat ettiğim birbirinden farklı şehirlerde çok farklı kesimlerden insanlarla görüşme imkânı buluyorum. Tüm bu görüşme ve yüzleşmelerde tespit ettiğim bir durum var: Bilhassa gençler, ümitsizlik ve kötümserlik ummanlarına savrulmaya çok meyyal. Ki bunun için de yeterli malzeme fazlasıyla mevcut. Şahsî hayat ve hedeflerdeki belirsizliklerden İslâm coğrafyasının içinde bulunduğu savrukluğa kadar, “nereye uzansak elimizde kalıyor” denebilecek bir manzara var. Çaresizlik ümitsizliğe dönüşüyor, ümitsizlik de bezgin bir eylemsizliği beraberinde getiriyor.

Genç arkadaşlarla sohbet ederken, birçoğunun “yanlış hedeflere” kilitlendiğini ya da yönlendirildiğini fark ediyorum. Somut bir tasvir yapacağım:

Yüzlerce genç bir salona doldurulmuş. Mikrofonda adeta “sahne şovu” yapar gibi hareketli ve hararetli sloganlar haykıran bir kanaat önderi. “Gençler!” diye bağırıyor, “Kudüs’ü kurtarmak için, hepiniz birer Salahaddîn olacaksınız! Fatih, İstanbul’u fethettiğinde sizin yaşınızdaydı. Fatih olacaksınız!” Olmak emredilen şahsiyetlerin listesi böyle uzayıp giderken, salondaki ateş de yükseldikçe yükseliyor. Kanı zaten kaynayan gencecik Müslümanlar, “seans” sonunda birer Salahaddîn, Fatih, Fatih doğuracak anne adayı vb. olarak şehrin sokaklarına dağılıyor. Motivasyon tamam, güdülenme tamam, yönlendirilme ve hedefe kilitlenme tamam.

Sonra… Aradan zaman geçtikçe, hayatın gerçekleri karşılarına çıkmaya başlıyor. Salahaddîn, Fatih veya bir başka tarihî şahsiyet olmak, ancak 300-400 yılda bir, çok sayıda şartın bir araya gelmesiyle ve tek kişinin şahsında mümkün olabileceğinden, “hedef”i tutturamayan gençlerde tarifsiz bir moral bozukluğu ve psikolojik çöküntü ortaya çıkıyor.

Sahnede motivasyon dağıtanların niyeti elbette kötü değil. Bu kadar üst perdeden atarken şöyle düşünüyorlar: “Biz en uzak ve en büyük hedefi gösterelim, bir kişi bile tuttursa kârdır.” Peki, kırılan hayalleri, dağılan zihinleri, kaybedilen istikametleri ve bünyelere yuva yapan ye’si nasıl telafi edeceğiz? Gözlerdeki pırıltılar hayatın gerçeklerinin sert duvarlarına çarparak sönerken, gençleri ayağa nasıl kaldıracağız? Herkes aynı anda nasıl Salahaddîn olacak? Fatih olabilmek kolay mı? Bir salon dolusu gencin hepsi mi Fatih, Salahaddîn vs. olmaya soyunacak?

Karşıma geçip “Abi, müthiş bir duygusal ve fikrî yorgunluk hissediyorum. Hiçbir şey değişmiyor ve düzelmiyor. Gazze’ye bak, Mısır’a bak, Suriye’ye bak, Doğu Türkistan’a bak… Atabileceğim hiçbir adım göremiyorum. Kendimce yaptığım ufacık şeyler ise, tümüyle anlamsız ve boş geliyor” şeklinde yakınmalarını sıralayan gençlerin neredeyse tamamının öyküsü aynı: Karşılarına geçip kendilerine “hedef” gösterenler, hayatın çok uzağında ve bugünün şartlarıyla tamamen alakasız noktalara işaret etmişler. Yolun sonu ise, hissî bir bataklığa ve kısır döngüye çıkmış.

Kendilerine hitap ettiğim veya hasbelkader benimle dertleşmeye gelen bütün gençlere şu örneği veriyorum:

4 Temmuz 1187 günü Hıttîn’de Haçlıları ezerek Kudüs’ü yeniden Müslümanlara kazandıran İslâm ordusunun mevcudu yaklaşık 40 bin kişiydi. Bu ordudan ismini bildiğimiz insan sayısı 100’ü bulmuyor. Salahaddîn, yakın adamları, komutanları, danışmanları, vakanüvisleri vb. Peki başka kimler vardı? Önden giderek ordunun yürüyeceği yolları açanlar ve köprüleri kuranlar vardı. Bunca insanın yiyeceği yemekler için patatesleri soyanlar, soğanları doğrayanlar vardı. Çadırların direklerini dikenler, odun toplayanlar, ateşleri yakanlar vardı. Hepsinden de önemlisi, atların ayaklarının altındaki nalları çakan nalbantlar vardı. Tarih, tüm bu geri hizmetlere ve zaferin arka planına omuz verenlerin adını hiç yazmaz. Bu böyle diye, örneğin nalbantların yaptığı işin Salahaddîn’in rolünden daha önemsiz ve hatta gereksiz olduğunu iddia edebilir miyiz?

O zaman, şöyle bakacağız: Durduğumuz yere, yeteneklerimize ve zamanın şartlarına göre, her birimizin yapabileceği bir iş muhakkak vardır. Ye’s tuzağına sürüklenmeden, “Bana düşen nedir?” sorusunu gündemimizden hiç çıkarmayacağız. Sloganlar, hamasî nutuklar ve hararetli haykırışlar ne söylerse söylesin, zafere ancak uzun vadeli, makul ve uygulanabilir projeler eşliğinde ulaşılabileceğini de hiç unutmayacağız.

Başka bir çıkış yolu görünmüyor.

HABERE YORUM KAT

2 Yorum